Ricardo’nun kaygısı, üretimi temin edecek sermaye birikiminin ve üretimde ortaya çıkan gelirin adil paylaşımı konusunda değil, iktisadî büyümenin tüm değişkenleriyle anlaşılıp sürdürülebilmesi üzerineydi. Bu yüzden eserlerinde, gelirin adil dağılımı ve savunduğu düzende sermayenin gitgide daha az insanın elinde toplanmasının doğurabileceği sorunlar gibi meselelere özel bir önem vermemiştir. Geçen hafta da ifade ettiğimiz üzere, kâr (yani büyüme) güdüsüyle hareketlenen üretimi temin edecek mihrak bir grubun varlığını tartışmamakta, bilakis böylesi bir grubu, iktisadî büyüme ve dolayısıyla zenginleşmenin aracı olması hasebiyle zaruri görmekteydi. Üretimi temin edecek unsurlara (para ya da bunun bina, makine, hammadde, emek vs. şekillere dönüşmüş hali) sahib (mecburen azınlıkta) bir kesim olmazsa, yatırım ve üretimin mümkün olamayacağını düşünmekteydi. İçtimaî refaha yol açacak büyümenin ancak imalat yoluyla olacağını farz ettiğinden dolayı da, imalatçı sermayedar kesimin önünün açılmasını istemekteydi. Hatta Adam Smith’in yaygın ve daha küçük sermaye odaklanmalarına taraftar liberalizminden ziyade, sermayenin büyük fabrikaları kurup işletebilecek çapta olması gerektiği iddiasını dile getirmekteydi. Bunların büyüme iştihasını “piyasa”nın dengeleyeceğini öngörmekteydi. Zaten o devirdeki içtimaî gelişmenin bu istikamette olduğu anlaşılmaktadır. Burada bir not olarak ekleyelim: O dönemde İngiliz devletinin Ricardocu tezler doğrultusunda bir politika izlediği intibaının doğmaktadır. 1838 Baltalimanı anlaşmasının muhtevası, tam da Ricardo’nun müdafaa ettiği “mukayeseli üstünlükler teorisi”ne mutabık bir mahiyet arz etmekteydi. Ricardo ve benzerleri, sanki bu teşebbüslerin fikrî zeminini oluşturmaktaydı.

Diğer taraftan, Ricardo’nun ziraî üretimdeki vaziyetten ötürü, genel iktisadî gidişat hususundaki görüşleri pek iyimser değildi. Bu hususta yakın arkadaşı Malthus’un düşüncelerine yanaşmaktaydı. Ülkenin geleceği açısından o devir için karamsar bir tablo çizen T. R. Malthus’a göre, insanların tabii çoğalma arzusunun yanı sıra imalat sektöründeki üretim artışı, yani emeğe yönelik taleb, hem genel nüfusta hem de işçi nüfusunda hızlı bir yükselişe yol açacaktı. Buna karşılık ülkedeki bilhassa ziraate elverişli toprakların miktarında kendiliğinden bir artışın olması pek akla yatkın gelmemekteydi. Mevcut ziraî alanların belli bir zaman sonra bu artışı karşılayamaması kaçınılmaz olduğundan, yeni ve nisbeten kıraç alanların tarıma açılması zorunluluk halini alacaktı. Bu halin ilanihaye böyle gidemeyeceğini söyleyen Malthus, piyasadaki imalat sektörü fiyatlarını da ziraatın belirlediğini, zira en önemli üretim girdilerinden emeğin sahibi işçilerin “mecburen” gıda ihtiyacı içinde olduklarını ifade etmektedir. Azalan verim kanunu adıyla bilinen bu faraziyenin kapitalist sistem açısından önemi, kıraç topraklarda üretilecek hububatın fiyatının (bu topraklarda rantiye gideri olmamasına rağmen) mecburen verimli topraklardakine nazaran yüksek olacağı ve bu fiyatın yeni fiyat miyarını oluşturacağı faraziyesiydi. Ricardo’ya göre temel malların bir fiyatı olduğu gibi emeğin de, bir fiyatı, yani ücreti vardı ve bu ücreti belirleyen temel faktör, işçinin kendini geçimini sağlayabileceği ve kendi neslini herhangi bir artma ve azalma olmaksızın sürdürebileceği ücret düzeyiydi. Bu anlamda da ücretleri, gıdaların ve temel ihtiyaçların fiyatları tayin etmekteydi. Malthus, teknolojik gelişmelerin ziraî üretimde nüfus artışı kaynaklı talebi karşılayabileceğini tahmin edememişti.

