Yusuf Kaplan: Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu bir külliyat var. Bu külliyat, şakaya gelir bir tarafı olmayan bir külliyat.

Ehl-i Sünnet omurga kendi kendisini mi inşâ olacak? Yoksa merkezi bir fikre ihtiyacı var mı? Biz yeni bir fikir, dil, anlayış ve toplum olarak dünya görüşü olmadan bu işin olmayacağını düşünüyoruz. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Burada iç içe geçmiş birkaç tane mesele var. Birincisi şu: Ehl-i Sünnet omurga Selçuklu’ların Moğollar ve Haçlılara karşı vermiş olduğu mücadeleyle kabaca 500 senede kuruldu. Osmanlı’ların Avrupa’lılara karşı verdiği mücadele sırasında da İslam dünyasının içindeki bir takım fitne-fesat şebekelerine karşı bir mücadele de verildi. Yani Selçuklu ile kuruldu, Osmanlı ile korundu. Yani Ehl-i Sünnet omurga akîdede, fikirde ve siyasette ilk defa İslam dünyasını birleştiren ana kaynaktır. Osmanlı tecrübesi kendisinden önceki tüm Müslümanların yaptığı yolculuklardan ve diğer tüm medeniyetlerin tecrübelerinden ders aldı. Tüm bunların üzerine oturdu. Ve tarihi bir derinlik üretti.

Osmanlı tecrübesindeki tarihi derinlik tarihte yolculuk bakımından bir kemâl noktasıdır. Tarihî yolculuğun nasıl gerçekleştirilebileceği noktasında, bir medeniyetin nasıl bütün ayrıntılarıyla hayata geçirilebileceği konusunda bir kemâl noktasıdır. İkincisi insan tipinde, insan-ı kemâl modeli üzerinden gerçekleştirilmiş bir Osmanlı tecrübesi vardır. Ehl-i Sünnet Omurga aslında hem tarihi derinlik hem de irfânî derinlik üzerinden, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu coğrafyasında hayata geçirildi. Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emevileri ve Selçuklu tecrübelerini kısaca bir gözden geçirmek lâzım. Bu tarihî ve irfânî derinliğin iki zıt özelliği; nasıl oluştuğunu ve bugün bilkuvve bir imkân olarak sadece bizde olduğunu bilmemiz lâzım. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu diyoruz. Neresi burası? Burası Osmanlı medeniyet coğrafyası… Birincisi bu. İkincisi; Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu; Asya, Avrupa ve Afrika’nın kesişme noktasıdır. Kavşak noktasıdır. Ve bütün insanlık tarihi burada yazıldı. Latin Amerika’lıların, Avusturalya’lıların, Asya’lıların filan, tarihin merkez üssü olma özellikleri olmadı. Tarihin akışını şekillendirebilecek bir pozisyonları olmadı. Böyle bir tasavvur, fikir ve dolayısıyla hayat üretemediler.

Böyle bir şeyin yapılabilmesi için de zaten merkez burası. Roma bile kendini alıp burayı taşımış.

Tabiî, tabiî... Evet! Burada mesela Bursevi Hazretlerinin Esmâ-ül Hüsna üzerinden şehirlere davet yaptığı bir okuma var. Muazzam bir okuma. Orada Bursevi Hz., İstanbul’un El-Câmi (Toplanan) ism-i şerifinin nazargâhı olduğunu söyler. Bu çok önemli bir şey... Yani İstanbul düştüğü zaman Mekke ve Medine düşer! Yani bir şekilde İstanbul’un fethi, ardından dışarıdan gelebilecek saldırıların, haçlı saldırılarının nihaî olarak püskürtülebilmesi için Balkanların bir şekilde fethedilmesi lâzım. Öbür taraftan da Yemen tarafının fethedilmesi lâzım. Yemen fethedildiği zaman Hint Okyanus’undan gelebilecek saldırıların, özellikle Portekizlilerin saldırılarının püskürtülmesi mümkün olabilecekti. Yani Balkanlar ve güneyde Yemen ve dolayısıyla Kafkaslar, Mekke ve Medine’nin korunması için zorunlu olarak fethedilmesi gereken yerler. Burada bir şey var. Dün buradaydı, bugün burada değil, yarın burada olabilmesi için bizim burada olmamız lâzım. Bugün burada değil çünkü biz burada değiliz. İnsanlık tarihi son 300 yıl öncesine kadar, burada yapıldı. Bizim bulunduğumuz medeniyet coğrafyasında… Son 300 yıldan itibaren burada yapılmıyor ama “buradan” yapılıyor. Bugün Amerika’lılar buradan çekip gitmiş olsalar, tarih yapabilirler mi?

Yapamazlar!

Denesinler, kendi coğrafyalarına çekilsinler. Latin Amerika’lılarla uğraşsınlar! Hiçbir yer ile uğraşmamalarını isteriz tabiî ama bu alçak adamlar hâkimiyet kurma kaygısı güdüyorlar. Bizim hiçbir zaman kaygımız hâkimiyet kurmak olmamıştır. Bunun altını çiziyorum. Hakikatin izini sürmek ve hakikati, hakikatten mahrum olan coğrafyalara ulaştırmak. Bu içi boş bir laf gibi düşünülebilir. Ama hayır! Ortaya koyduğumuz tecrübe, yakın gelecekte insanlığın neden umudu olduğumuzu gösteren bir tecrübe. Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu’da; tek tek inceleyin; 100 yıldır barış yüzü görülemedi.

Nizam sağlanamadı.

Tabiî ki... Osmanlı 500 sene buraya, adaletin, hakkaniyetin, selimin, selâmetin, dolayısıyla medeniyetin ne olduğunu gösterdi. Ve yerleştirdi. Buna hakikat medeniyeti diyoruz. Yani Batılılar da “uygarlaştırma misyonu” hikâyesiyle benzer bir şey denemediler mi? Böyle bir soru gelebilir. Hayır? Benzer bir şey yapmaları mümkün değil çünkü fetih diye bir kavramları yok. Fetih ile işgal birbiriyle hiç alâkası olmayan zıt kavramlardır. Fetih, hakikatin tüm yönleriyle halka açılmasıdır. Yani “Fatih”lerin yaptığı şey, tüm insanları kucaklamaktır. Bu basit bir şey değil.

Bir bakıma kendini feda ediyor onları kurtarmak için…

Kesinlikle. Fatih’in mesela Bosna’da yayınladığı fermanı düşünün. Bosna fermanı tarihte eşine, benzerine rastlanılır bir şey değil. Bu ve buna benzer hâdiselerin tohumları, örnekler Hazreti Peygamber tarafından, özellikle Medine’de atıldı. Mekke kansız fethedildi. Müslümanlara yaşama hakkı tanımayan müşriklerin, münafıkların zulmünden sonra Mekke Hazreti Peygamber tarafından kansız bir şekilde fethedildi. Medine’de Müslümanlar kendi dünyalarını kurdular. Bu dünyada da önceden kendilerini yok etmeye çalışan herkese de yer verdiler. Bu basit bir şey değil. Yani Batı Uygarlığı; spesifik olarak Avrupa tecrübesi genelde Batı uygarlığı farklı kültürlerle, medeniyetlerle, dinlerle ve etnisitelerle birlikte yaşayabilme tecrübesi üretememiştir. Yani bizim kafamız allak bullak.

