Vakit Gazetesi ile Altınoluk Turizmin organize ettiği Suriye-Ürdün turuna eşim ve oğlumla birlikte iştirak ettim. 2 Şubat-7 Şubat 2010 tarihleri arasında 5 gün 5 gece. Gaziantep’ten otobüsle hareket Suriyede Şam, Humus, Halep, Busra, Malule ziyaretleri ile Ürdün’de Amman, Petra, Mute ve Ölü deniz ziyaretlerini gerçekleştirdik.
Peygamberler, sahabiler ve evliyalar diyarında gezip Filistin-Kudüs sınırına kadar vardık. Rüya gibi bir gezi oldu ve tadı damağımda kaldı diyebilirim.
Maalesef İslâm topraklarındaki rejimler, İslâmî değil, buna biz de dahiliz.
Salı sabahı İstanbul’dan uçakla erkenden hareket ediyoruz. Maksad Urfa’da ziyaretleri yapmak ve Antep’teki gönüldaşlarla bu vesile ile buluşmak. Avukat Ahmed Cengiz gönüldaşımız sağ olsun bizi Urfa havalimanından alıyor ve Halil-ür Rahman (Balıklı Göl) ve sabır timsali Eyüp Peygamberin çilehanesini ziyaret ediyoruz. Ve Ahmed bizi şehre değil köyüne götürüyor; çok da iyi ediyor. Bahar havasında köyün çimenlerinde gezmek ve alabildiğine geniş arazileri seyretmek beni dinlendirdi. Zihnimdeki düşünceleri ve dünya meşgalelerini unutturdu. Bir kısmı cezaevi arkadaşım olan gönüldaşlarla zamanın akışına dışarıdan baktık adeta.
Hindiler yendi, mırralar içildi, yöresel lezzetler tadıldı, tadımlık dünyada. Fakat, içimizde ve dünyanın üstünde bir şeyler var olduğu da kesin; meselâ insan, insandaki zaman üstü idrak. Dünyadaki varlık sebebimiz ve faaliyet etmek zorunluluğumuz, öteler iştiyakından, dünyaya değerini veren bu. Gaflet değil, gayret…
Ve Suriye
Salı gecesi Suriye yolundayız ve sabah namazında Humus şehrinde Halid bin Velid Hazretleri huzurundayız.
Caminin içinde bulunan Halid Bin Velid’in kabri başında ne yapacağımı bilemiyor ve şaşkın şaşkın dolaşıyorum bir müddet.
Ta 1990’lı yıllarda Taraf dergisinde mezhepsiz ve Şiilere karşı mücadele verirken ziyaretine gittiğim Mahmut Efendi’nin bana Humus ziyaretindeki duasını ve zuhuratını anlatmasını hatırladım:
“Halid Bin Velid Hazretleri buyuruyor. Siz Müslümanlar zayıfsınız. Allaha ihlâsla yalvarmanız lazım, çok çok yalvarmanız lazım.”
İslâm inkilabının gerçekleşmesi sualine Mahmud efendinin aldığı cevap bu ve bunu bana özellikle nakletmesi. Ben bunu ihtilal şuurunu her an diri tutmak olarak da yorumluyorum.
İBDA Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu İdeolocya ve İhtilal eserinde diyor: -“Her şey hazırken onları sıfıra indiren ve tesirsiz kılan bir eksiklik var. İhtilal şuuru!”
Ortam müsait ama bir şey eksik diyorduk ya, acaba bu mu? “Biz şuurluyuz, bir ideolojiye inanıyoruz, kitap da okuyoruz” demek, “ihtilal şuuru” için yeterli mi?.. Tekrar değil, şuur, her an değişen hadiseler zemininde gelişen “ihtilalci ve siyasî şuur” ve bunun aksiyonu gerek. “Kur’an, her ân yenilenen kalplere hitap eder” hikmetince. Şu mısralar bize neyi ifade ediyor acaba?