Burada bir parantez açarak bir hususa değinmek istiyoruz: Ricardo ve Malthus’un o günün İngiltere’si şartlarında tasavvur ettikleri bir iktisadî dünya planı vardı. Aslında bu planın, tahlil ve tecritlerde bulmayı hedefledikleri sabitlere bakınca, ideolojik bir mahiyet taşıdığını görmekteyiz. Her şuurlu beşerî davranışta böyle bir cihetinin olması icâb eder; bu normaldir. Bunlarınki, kurtarıcı “motor güç” biçiminde telakki ettikleri imalata angaje olmuş girişimci sermayenin olabildiğince büyümesinin meşruiyet zeminini oluşturmaya matuftu. Ricardo ve Malthus’un, bu yüzden, İngiltere merkezli olmak üzere, ziraat, ücret, toprak, nüfus, hammadde, sermaye, uluslararası ticaret ve para konularında ideolojik dairelerini kapatacak argümanlar geliştirip isbata uğraştıklarını görmekteyiz. Yalnız pek üzerinde kafa yormadıkları bir nokta vardı: Bütün bu üretilenlerin birileri tarafından tüketilmesi zorunluluğu, yani satılması. Üzerinde çok düşünmemelerinin sebebini ise İngiltere ve kıtadaki dengi ve hasmı Fransa’nın sömürgeci politikalarına duydukları itimattı. Her üretilen nasıl olsa satılırdı. O açıdan, İngiliz işçisini belki de “aslî” tüketici olarak görmemekte ve ücretlerinin asgari geçim standardını sağlamasını kâfi kabul etmekteydiler. Aslında Marks’ın da kapitalizmin ileri gelen bu ikilisi gibi düşündüğü açıktır. O da taleb konusuna çok değinmemektedir. Onun kapitalizm tasavvuru da Ricardo ve diğerleri gibi, sermayenin bütün girdileri asgariye indirerek azami kâr elde etmeye çalıştığı bir rejim şeklindeydi. Sonradan bu anlayışın değişmesi gerekmiş, ancak Marksizm kendini yeni duruma uyduramamıştır.

Mevzumuza dönecek olursak: Ziraate yönelik toprakların kıt, nüfusun da arttığı bir halde sermayenin kendini tüketmemesi için ya işçi ücretlerinin düşürülmesi ya da fiyatlarda genel bir artışa gidilmesi gerekmekteydi ki bu da son tahlilde ücret düşürme ile aynı kapıya çıkmaktaydı. Hâlbuki ücretlerin düşürülmesinde, işçilerin çalışabilecek kadar alması gereken gıda miktarı gibi fizikî bir sınır vardı. Yani ücretler, belli bir seviyenin altına inemezdi ve bu seviyeyi gıda fiyatları tayin etmekteydi. Bu vaziyet ise üretime yönelmiş sermayenin, yabancı sermayeler karşısında ya fiyat konusunda yüksek kalıp ürettiğini satamayarak küçülmesi ya da kâr edebileceği dünyanın başka bölgelerine akması neticesini doğuracaktı. Bu konularda Malthus ile müttefik olan Ricardo, ayrıca, fiyat baremini neredeyse hiçbir kâr (sermayeyi büyüten kısım) sağlamayan kıraç toprakların belirlediği bir ortamda, verimli toprakları ellerinde bulunduran mülk sahiblerinin tabii olarak çok yüksek gelirler elde edeceğini söylemekteydi. Bunlar, imalatçı sermayedarların aksine, mizaçları icabı, ellerinde biriken (para veya diğer mallar biçimindeki) sermayeyi olumlu (yani yatırım ve üretim yönünde) değil de olumsuz (israf ve saçıp savurma) cihette harcamayı tercih edeceklerdi. Toprak sahiplerinin elde ettiği bu rantiye, imalatçıların uhdesinde bir sermaye temerküzüne mani olacak ve iktisad üzerinde negatif tesir oluşturacaktı. Bu yüzden toprak sahiblerine hücum etmekte ve iktisadî denge ve adaleti temin için, devletin vazifelerini icrada ihtiyaç duyduğu vergileri toprak sahiblerinden alması gerektiğini belirtmekteydi. Onun nazarında toprak sahiblerinin geliri, hiçbir emek sarf etmedikleri haksız bir kazançtı.