Kendi içinde de sağlayamıyorlar bu nizamı.

Üniversallikten falan bahsediyorlar.. Hikâye! En makbul düzlemde, “insan” için geliştirdikleri fikir; “ulus” fikri.  Ulus fikrinin ötesinde bir şey geliştirebilmiş değiller. Biraz Amerikan tecrübesi “supernational”, “ulus-üstü” bir tecrübe. Ona da biz “melt in top” diyoruz. Erime potası! Yani, bütün farklılıkları eriten bir yer. Bizde öyle bir şey yok. O yüzden, çağımızın iki büyük tarih felsefecisinden biri Arnold Joseph Toynbee, bu hikâyeyi gördüğü için “Osmanlı insanlığın geleceğidir” dedi. Bunu Toynbee’nin söylemesine de gerek yok. Tarihi gerçekler ortada! Neden bizim üzerimize geldiklerini biz buradan anlayabiliriz. Türkiye herşeyini kaybetmiştir. Modern tarihte, herşeyini kaybeden tek ülke biziz! Bakın, Araplar mesela.

Dilleri duruyor hiç olmazsa.

Biz herşeyimizi kaybettik yine de 40 senedir Müslümanız. Burada, çevirilerle, Müslümanlıkla buluşmak ile ilgili bir problem var. Yeniler de 20-30 yılda kapacak, meşrutiyetin sıradan bir olay olmadığını, orada çaplı adamların yetiştiğini, Ahmet Cevdet Paşa’nın, Filibeli Ahmed Hilmi, Mustafa Sabri Efendi gibi adamların yetiştiğini bilecek. Mustafa Sabri Efendi, Arapçayı Arap’lar kadar iyi kullanan bir adam. Felsefe konusunda, özellikle çağdaş felsefenin sorunları, açmazları konusunda önemli metinler yazmış bir adam. Arap İslamcılığıyla bizim Osmanlı’da geliştirilen İslamcılık arasında çok ciddi bir derece farkı yok. Bir mahiyet farkı var. Orada bir reaksiyon var, bizde öyle bir şey yok. Olamaz, çünkü burası merkez üssü. Burası çökertildiği için bizim buradan bir reaksiyon geliştirmemiz çok mümkün değil. Yani bir reaksiyon var aslında ama Arap dünyasındaki gibi değil. Arap Dünyasında, bu modernliğin geliştirdiği meydan okumaya karşı müthiş, çok kötü bir savunma psikolojisi geliştirdi. “İslâm akıl dinidir, İslâm terakkiye mânî değildir.” Gibi laflar edildi. Yani İslâmı rasyonalist bir kavram sistemi içinden okumaya çalışan bir reaksiyonel, dolayısıyla yenilgi psikolojisiyle hareket eden bir reaksiyon var arap dünyasında. Mustafa Sabri, Arap dünyasında bunu görüyor ve müdahale ediyor. Dillerini yitirmişler, yerlerini yitirmişler.

Dil, Müslüman zihnin ve dolayısıyla idrakin yerini gösterir. Yer de Müslümanların müşterek kimliklerinin yönünü tayin eder. Dil bizi Mekke’ye götürür. Bize dili veren,  Müslüman idraki kazandıran şey Mekke sürecidir. Yeri tayin eden de Medine sürecidir. Arap dünyasındaki ilk dönem İslâmcılık hareketi hem dilini hem de yerini yitirdi. Osmanlı’da da bunun etkileri görüldü. Çünkü medeniyet olarak 2. Bir krizi yaşıyorsunuz. Ancak arada büyük bir fark var. O yüzden biz toparlanabildik. Herşeyimizi yitirmişiz, Arap dünyası 100 yılda paramparça olmuş. Arap dünyasının yeniden toparlanabilmesi çok zor... Mısır’ı düşürdüler. Çok büyük bir darbe vurdular.

Onlar deforme oldu, biz yok olduk; ama bizim yeniden, sıfırdan bir şey inşaa etme şansımız var. Onların o kargaşa içinden çıkma şansı yok.

Elbette, zaten oraya gelecektim. Söylemek istediğim şey şu: 100 yıl içinde herşeyini kaybettikten sonra yeniden toparlanabilen, yeniden tarihin içine girmeye çalışan, yeniden -Türkiye’nin sınırlarının dışına çıktığınızda net bir biçimde görürsünüz- mazlum halkların umudu olduğunu bilkuvve –henüz bilfiil değil- gösteren bir Türkiye var. Bu öyle geçiştirilebilecek bir şey değil. Bunun nedenleri üzerine kafa yormak lâzım. Dolayısıyla bilkuvveden bilfiil kuvvete nasıl dönüştürebiliriz? Onu düşünmemiz lâzım. Onun için biraz önce tarihî derinlik ve tarihî irfandan bahsetttim. Bunların içini iyi doldurmamız gerekiyor. İnsanlık tarihinde Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine kadar iki büyük yürüyüş gösteren sadece biz varız. Bizim dışımızda, dünya coğrafyasında kuzeyden güneye-güneyden kuzeye, Doğudan Batıya-Batıdan Doğuya bir yürüyüş gerçekleştiren ikinci bir aktör yok. Bu çok önemli bir şey… Avrupalıları dâhil etmiyorum. Onlar sömürgecilik ve emperyalizm tecrübesi ürettiler. Biz öyle bir şey üretmedik. Herkes kendi dinine inanıyor ve herkes kendi dilini konuşuyorsa bitmiştir. Nokta yani. Bizim insanların dillerini, dinlerini değiştirmek; hayatlarını talan etmek, yağmalamak diye bir derdimiz olmadı.

Aradaki fark nedir peki?