“İman sahici iman ateş hattında koşu
Bir günü bir gününe eş olmama buluşu.” S.M.
Ölüm döşeğinde Halid bin Velid hazretleri haykırıyor:
-“Verin benim silahlarımı!”
Teker teker hepsini okşuyor ve ağlıyor.
“Niçin üzülüyorsun. Sen hakkıyla cihad yaptın.”
Diyorlar. Halid bin Velid şöyle karşılık veriyor:
-“Şair, “hiçbir efendi yatağında deve gibi ölmemiştir” diyor. Benim vücudumda kılıç yarası olmayan yer yoktur. Keşke ben de Hamza gibi, Musab bin Umayr gibi ölsem ve beni müsle yapsalardı. Allahın huzuruna kulaksız, burunsuz çıksa idim. Korkakların gözü aydın, Halid ölüyor.”
Onun kabri başında, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun Halid bin Velid soyundan olduğunu hatırlıyor ve ona dua ediyorum. Kılıcının keskinliğini ona ve mensuplarına diliyorum.
Suriyeli Arapların camiye girince Halid bin Velid’in türbesini vakarla selamlamaları ve kısa bir duadan sonra saflara geçmesi dikkatimi çekti ve hoşuma gitti.
Kılıç ve Kalem
Halid bin Velid Hazretleri ölüm döşeğinde bile “kılıcımı verin!” diyordu.
Kâfirler ve onların işbirlikçileri ayırmaya kalksa bile, İslâmda ayrılmaz ikili olan kılıç ve kalemin, kalem ehlinden bir başka büyüğü Şam’a varınca ziyaret ediyoruz. Batın yolu büyüklerinden veli-mütefekkir Muhyiddin-i Arabî Hazretleri. 500 üzerinde eser sahibi. Endülüsten çıkıp Anadolu topraklarına yerleşmiş, Sadrettin Konevîye hocalık yapmış ve üvey babası olmuş. Kerameti açık olan bir zat. Arapların Şeyh-ül Ekber, Batılıların İbn-ül Arabî dedikleri zat. İBDA külliyatının temellerinden biri olan büyük veli.
Hafif çiseleyen bir yağmurda ve üstü açık kamyonetlerle Şam-ı Şerif’in tepesindeki Mevlana Halid Bağdadî Hazretlerinin türbesine çıkıyoruz. Türbede oturup kafilece sesli zikir yapıyoruz, rehberimiz eşliğinde.
Zahir ve Batın Ehlini birleştiren (zül cenaheyn) Mevlana Halid Bağdadî Hazretlerinden, fikir ve eylemi yani kılıç ve kalemi birleştirmeyi, bunun çile, sabır ve sebatına ermeyi diledim.
Vahdettin Han’da
Hüzün Vardı
Abdülhamid Han’ın yaptırdığı Hicaz demiryolunun Şam istasyonu önünden geçerek, Mimar Sinan’ın kalfalık döneminde yaptığı “Biz Osmanlıyız!” diyen ve şu an bakıma muhtaç ve kapalı Süleymaniye Camiî avlusundaki Osmanlı mezarları arasında Vahdettin Hanı ziyaret ediyoruz. Kabri de kendi mahzunluğunu hatırlatıyor adeta. Rehberimiz Fevzi Hoca duygusal bir konuşma yapıyor. Gözyaşı ve tekbirlerle karşılık buluyor:
“Küfür diyarında vefat eden ecdadımız Osmanlı Sultanı ve Halifesi Vahdettin Han’a “vatan haini” diyen alçaklara da sesleniyorum. Sadece saraydaki Kaşıkcı elmasını yanında götürse idi, dünyanın en zengin adamı olacaktı Vahdettin Han. Kızının çeyizini bile yanında götürmemiş, küfür diyarında yoksulluk içinde ölmüş ve tabutuna bile haciz konmuştur. Suriyeli bir işadamı borçlarını ödeyerek, “beni ezan okunan vatan toprağına gömün!” vasiyetini de yerine getirerek Şam’a defnedilmiştir.