Malthus, ziraî üretimin ülke açısından stratejik bir önemi olduğundan korunması gerektiğini söylemekte, fiyat muvazenesinin temini için nüfusun kontrol altında tutulmasını önermekteydi; bunun da ücret politikası ile yapılabileceğini ifade etmekteydi. Ricardo’nun sermaye ve nüfus konusundaki çözümlemesi ise Malthus’tan farklıydı. Nüfusun azalması, emek arzını düşüreceğinden, imalatçı sermayedarların aleyhine olurdu. Ona göre nüfus artışından kaynaklanan ziraî yetersizlikleri nüfusu azaltarak veya ülke tarımını korumaya matuf yüksek gümrük vergileri koyarak değil, bilakis gümrük vergilerini tamamen kaldırarak telafi etmek mümkündü. Böylece toprak sahiblerinin haksız yere edindiği ve bir yerde hem halktan hem de imalatçı sermayedarlardan “çaldığı” hisse azalacaktı. İmalatçı sermayedarların kâr hadleri daha cazip hale gelecek, daha fazla yatırım ve istihdam sağlayabilecekler ve böylece ülkenin daha müreffeh bir duruma gelmesi temin edilmiş olacaktı. 1846 yılında İngiltere’de hububat üretimini koruyan kanunun kaldırılması, Ricardocu kapitalizmin başarısı olarak kabul edilir.

Bu noktada onun toprak sahiblerine yönelik yoğun eleştirilerinin arka planını faş ettiğine inandığımız bir iktibas yapmak istiyoruz:
“Birçok Avrupa ülkesindeki toprak sahiplerinin aksine, çok uzun bir dönem önce burjuvalaşmış olan İngiliz toprak sahipleri, güçlü siyasal konumları ve sanayi öncesi döneme ait alışkanlıkları nedeniyle, Sanayi Devriminin ortaya çıkardığı sanayi kapitalistleri sınıfıyla çatışma içine girmiştir. Bu olgu, Ricardo’nun kuramsal ve pratik çabalarının anlaşılması bakımından büyük bir öneme sahiptir. Birçok yorumcunun da vurguladığı gibi, Ricardo, sanayi kapitalizminin kuramsal sözcüsüdür. Eserlerinde, İngiltere’de Sanayi Devrimi ile hızla gelişen sanayi kapitalizminin ortaya koyduğu iktisadi ve toplumsal değişimi yansıtmıştır. Ricardo, 1815 yılında yazdığı Düşük Tahıl Fiyatlarının Sermayenin Kârı Üzerindeki Etkisi Üzerine Bir Deneme adlı makalesinde “toprak sahiplerinin çıkarının toplumdaki diğer sınıfların çıkarına her zaman aykırı” olduğunu söylemiştir. Çünkü toprak sahiplerinin, toplumdaki diğer bütün sınıfların zararına olan bir durumdan; besin maddelerinin kıt ve pahalı olmasında çıkarları vardır.” (Doç. Dr. Muammer Kaymak, Özgürlük Dünyası Dergisi, sayı 214)

Ricardo’ya göre, emek arzını belirleyen âmil, nüfus artışıdır. İşçi ücretlerinin tabiî fiyatın üstüne çıkması, daha çok kazanma arzusu duyan işçi kesimini doğurganlığa teşvik ederek nüfusu artırır. Artan nüfus nedeniyle işgücü arzının artması, ücretleri tekrar tabii seviyesine çeker. Emeğin “tabiî fiyatı” ise, emek gücünün “yeniden üretiminde” kullanılan malların üretimine müdahil emek miktarına bağlıdır. Bu seviyenin üzerine çıkan emek fiyatı, (İngiltere dünyaya ve dolayısıyla milletlerarası rekabete kapalı bir ülke olmadığından) sermayenin girişimci ruhunu harekete geçiren kâr hadlerini düşürecek, bu da sırasıyla yatırım, istihdam ve üretimde düşmeye yol açacaktı.

Ricardo ve benzerlerinin muhakemelerinden çıkan teoriler, İngiltere sonraki yüzyılın hâkim gücü olduğundan, dünya için, bilhassa da Avrupa dışında kalan milletler için menfi neticeler vermiştir.
Önemine binaen haftaya da bu konuya devam edeceğiz.

Baran Dergisi 529. Sayı