Mesela bizde Batı Uygarlığının ontolojisi yoktur. Sadece epistomolojisi vardır. Sokrates ile birlikte bu iş bitmiştir. Sokrates ile birlikte tam anlamıyla –o Frenkçe kelimeyi özellikle kullanacağım- “disconnection” yaşanmıştır. Tanrı ile irtibat kopmuştur, doğa üstüyle, mitolojiyle, yaratıcıyla irtibat kopmuştur. İnsanın yolculuğu insan üzerinden kurulmuştur. İnsan gökten yere düşmüştür. Ve yere düşen insan her bakımdan düşmüştür. Her şeyi yerinden eden bir yertsizlik yurtsuzluk hali başlamıştır. İnsanın herşeyin ölçüsü-ölçütü olması hikâyesi Sokrates ile başlamıştır. Bunu Sokrates öncesi düşünürlere kadar götürebiliriz ama kırılma noktası orası. İrtibat koptuğu için insan hayatın merkezine kendisini yerleştirdi. Kendisi üzerinden dünya kurmaya kalkıştı. Bu da modernizmle beraber tamamiyle zıvanadan çıktı. Orada mesela bedahet diyoruz ama, -İslâm dünyasında da bu tür şeyler var- Descartes’in modernlik tanımı “açık ve anlaşılır” olandır. Buradaki fark şu: Descartes’in “açık ve anlaşılır olan” derken kastettiği şey obje üzerinden, insanın bu dünyadaki yolculuğunun gerçekleştirilmesi… Dolayısıyla epistomoloji sadece bilme çabasını tetikler, olma çabasını yok eder. Epistomoloji, dolayısıyla bilme çabası, sahip olma güdüsünü kışkırtır. İnsan ne kadar çok sahip olursa sahip olduğu şey sonunda ona sahip olur. Bu kaçınılmaz bir şey. Ontolojosi olmayan bir dünyanın gideceği yer burasıdır. Bizde aslolan şey “olmak”tır. Kemal merdivenlerini tırmanmaktır. Bedahet ise, ilmin tarifinde ve ilmin boyutlarının kavranmasında gizlidir. Bizde ilim sadece kesbedilen bir şey değildir. Yani kesbî bir ilimden bahsetmiyoruz. Müslümanları diğerlerinden ayıran özellik aynı zamanda vehbi ilimdir. İlm-i Ledün’dür. İlm-i Ledün olmadan, kesbi ilim bizi dünyayı mutlaklaştırmamızı, putlaştırmamızı; dünyevi olan şeyleri, bedenimizi, bencilliklerimizi, hazzı putlaştırmayı önleyemeyiz. O yüzden bedihî olanı biz vehbi olandan bağımsız düşünemeyiz. Huşû ile kılınan namazda bunu yaşarız. İnsan bu dünyadan el-etek çeker, dünyevi olan herşeyi elinin tersiyle itip, başka bir âleme doğru yolculuğa çıkar. İsmet Özel’in güzel yakaladığı bir durum: “namaz insanı kılar, namaz insanı insan kılar. Bütün kötülüklerden alıkoyar.” Bunun kartezyen felsefedeki açıklıkla ilgisi yoktur. Onlar hayatı sadece görünür âleme, dolayısıyla kabuğa kilitlediler. İnsan yolculuğunu hapsettiler.

İnsanlık Tarihi'nin süreci diyordunuz.

Evet, söylediğim gibi Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine kadar 2 büyük yolculuğu bizden başkası yapamadı. Hindistan’ın bir çabası var. Budizm’in doğduğu zaman Japonya’ya kadar gidiliyor ama Çin’de püskürtülüyor. Çünkü Çin’de birinci sınıf bir medeniyet var. Çin bu Budizm dalgasını bilkuvve neo-konfüçyanizm üzerinden püskürtüyor. Bizim insanlık tarihinde gerçekleştirdiğimiz iki büyük yolculuk var. Bu iki şekilde gerçekleşti. Birincisi Müslüman olmadan önce yaptığımız yolculuklar. Pagan olduğumuz dönemlerde yaptığımız yolculuklar… Yaktık, yıktık. Bu böyle. Ama Müslüman olduktan sonra yaptığımız yolculukta biz İnsan olmanın dolayısıyla insanın yerinin, hakkın, hakkaniyetin, adaletin ne demek olduğunu öğrettik. Bunun altını özellikle çiziyorum. Onun için Fatih’in Bosna’da yayınladığı ferman, tüm insanlığın önünü açacak bir fermandır. İşgal ile fethin birbiriyle alakası olmayan şeyler olduğunu gösteren bir şeydir bu. Orada diyor ki; “Yahudilere ve Hristiyanlara dokunan karşısında beni bulur.” Bu çok önemli bir şey…

Siz Endülüs’ü kökünden kazıyorsunuz, sadece Müslümanları değil, sadece Yahudileri değil, Hristiyanlığın Katolik yorumu dışındaki bütün yorumları da siliyorsunuz, kökünü kazıyorsunuz. Modern tarihte ve Orta Çağ Avrupa’sı tarihinde de farklı kültürler ve dinlerle bir arada yaşama tecrübesi üretememiştir bunlar.

Dünyanın bir ucundan diğer ucuna yaptığımız 2. Yolculuğun bize kazandırdığı şey tarihi derinliktir. Bu tarihi derinlik, kabına sığmazlık biçiminde tezahür ediyor. Bu topraklarda yaşayan insanlar, kabına sığmaz insanlar. Bizim Horasan’dan devşirdiğimiz Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu'nda da önemsediğim kendi köklerini dayandırdıkları bir irfanî ruh var. Bu da iç dünyanın fokur fokur kaynamasını mümkün kılıyor. Yani hem dış dünyaya dönük bir yolculuk var hem de iç dünyaya yönelik.  Bugün insanlık coğrafyasında bu iki özelliği şu veya bu şekilde bilkuvve hatta zaman zaman bilfiil sahip olduğunu gösteren bir toplum yok. Bu iki zıt özellik bizi diri tutuyor. Yani Ehl-i Sünnet omurgayı kurmamız ve korumamızın sırrı burada gizlidir. Ve bu durum bizi bütün aşkınlıklardan kurtarıyor. Mesela tasavvufun Hindistan’da veya Afrika’nın içlerine gittiğimizde Paganizm’e varan aşırılıklarını görüyoruz.  Mistizm ve tasavvuf; biribiriyle hiç alakası olmayan şeyler olmakla birlikte bir şekilde buluştuğu bir yer var. O iç dünyada yapılan yolculuğun bir şekilde şeriat ile kâim olması lâzım. İbn-i Arabî hazretleri şeriat denince durur. Bu böyledir. Mevlana “Men bende-i Kuran'em eğer can dârem; Men hâk-i reh-i Muhammedd-i muhtârem; Ger nakl kuned in kes ez goftârem; Bizârem ezû vu zon suhan bizârem” demiştir. “Kuran yolunda toz toprağım” demiştir. “Kuran’ın tozu toprağı olmayan insandan da uzağım” diyor. Bizde tam kıvamını bulan; iç dünyaya ve dış dünyaya dönük, derinlikli bir yolculuk var. Tüm sapmalardan arındırılmış. Bugün bu toplum bir şekilde halen kendisini toparlayabilecek bir irade gösterebiliyorsa, 100 yıl içinde, yok olmanın eşiğinden, insanlığın önünü açmanın eşiğine gelmişse bu çok önemli bir şey. Bu 2 zıt özelliğin, özellikle Müslüman olduğumuz tarihten sonraki süreçte tezahür ediş biçimi şudur: tarihte başkalarına tecavüz etmeyen ve kendine tecavüz ettirmeyen tek toplum biziz. Bir toplumun toparlanabilmesi, yeniden tarihi bir yolculuğa çıkabilmesi için bu şart!