M. Kemal’i Anadoludaki milli direnişi örgütlesin diye devletin gemisiyle gönderen ve ona para veren Vahdettin Han’dır. Tarihçi Enver Ziya Karal’da mektubu vardır. Ecevit bile, “Vahdettin, vatan haini değildir” demiştir. Vahdettin Han, çoğu büyüğün işaret ettiği üzere veli bir zattır.”
Allah Resûlünün vefatından sonra Medine’de duramayan ve Şam’a yerleşen ve göğsünde değirmen taşı yuvarlanırken “dönmem” diyen, “M…….d Peygamberdir” diyen ilk Müslüman yüce sahabi Bilal-i Habeşi de Şam’da.
Bilalî Habeşinin türbesinin olduğu yerde Ehli Beytten birçok kabir var ve güya Ehli Beyt sevgisi olan Şiiler buraları adeta işgal etmişler. Rehber bizi uyarıyor, Şiilerin hırsızlıklarına karşı. Eğer onlar kalabalıksa türbelerin içine girmiyoruz, dışarıdan ziyaret ediyoruz. Kerbeladan geldiği rivayet edilen 14 kesik baş burada defnolunmuş.
Hakkında Abese süresi nazil olan âmâ sahabî Abdullah Bin Ebî Mektub ve Hanefî fıkhının belkemiği sayılan fakih İbn Abidinin de kabirlerini ziyaret ettik.
Hz. Hüseyin efendimizin kesik başı ise Şam Emeviye Camii avlusunda. Şansımıza şiiler yoktu rahat rahat ziyaret ettik. Şehidlerin başbuğu Hz. Hüseyinden şefaat diledik. “Tek kalsan da dönmeyeceksin” diyen Peygamber torunundan.
Şam Emeviye Camiî, büyük İslâm eserlerinden. Bir rivayete göre 4. kutsal mabedi. Hz. İsa’nın yeryüzüne ineceği yer olarak rivayet edilen Akminare orada.
Şam fethedilince Hz. Ömer orada cami inşa etmek istemiş, fakat oradaki kiliseyi rıza ile satın alamayınca yanına inşa etmiş. Asırlar sonra Velid b. Abdülmelik bedelinin üç katını vererek ve başka yerde mabed yeri göstererek ve onların rızasıyla kiliseyi camiye katmış. Müslüman idareciler asırlardır rıza şartına uymak için beklemişler. Şimdi ise emperyalist devletler başka ülkeleri iliğine kadar sömürüyor. Yetmiyor evlerimize kadar giriyor, yiyeceklerimize kadar müdahale ediyor.
Şam Emeviye Camiine kuzey kapısından giriyoruz, Selahaddin-i Eyyubîyi ziyaret etmek için. Hatibin hutbede “güleryüzlü olun” tarzında sulh ve sukunet tavsiyelerini zamanın manasına uygun görmeyen idrak ve anlayış sahibi Kumandan Selahaddin-i Eyyubî müdahale eder:
-“Kudüs işgal altında iken değil gülmek, kadınıyla nasıl yatar bir Müslüman?”
İlk Türk Hava Şehitleri de Selahaddin’in yanında yatıyor 1914-1915 yılları. Osmanlı-Türk şehitlerine Fatiha okuyoruz.
Araplarda bizdekinin aksine camilerin ortasında kabirler var. Şam Emeviye Cami içinde Hz. Yahya’nın kabri var, vaftiz havuzu var. Şehid Peygamberden şehidlik şuuruyla iş yapmayı dua ettim. Orada, Hızır Aleyhisselamın iki makamı var. Kıble tarafındaki iç duvarda yeşil bir yazı ile iki yerde işaretlenmiş. Muhyiddin-i Arabî hazretleri ile Mevlana Hâlid-i Bağdadî ile burada görüştüğü rivayet ediliyor Hızır Aleyhisselamın.