Sicili temiz değil mi?

Sicili temiz ve kolektif hafızaya sahip. Şu an modernleşme ve sekülerleşme süreciyle hakikatin üstü örtülmüş olabilir ama kesinlikle su akacak ve yatağını bulacak. Yaşadığımız süreç bu. Ama kendimizi de kandırmayalım. Yapılacak bir sürü şey var. Birincisi Müslüman bir dile, dolayısıyla idrak biçimine, zihne ve dolayısıyla bizim İslâmî bir gelecek, dünya, hayat, düşünce, sanat tecrübesinin geliştirilmesini mümkün kılabilecek müstakîm bir yere henüz ulaşamadığımız gerçeği var. Bunun özellikle altını çiziyorum. Dil ve yer sorunu yaşıyoruz. Bunları hallettiğimiz zaman önümüzde kimse duramayacak.

Son yüzyılda iki şey oldu. Yüzyılın başlarında Osmanlı durduruldu ve Dünya tarihi durdu. Yani Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın tarihi durdu. İkincisi de dünyanın dengesi bozuldu. Osmanlı kürenin tam ortasında yer aldığı için ister istemez, her bakımdan denge unsuruydu. Osmanlı bitince denge bozuldu ve dünya birbirine girdi. Dengesini halen bulmuş değil ve bütün bu yaşadıklarımız dengesini bulamadığını göstermektedir. Osmanlının bitirilememesini konuşuyoruz. Yaşadığımız şey Osmanlı’nın bitirilememesidir. Amerika’dan ve Siyonist çevrelerden gelen iğrenç bir Neo-Osmanlıcılık hikâyesi var. Osmanlı fikrini unutturmak için geliştirilmiş bir şey. Bizim buna şiddetle karşı çıkmamız, bu tuzağa düşmememiz lâzım.

Asılın üstü örtülüyor.

Çok güzel söylediniz. Osmanlının durdurulması ile birlikte bu işin bittiğini düşündü Batılılar. Ama yüz yıl sonra geldiğimiz noktada Fas’tan Malezya’ya kadar İslâm dünyasındaki bütün entelektüel, kültürel, siyasî, sosyal, ahlakî hareketler İslâmî omurga üzerinde şekillendi. Ve bunun durdurulması lâzımdı. Bunun için Bernard Lewis gibi tipler oturup kafa patlattılar. Ve orada geliştirdikleri şey; “İslâm’a karşı İslâm” stratejisi idi. Bunun temellerini 70’lerde attılar. “The Roots Of Muslim Rage”  diye bir makalesi vardır. Çok önemlidir. “Müslüman öfkesinin kökleri”… Bunu ne için söylüyor? Hatırlayın, körfez krizi vardı 70’lerde. Kral Faysal –son 200 yıllık süreçte Suudi Arabistan’ın tek adamı- Kissenger’ın kolundan tuttu, petrol kuyularının başına götürdü ve dedi ki “eğer bir numara çevirecek olursanız patlatırım bunları! Biz de havaya uçarız, siz de!” Bunun somut ipuçlarını o dönem gösterdi. Tabiî Faysal’ın defterini dürdüler. Ve İslâm dünyasının toparlanmaya başladığına yönelik bir işaret;  İslâm dünyası ekonomik olarak kendisini bir şekilde ifade ediyor. Biz de varız demeye getiriyor. Bu o kadar önemli değil. Önemli olan biraz önce söylediğim; İslâmın, Müslüman bütün toplumların söylemlerinin omurgası katına yükselmesidir. Bunun durdurulmak için geliştirdikleri stratejinin teorik altyapısını oluşturdular ve Soğuk Savaş’ı bitirdiler. 1989’dan itibaren Nato Genel Sekreteri Willy Claes açıkça ilan etti. “Körfez sisteminin önündeki en büyük tehdit İslâmdır.” dedi. İnsanlar “3. Dünya Savaşı çıkacak mı-çıkmayacak mı?” diye konuşuyor, biz bu savaşı yaşıyoruz. 25 yıldır İslâm ile postmodern bir savaş süreci yaşanıyor. Artık savaşlar modern olmayacak, Amerika, Rusya, Çin falan biribiriyle boğuşmayacak. Böyle bir şey yok. Bunlar çakallık yapacaklar. Kışkırtacaklar. Bir takım yerleri işgal ediyorlar falan ama topyekün bir saldırı yerine örtülü bir saldırı var. Bu daha tehlikeli... İslâma karşı İslâm stratejisi üç projeden oluşuyor. Birinci proje; İslâmı terörle özdeşleştirme projesi. Bunu başardılar. Bunun sonucunda İslamofobi diye bir şey ürettiler. Bu konuda inanılmaz bir mesafe katedildi. Şimdi soru şu: İslâm dünyasında ne var ki, İslamı hedef tahtasına yatırıyorsun da Amerikalıların açıkça yayınladıkları araştırmalarda da görüldüğü üzere bundan 25 yıl sonra Amerika’yı bastırıp tek süper güç olacağı iddia edilen Çin’e karşı bir strateji geliştirmiyorsun? Neden? Tyonbee’den aktarayım: “300 yıl içinde geliştirilmiş 26 medeniyetten 16’sını fiilen yok ettik, 9’unu da fosilleştirdik diyor.” Yani modern tarih bütün bir insanlığa saldırıdır. Bunu konuşmak zorundayız. Biz bunu konuşmadan hiçbir yere gidemeyiz. Bunları konuşunca da adı “Batı düşmanlığı” oluyor. Batı düşmanlığı yapmıyorum, ben Batı’yla savaşıyorum. Yaşanan gerçekliği kimse göz ardı edemez. Bugün dünyanın sorunu, kendi temelini yitirmesi sorunudur. Çağ köleleşmesi diyorum ben buna. Sistematik intihardır bu. Bu iki şekilde tezahür ediyor: birincisi, insanlığın Batı’ya mahkûmiyeti; ikincisi, insanlığın kendinden mahrumiyeti. Yaşadığımız şey bu! Tek bir çağ algısı, düşünme biçimi, varolma biçimi tüm insanlığın düşünme ve varolma biçimine dönüşmemiş midir? Geldiğimiz noktada Amerika’da üretilen kültür ya yeniden üretiliyor ya da tüketiliyor.

Petrol üzerinden dünyanın paylaşımı yapıldı zaten.

Bu işin ayartıcı yanı… Bütün Amerikan başkanlarının yayınladıkları Ulusal Güvenlik Stratejileri var. Bush Doktrini’nde -o dönem Amerika’nın Ulusal Güvenlik Stratejisi- şu söyleniyor: “Amerika’nın Kafkaslar ve Ortadoğu’ya yerleşmesindeki birinci hedef; Hazar bölgesindeki ve Ortadoğu’daki doğalgaz ve petrol yataklarını kontrol etmek değil, Batı uygarlığının hâkimiyetine karşı direnen bir kaynak var; onun durdurulması.”