Şam Emeviye Camiinde, 200 sene önce Konya’dan Şam’a göç etmiş Türk asıllı biri ile karşılaştık. Bizi görünce hararetle kucakladı. İsmi Faruk, mesleği mühendis, 60 yaşlarında. “İslâm’ın kalesi Türkiye’dir” diyor. Ona, şu ân Türkiye’deki Batıcı rejimle savaşan İslâm’ın kumandanı Salih Mirzabeyoğlu’nun ağırlaştırılmış müebbed hapiste olduğunu söyledim. “Hizbullah mı” diye sordu. “Cemaat-i İbda” dedim. Bol bol dua etti. “Necmettin Erbakan hapiste mi?” diye sordu. “Hayır” dedim. “Sevip sevmediğimi” sordu. “Severiz” dedim başka ülkedeki bir Müslüman’a.
Suriye-Şam-Mimarisi-Ekonomisi Ve Toplumu
Şam, eski bir şehir. Modernle eski arası da diyebiliriz. Mimariye gri renk hakim ve güzel duruyor; şehrin tepelerinde bilgisayar savaş oyunlarına konu olan, tek katlı ve sıralı hepsi birbirinin aynı evler. Cami mimarileri köşeli ve yüksek duvarlı. Fakat Osmanlı mimarisine ulaşacak gibi değil.
Suriye ambargo altında, ABD karşıtı cephede yer aldığı için. Ekonomisinden bu görülüyor. Halkı fakir, fakat gençleri öfkeli, ambargodan ve dışlanmışlıktan dolayı. Kuvvetli bir Müslüman nüfus var. Gençleri camide, serseri gençliğe pek rastlamadık. Suriye’de iktidarda Şii-Nusayri’ler var, onlar ülkenin %15’ini oluşturuyor. Suriye’nin %75’i Sünnî ve sağlam Sünnîler var. Yüzde 10 gayrimüslim var. Meşhur Hama isyanını (1982) Şiî-Nusayrî Hafız Esad, katliamla durdurabildi ancak. Müslümanlar tarafından 30.000 şehid verildi. İktidarda katliamcının oğlu olsa bile şimdi her şey değişti, ne Suriye eski Suriye, ne dünya eski dünya artık. Suriye de bir potansiyel var, kapı komşumuz zaten. Türk öğrenciler de var. İhmal edilmeyecek bir yer, kökü sağlam.
Tarım ve hizmet sektörü gelişmiş. Köylerdeki nüfus yoğun. Ulaştırma sektöründe çalışılıyor. Organik tarımda ileriler… Tarım ürünleri, hayvancılık var. Narenciye ve seracılık da...
Zeytinyağında Yunanistan’dan sonra ikinci geliyor.
Petrol kendine yetecek kadar.
18 milyon nufüs. Km2 ye yüz kişi düşüyor.
Hz. Muaviye’nin türbesi Şam Emeviye camiî yakınında, Akminare yönünde, ve üzerinde ise “Türbet-ül Muaviye” yazıyor, büyük kubbesi var. Evkaf Bakanlığı özel izniyle giriliyor. Bu hususu otobüsteki Mahmud Efendi’ye yakın gençler tarafından öğrendim ve bana daha sonra internetten türbenin fotoğraflarını da gönderdiler.
Kafile halinde Zekeriya Camiine gidiyoruz. Yolda gördüğümüz Mescid-il Edras’ın hikayesi şu: Sahabiler Haleb’i fethettiği zaman kılıçlarını burada çatmışlar… “Çoğu gitti azı kaldı” inşallah.
Şu an müze olan Halep Bîmarhanesini (akıl hastanesi) ziyaret ediyor, müzik ve su ile nasıl tedavi ettiklerini görüyoruz.
Mimar Sinan’ın Keremiye Camiine ziyaret.
Osmanlı eserlerinin kapısında “ahdi Osmanî” tabelası koymuşlar.
Allah Resûlünün mübarek ayak izlerini bir küçük camide ziyaret ettikten sonra şehid Zekeriya Peygamberin kabrinin bulunduğu Halep Emeviye Camiini ziyaret ediyoruz. Dev bir eser ve etrafında Halep kapalı çarşısı.