İslâma karşı İslam stratejisinin birinci projesinde neden Çin’e karşı bir fobi geliştirilmediğini sormuştuk. Çünkü Çin insanlığa yeni bir medeniyet fikri sunmuyor. Yeni bir hakikat sunmuyor. Burada şöyle bir karşılaştırma yapabiliriz. 100 yıl geriye gidelim; Osmanlı Kapitalizm’e direndiği için bilfiil çökmüştür. Osmanlı kapitalizme direndiği için bilkuvve yaşıyor. Bugün Batı uygarlığı dünya üzerinde bilfiil hâkimiyetini sürüyor ama bilkuvve çökmüştür. İnsanlara verebileceği entelektüel, ahlaki, felsefi hiçbir şey yoktur. 1870’lerden itibaren bunun adı konmuştur: Age Of Crisis-Son evre! Bu çöküş dönemin düşünürleri tarafından çok net dile getirilmiştir. Mesela Edmund Husserl Avrupa Bilimlerinin krizinden bahsetmiştir ve dolayısıyla spiritüel scient-manevi bilimleri kurmaya çalışmıştır. Fenomenolojiyi kurmuştur. En büyük adam orada Nietzsche’dir. Nietzsche, ”Avrupa ölülerin evini andırıyor. Avrupa Uygarlığı kangrene yakalanmış bir hastalığı andırıyor, bütün vücuda yayılmak üzeredir” ve “çöl büyüyor” diye haykırıyor. “Eğer Avrupa 200 yıl içerisinde aklını başına devşiremezse çok büyük bir felaketin eşiğine sürüklenecek” diyor. 200 yıl bile sürmüyor. Yarım asır içinde Avrupa gücünün zirvesindeyken, paldır küldür gidiyor tarihten. Yani içinden geçtiğimiz süreçte Batı tüm dünyada hâkimiyet kurmuş, tamam bunu görüyoruz ama bilim felsefecisi Paul Feyerabend’den aktarıyorum: “Batı uygarlığı dünya üzerindeki hâkimiyetini iki şeye borçlu; 1: silah, 2: reklam!” Misyonerliği kastediyor. Retoriğin Atina’da gelişmiş olmasının sebebi bu. Orada siyaset üzerinden bir dünya kurulmuştur. Unutmayalım ki siyaset kurucu değil, koruyucu bir varlıktır. Siyaset ontolojik bir varlık olarak insanı bir bütün olarak anlamlandırabilecek, onun sorunlarını kavrayıp çözüm üretebilecek bir kaynak değildir. Bütün değil bir parçadır.

İslâma karşı İslâm stratejisinin ikinci projesi ise İslâmın protestanlıştırılması projesi. Ehlileştirilmesi, hormonlanmış, klonlanmış bir İslâmın oluşturulması. Burada, özellikle Türkiye’de paralel yapı dediğimiz hikâyeyi çok belirgin bir şekilde yalnızca Türkiye değil küresel ölçekte kullandılar. Bu mesele pek anlaşılmıyor. Ben buna İslâmın hayattan uzaklaştırılması, İslâmın bireyselleştirilmesi diyorum. Kimse anlamıyor. Bizantinizm ile ilişkilendirilince anlaşılıyor. Bizantinizm Konstaniye’nin Hristiyanlığı kabul etmesinden sonra Bizans’ın ilk aşamada Hristiyanlaşması ancak sonraki aşamada Hristiyanlığın Bizanslaşmasıdır. Bizantinizme benzer hareketlerin Paralel yapı üzerinden yürütülmesi durumu var İslâm dünyasında. Paralel yapı dediğimiz şey Türkiye’nin dışındaki İslam coğrafyasında çok daha güçlü.

Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Bu 30-40 yıllık planın belki de ellerinde kalan son ayağı İslâmı içeriden Ilımlı İslâm ile bozmak… Peki bu kadar önemli bir işi özür dileyerek söylüyorum bugün “mayın eşeği” hâline getirmelerine sebep olan faktörler nedir? Bu işte başarılı olduklarını düşünüyor musunuz?

Başarılı oldular. Çünkü İslâmı protestanlaştırma hareketi kaçınılmaz olarak sekülerleşme sürecini getirecektir. Bu süreç sadece Türkiye’den baktığımızda bile toplumun İslâmi kesimlerini bile hızla sekülerleştirdi. Bugün Türkiye rotasını buldu ama istikametini yitirmek üzere. Dün mücahit olan adam müteahhit oldu, şimdi herşeye müsait oldu. Bu çok tehlikeli bir şey… İşin bu tarafını göz ardı edemeyiz.

Tam olarak kaybetmediler şu halleriyle yani öyle mi? Açık olmak onların kaybetmeleri anlamına gelmiyor mu bir bakıma?

Hayır. Paralel yapı kaybetmiş değil. Bir bakıma darbe yedi ama kaybetmiş değil. Mesela Afrika’dan bahsedelim. Önümüzdeki 10-25 yıllık süreç içinde bu hikâye devam ettiği sürece Afrika’daki Müslüman devletleri devirecekler. Tamam sömürgeci devletler, kabul ediyorum ama yerine gelecek olan şey tam da Bizans’ın Hristiyanlığı Bizanslaştırması gibi; küresel sistemin İslâmı sekülerleştirmesi, ehlileştirmesi ve Amerikanlaştırmasına dönüşecek. Küresel sisteme itiraz etmeyen, kökleriyle bütün bağlarını koparmış insanlığa, insanlığa insanlığı hatırlatacak, insan onurunu koruyacağı bir hakikat dünyasını armağan etme imkânımız yok olacak. Bugün mesela Afrika’da sömürgecilerin diktiği adamlar var. Bu adamların elini eteğini çektiğini söyleyemeyiz. Mali’de bir şey oldu; Fransa hayvan gibi saldırdı. Orada hırsızlık, yolsuzluk, ahlaksızlık diz boyu. Bu adamlar hepsinin kasetini yaptılar ve yarın hepsini ortaya döküp devirecekler. Onun için İslâmın protestanlaştırılması meselesi çok kompleks bir mesele. İslâm dünyasında yatay ve dikey düzlemde ruhunun yok edilmesi, ruhsuzlaştırılmış, arındırılmış, yalnızca cesetten ibaret, İslâmın bireysel bir inanç meselesi haline indirgenmiş bir anlayış. Bu çok tehlikeli bir şey…

Şiî ve Selefî vesâir anlayışların yayılması da var.

Evet... Üçüncü proje ise zaten Ehl-i Sünnet omurganın çökertilmesi projesidir. İslâma karşı postmodern savaş sürecinin üçüncü ayağı bu. Ben burada mezebî bir analiz yapmıyorum. Bir Müslüman olarak İslâm dünyasının paramparça olduğu bir zaman diliminde 2. Büyük medeniyet krizini yaşadığımız bu tarihte 13. Yüzyılda yaşanan medeniyet krizinden daha derinlikli, daha büyük bir medeniyet krizi yaşadığımız bu dönemde mezhebi analiz yapamam. Burada siyasî bir durum var. Ona dikkat çekmeye çalışıyorum. Tarihte benzer şeyler yaşandı ama şuanda yaşadığımız şey çok tehlikeli. İslâm dünyasını makro düzlemde mezhebi, mikro düzlemde meşrebi olarak birbirine düşürmek istiyorlar. Bu konuda ciddi bir mesafe katetmiş durumdalar. Nihaî sonucu alamadılar. Müslümanlarda feraset dediğimiz bir şey var. Herşeye rağmen bu feraset gâlip gelebilir. Burada İran’ın önünü açıyorlar. Amerika Irak’ı işgal ederken, nüfusunun %70’inin Şiî olduğunu bilmiyor muydu? Bugün Suriye İran’a teslim edilmiş durumda. Burada bizim –Türkiye’nin- hataları da var. Dış politikada yapılan büyük yanlışlar var. Bangır bangır bağırarak girdik bir oraya. Öyle olmaz. Şu anda herşeye İngilizler düzen veriyor. Kimse biliyor mu? Bütün operasyonları İngilizler yapıyor, oradaki örgütleri birbirine düşürüyor falan.

Bazen Amerika’nın operasyonlarını bile bozuyor.

Tabiî tabiî. Boko Haram diye bir örgüt çıkardılar. İngiliz işi bunlar. Yani CIA ile MI5’ın, MI6’in biribirinden bağımsız çalıştığını mı düşünüyoruz? Böyle bir şey yok. İngilizlerin küresel sistemi bellidir, Amerikalılar sopasıdır.

Şeytanın kendini unutturması gibi, çok güzel kendilerini unutturuyorlar.

Kesinlikle. Bizim Osmanlı metaneti, sabrı, zekâsı ile hareket etmemiz lâzım. Biz oradaki insanları destekleyelim tabii ki ama kimsenin ruhu duymasın. Biz bangır bangır bağırdık. Şu an İran yerleşmiş durumda. Suriye ordusunu eğitiyor. İran’dan 2 hilaf çıktı. Arap yarımadasına bilfiil siyasî bir hilaf çıktı. Türkî cumhuriyetlere bilkuvve kültür olarak bir hilaf çıktı oradan. Şuan Suriye üzerinden Doğu Akdeniz’e açıldı. Doğu Akdeniz’den Kızıl Deniz üzerinden Hint Okyanusu’na açılmak üzere güç kazandı. Körfez ülkeleri açısından Lübnan kilit nokta... Geçen hafta İran’daydım. Dönerken uçakta yanıma bir adam oturdu, konuştuk. Bir işadamı. “Biz böyleyiz, yanar döner ikiyüzlü insanlarız.” dedi.  “Ne biçim konuşuyorsun sen? Devrim karşıtı olduğun için böyle konuşuyorsun!” dedim. “Hayır” dedi, “Ben öyle biri değilim, normal bir İran vatandaşıyım” dedi. İran insan tipi böyle bir takiyye. İkiyüzlü. İrrite edici bir şey gerçi. Bunu söylerken çok mutlu değilim. Yani burada Şia’nın önü açılıyor. Amerika’nın Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu’da son 25 yılda gerçekleştirdiği bütün operasyonlarda iki ülke sürekli galip çıkıyor. 1-İngiltere, 2- İran. Bunu unutmayalım. Selefîler meselesine gelince; tarihte böyle tipler yok. Şuanda neo-selefîlik dediğimiz şey selefsizliktir. Bu, resmen İngiltere’nin Osmanlı’yı durdurmak için kurdukları vahhabilik üzerinden gelişen ve kilit rol oynayan bir hareket. Vahhabilik üzerinden gelen bir hareket ile Osmanlı’nın durdurulmasında büyük rol oynadılar. Şimdi de İslâmın durdurulmasında, yani İslamın önünün açılmasında kilit rol oynayacak Türkiye’nin durdurulmasında, kullanılıyor. Ehl-i Sünnet omurgayı temsil edebilecek tek omurga biziz. Bir Mısır vardı, Mısır’ı düşürdüler. Bizim batı tarafından üzerimize oynanan tüm oyunları püskürtebilmemizin tek çıkar yolu, İslâm tarihini yapan, 3 ana aktör; Türkiye, İran ve Mısır’ın birleştirilmesidir. Avrupa’da İngiltere ve Fransa arasında yapılan 100 yıl savaşları, 1337’de başlayıp ne zaman bitti? İstanbul düşünce! Avrupalıların kıran kırana birbirini boğdukları, ancak ulus devlet üzerinden var olabildikleri bir tecrübeleri var. Bunlar bir şekilde birleşmeye doğru gidiyor. İslâm coğrafyası heterojen değil, homojen! Bu sınırlar yapay, bu sınırların ortadan kaldırılması lâzım. Bu sınırlar aslında bizim zihnimize vurulan prangalardır. Şam ile Konya’nın arasındaki sınır nedir? 1000 sene önce kimse bu sınırlara takılmadı. Sömürgecilerin çizdiği sınırlar bunlar.

Zihnimize çizdiği sınırlar aslında.

Tabii, tabii. Öncelikle zihinlerimizden silmemiz gerek bu sınırları. 100 yıldır İslâm dünyasının sınırları ve sorunları İngilizlerin armağanıdır bize. İngilizler sadece Osmanlı’nın çökertilmesinde değil aynı zamanda Hindistan’ın parçalanmasında da kilit rol oynadılar. Mesela Mirzabeyoğlu’da bu İslâm birliğinin dağılması konusunda çok ilginç noktalara dikkat çeker. Çok özür dileyerek söylüyorum: “İngilizler bütün kavşakları tutmuş yavşaklardır!”

Muhammed Abduh ve Efgani gibi tiplere yardım eden, fikirlerini yayan, kitaplarını bastıran hep İngilizler.

Burada şuna dikkat etmek lâzım: İngilizlerin geliştirdikleri bir Şark Meselesi var. İki ayağı vardır: birincisi Osmanlı’yı Avrupa’dan uzaklaştırmak, ikincisi de Türkleri İslâmdan uzaklaştırmak. Bu Lozan hikâyesine biraz böyle bakmak lâzım. Lozan ile birlikte biz bütün iddialarımızı yitirdik. Yapılan hamle şöyle: topraklarımızı size çiğnetmiyoruz ama bütün medeniyet iddialarımızdan terkediyoruz. İnönü’nün Lozan’dan çıktıktan sonra söylediği laf şu: “artık 100 yıl daha rahat nefes alabileceğiz.” Bu basit bir şey değil. Orada çok zor bir durum var. Lozan’da biz zihnî bağımsızlığımızı yitirdik, bedeni bağımsızlığımızı garanti altına aldık.

Tamamen yok olmaktansa, bir şekilde hayatımızı idame ettirmek için mi?

Elde ettiğimiz bağımsızlık teritoryal bağımsızlık aslında. Toprak bağımsızlığı. Bu da az bir şey değil, onu da söyleyeyim.  Ama asıl bağımsızlık zihni bağımsızlıktır. Cumhuriyet Tarihi boyunca yaşadığımız tecrübe bunu gösteriyor bize.

Hem içeride bu kadar büyük fırsatların doğduğu bir zamandayız. İmkanların doğduğu ve mümkün olma ihtimalinin çok göze battığı bir zamandayız. Hem de dışarıdan bu kadar çok; bu kadar elde edilmiş kazanımların da kaybedilebileceği bir tehdit ile karşı karşıyayız. Burada bizim aydınımız ne yapıyor? Sorumluluğu nedir?

Bence bu yanlış bir soru. Ne demek istediğinizi anlıyorum, sorunun özü doğru ama, katılmadığım şeyler var. Burada sorun şu; gazeteci, dolayısıyla entelektüel; dolayısıyla stratejist, dolayısıyla akademisyenden bir halt olmaz. Gazeteci ufku dar bir adamdır. Günübirlik düşünür. Entelektüel çocuktur, ülkesinin, milletinin sorunları ile ilgilenir ama, çağın bağlamları, kavramları içinden konuşan bir adamdır. Ve çağ aslında bir ağa dönüşmüştür ve bunun farkında bile değildir. Çocuktur yine de. Ağlar, mamasını verirsiniz susar. Stratejist dediğimiz adam, konjönktürlerin fahişesidir, “zamanın ruhu” der dururlar. Zamanın ruhunun içine etmiş durumdayız. Zamanın ruhu derken kastettiği müesses nizam. Reel politiği çok yanlış kullanıyoruz. Reel politik şuanda var olan gerçekler değil var kılınması istenen hakikattir. Tam tersidir. Tasarıdır yani. Zamanın ruhu demek çağın ruhu demektir. Biz eğer bir “çağın ruhu” kavramından bahsedeceksek “bir buçuk çağ ruhundan bahsedebiliriz.” Modernlikle birlikte örtülen bir epok var. Postmodernlik ondan bütünüyle bağımsız değil, ondan ona yarım dedim. Modernlikle birlikte-Marks’ın söylediği doğruydu- katılaşan bir dünya var ettiler, katılaşan dünya buharlaşacaktı ve buharlaştı. Ve dolayısıyla dünyayı nihilizmin eşiğine sürükleyen yine sekülerizmin iki versiyonu şeklinde karşımıza çıkan, başka iki antroposantrist paganizm biçimine tanık oluyoruz. Modernlikle birlikte başlayan birinci sekülerleşme biçimi dinin dünyadan uzaklaştırılmasıydı. Postmodernlikte birlikte yaşadığımız, iliklerimize kadar hissettiğimiz sekülerleşme biçimi de dünyevi olanın dinselleştirilmesidir. Din dışı kutsallıklarda patlamadır. “New-Age” dinleridir falan. Kültür endüstrisi yani medya, spor, film endüstrisi üzerinden üretilen bir paganizm biçimidir. Teknopaganizme dönüşmüştür. Buradan geleceğim nokta şu: stratejist dediğimiz adam tehlikeli bir adam. Yani yalnızca kurulu düzenin dengelerini eksen alarak konuşan adamdır. Yersiz yurtsuzdur. En tehlikeli adam akademisyendir. Akademisyen tuzu kuru, ruhsuz bir adamdır. Üniversitede olan birisi olarak konuşuyorum, Üniversite adamı bitiren bir şey. Akademisyenin sureti haktan gözükür. Aslında sığ bir perspektifi, sığ bir okuma biçimini, hakikatin izini sürme biçimi olarak görmesi çok tehlikeli bir şey. Akılcılık üzerinden yapılan bir okuma biçimi var. Akılcılık hakikatin izini sürmeyi sağlamaz, onun izlerini silmeye yol açar. Çünkü akılcılık mevcut zihnî, siyasî, kültürel yapıların aklanmasıyla sonuçlanır. Akılcılık dediğimiz şey sonuç itibariyle aklamacılıktır. Bunun en önemli nedeni şudur: parçanın bütünü anlama çabasıdır.

Hakikati kendi nefsine mi indirgiyor?

Tabiî tabiî. Hakikati kendinden ibaret hâle getiriyor. Hakikati araçsallaştırıyor. Bakın bu araçsallaşma sözcüğünü de Türkçe’de yanlış kullanıyoruz. Deniyor ki “demokrasiyi araçsallaştırıyor.” Hâlbuki araçsallaştırma kavramı “rasyonalizm” ile birlikte başlamıştır. Araçsal akıl diye bir şey çıkmıştır. Akıl araçsallaştırılmıştır. Aklın araçsallaştırılması ne demek? Aklın zat katına yükseltilmesi demek. Aklın her şeyi belirleyici bir seviyeye yerleştirilmesi demek. Bu çok tehlikeli bir şey.

Konuşmanızın başından beri kavram kargaşası üzerinde duruyorsunuz. Yanlış anladıysam düzeltin lütfen. Kavramlar memleketimizde karmakarışık anlaşıldığı yahut anlaşılmadığı için diyelim, telaffuz ettiğinizde neyi kastettiğniz anlaşılmıyor yahut o kavramı yanlış kullandığınız zaman bir şey ifade edemiyorsunuz.

Mesela bilim bizim kavramımız değildir. Özellikle modern bilim hakikati teslim alma çabasıdır, ilim hakikate teslim olma çabasıdır. Hakikati teslim almaya çalışan adam kim? Descartes! Ne diyor? “Tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız” diyor. Tanrı mısın sen?  Hakikati teslim alma çabası, bilim faaliyeti, seküler bilim faaliyeti sonuçta ne üretecek? Her şeyi teslim almaya dönüşecek. Tekebbür üretecek. Büyüklenmek! Hakikate teslim olma çabası, kişiyi âlim katına yükseltecektir. Ve dolayısıyla Allah’tan ancak âlimler korkar, teslim olur. Onun üreteceği şey tefekkürdür. Büyülenmektir. Kişi büyülenme yetilerini yitirmeye başladığı anda büyüklenme güdüleri tarafından güdülür. Bu kavramları kendi medeniyet dilimizi ve yerimizi iyi belirleyerek kullanmak lâzım. Kastettiğim şey buydu. Dolayısıyla aydın, gazeteci, stratejist değil âlim, ârif ve hâkim lâzım. Bizim ihtiyacını hissettiğimiz, çağ aşacak öncü kuşak profili âlim, ârif ve hâkimdir. Dolayısıyla medeniyet fikri; ilim ve irfan yani hikmet sütunları üzerinden yükselir. İlim ilmel yakin sürecidir, Mekke sürecine denk gelir. İrfan aynel yakin sürecidir, Medine sürecine denk gelir. Hikmet de hakk’el yakin sürecidir, ikisinin toplamına denk gelir. Aydınlanmak ve aydınlatmak! Sen kimsin? Hâlbuki âlim kendisiyle uğraşır, ârif tamamen kendisiyle uğraşır. Hakîme gelince kendisinin ötesinde fena, beka ve bütün cem makamlarının tezahür ettiğini görürüz. Müminden beklenen şey başkasıyla değil kendisiyle uğraşmasıdır. Kendimizi olgunlaştırma yolunda bir şey yapmıyoruz, başkalarını konuşuyoruz. Senin vazifen beyan etmek. İslâmda misyonerlik faaliyeti yoktur. Bu tebliğ faaliyetleri modern dönemde ortaya çıkmış bir şeydir. Ticaret ile yayılmıştır İslâm. Ticaret ile! Ve 50 senede yayılmıştır. O tüccarlar aç gözlü ve kapitalist kafada insanlar değildir. O tüccarlar ribat yolculuğuna çıkmış insanlardır. Rabıta yaşama kaygısı ve heyecanı ile yola çıkan insanlardır. Minimum ölçüde de olsa ilimden nasibini almış insanlardır. Âlim insanlarda vardır aralarında. Hem timsâl hem misâl olmaktır. Hem hâl hem mahâl olmaktır. Hem vasıta hem vasat olmaktır. Vasat ümmete geliyoruz. Vasat ümmet nedir? Ayete bakıyoruz; merkez ümmet demektir. Merkez ümmetin merkezinde kim var? Ayete bakıyoruz; Hazreti Peygamber var. Hazreti Peygamberin özellikleri neler? 3 temel özelliği var: 1- Hakikatin şahidi olacak. Ümmete şahitlik edecek. Hiçbir şekilde konjonktürlere teslim olmayacak, iktidarlara, güç odaklarına göre değil hakikate göre cümle kuracak. 2- Bütün çağların çağrılarının şahidi olacak. Hazreti Âdem’den beri ortaya konan birikimin mirasçısı olacak. 3- Çağının ve çağının çağrısının şahidi olacak. Hazreti Peygamber o yüzden toplumun ortasına gönderilmiştir. Müslüman olmadan önceki sıfatı el-emindir. Müslüman olduktan sonraki sıfatı el-mümin olmuştur. Bu kadar. Mümin kişi dünyada emanet üstlenmiş kişidir. Dolayısıyla dünyada emniyeti teminat altına alacak, selameti sağlayacak kişidir. Bu iş laftan ibaret değildir. Şuan yaşadığımız sürece bakmayın. Bizim yaşadığımız süreç, yaşadığımız medeniyet krizinin bizi savurduğu yerdir. Gökkubbenin çökmesidir. Gökkubbe çökünce dilimizi kaybettik. Dil kaybolunca zihin çözülür, körleşir. İdrak kararır. Kalp göremez hale gelir. Ondan sonra mevcut durumlara, mevcut söylemlere eklemlenmeye kalkışır. Mevcut algılama biçimlerinin üzerine savunma psikolojileri geliştirir. Söylemler geliştirir. Yamanma psikolojisi geliştirir.

“Münevver” derken bile, karşı tarafın diliyle konuştuğunuz zaman bitti.

Tabiî. Çok önemli bir şey söylediğiniz. Çağın körleşmesi derken kastettiğim şey bu. Sistematik intihar. Anlamın anlamını yitirmesi, değerlerin değersizleşmesi, kişinin yerini ve yönünü yitirmesi.

Öyle olduktan, düşmanının dilini kullandıktan sonra istediğin kadar muhalif ol, karşı taraf için bir sorun yok.

Çok güzel bir tesbit. Buradaki sorun şu: kapitalizm varlığını antikapitalist hareketlere borçludur. Dünyanın en tehlikeli adamı Noam Chomsky’dir. Bize kapitalizmin kendisini yeniden üretmesini sağlayabilecek, eksiklerini, gediklerini görmesini ve tamamlamasını sağlayabilecek bir şey vaad ediyor.  İslâm hiçbir fikrin anti’si değildir. Alternatifi değildir.

Merkez ümmet olma meselesi. Ümmileşme olmadan, ümmet olma fikrini geliştiremeyiz biz. “İslam dünyası birleşsin!” Ne ile birleşecek ağabey? İslâm dünyası dediğimiz dünya İslâmın dünyası değil ki. İslamın dünyası olduğu zaman birleşecek. Ümmileştiği, arındığı zaman, kendi idrakini, kendi inancıyla donandığı zaman, dolayısıyla kendi yerini bulduğu zaman, dolayısıyla kendi yönüne kavuştuğu zaman, kendi yolculuğuna başladığı zaman olabilir. Ümmileşmeden ümmetleşilmez.

Abdülhâkim Arvâsi Hazretlerine “Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu için duâ eder misiniz?” diye soruyorlar. O da diyor ki; “Siz Ümmet-i Muhammed’i gösterin, ben kurtulduğunu haber vereyim.“

Çok yerinde bir hatırlatma oldu. Tam bitiş cümlesi oldu.

Yusuf Bey, son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Tabiî ki var. Mirzabeyoğlu’nun ortaya koyduğu bir külliyat var. Bu külliyat, şakaya gelir bir tarafı olmayan bir külliyat. Ciddi bir şekilde kafa patlatmış, sadece Müslümanların değil insanlığın sorunlarını, yükünü omuzunda taşıyan, Üstad’ın tâbiriyle “oluş çilesi çeken” bir düşünür var karşımızda. Bu düşünüre karşı çok ciddi bir kayıtsızlık var, ilgisizlik var. Mirzabeyoğlu’nun fikri üzerinden, kendimi de ortaya koyarak söylüyorum; bu fikrin nerede doğduğunu, nasıl bir şey söylediğini biz aslında dile getirmiş olsaydık, Mirzabeyoğlu bedenen hapishanede olurdu ama zihnen hapishanede olmazdı ve bayram yapardı. Bu bile onun, orada hapis hayatı yaşamadığını, bir medrese-i yusufîye hikâyesine dönüşen, Müslümanların ders almasını sağlayıcı, sorumluluklarını hatırlatıcı bir işaret olurdu. Hem gösterilen hem de gösteren olurdu.

Biraz önce söylediğiniz şeye de muvafık düşüyor sanırım. Kendisi tek başına orada “benim sürecim bu” diyor, onu yaşıyor.

Evet öyle.

Teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için.

Ben teşekkür ederim.  

Aylık Dergisi 117. Sayı Haziran 2014