Halep’ten önce, Hama’ya 40 km. mesafede olan Deyrüş-Şarkî’de Ömer bin Abdulaziz’i ziyaret ettik. Hazreti Ömer’in torunu ve Emevilerden büyük bir halife. Caminin ortasında yerden bir karış yükseklikte üç mezar:
Ömer bin Abdulaziz, eşi Fatıma ve hizmetkârı Yahya El-Mağribî yatmaktalar.
Büyük ve âdil halifenin huzurunda hukuk, nizam ve idare ruhu ve idarecilik sanatını talep ve tefekkür ettim.
Suriye’den Ürdün’e geçtik. Ürdün asıllı rehberimiz Mahir Momani, Ankara Fen Fakültesi Jeoloji mezunu, kırık ve tatlı Türkçesiyle konuşuyor, bize Ürdünü ve gezilecek yerleri anlatıyor:
Irak işgali hakkında.
Halk olarak Saddam Hüseyin’i çok severdik. Bizim eski kral Hüseyin de severdi Saddam’ı.
“Saddam Hüseyin zalimdi, halkı öldürdü” lafı yalandır. Saddam kaç kişiyi öldürdü 10.000 kişiyi bile öldürmedi. ABD geldiğinde 2 milyon öldürdü. Saddam 74 yaşındaydı kaç sene daha yaşayacaktı. Şehid oldu.
Saddam Hüseyin hediye olarak Ürdün’ün yıllık petrol tüketimin yarısını bedava verirdi.
Saddam Hüseyin’den önce İsrail’e vuran yoktu.
ABD, Irak’ı Yahudiler için, Yahudilerin güvenliği için işgal etti.
Osmanlı İmparatorluğu Ürdün’de 4 üniversite açtı, 3 tanesi halâ aktif.
Hicaz demiryolları yalnız Ürdün’de çalışıyor. Bunu biliyor muydunuz? Fosfat madenini bu demiryolunu kullanarak ihraç ediyoruz, Suudi Arabistan ve Akabeye gidiyor.
Bizim halkımız II. Sultan Abdulhamid’in duruşu ve görüşlerini düşünüyor ve onun hasretini özlüyor. Bu olsa bize kimse yanaşamazdı.
Ürdün nüfusu 6 milyon. 12 ilimiz var. Başkent Amman en kalabalık nüfusa sahip 2 milyon.
Tarım bölgeleri var. Ülke toprağının % 6’sı verimli ve ihracat yapılıyor. Ekvator meyve-sebzeleri var. Zeytinyağı üretiminde dünyada 6. geliyoruz.
Su sorunumuz var. Bir Türk şirketi var, Ürdün çölünden yer altı suyunu Amman’a getirecek.
SORU: Ortadoğu’da bütün İslâm ülkeleri ya savaş ya iç savaş ya da ambargo altında iken Ürdün refah içinde yaşıyor. Bunun ıstırabını duyuyor musunuz?
CEVAP: Kesinlikle halk bunun farkında. Biz okuyan, eğitimli  bir milletiz. Yukarıyla ilgimiz yok. Halkla tepedekilerin politikaları aynı değil.
Ne yaptı gördün mü Ürdün’lü Doktor Halil El Balavi? (7 CIA ajanını Afganistanda havaya uçuran şehadet eylemcisinden gururlanarak bahsediyor.)
Bizim halkımız ihanet etmez.
Bizim halkımız satmaz.
Şehid El Balavi’nin eşi Defne Bayrak’ın İBDA’cı Haftalık Baran Dergisin’de yazdığını öğrenmesi üzerine ise
-“İyi, iyi çok iyi. Desteklemek lazım” karşılığını veriyor. 
32 dinara girdiğimiz Petra, dünyanın ikinci harikası. Soğuk rüzgar ve yer yer kar yağışına rağmen görmeye değecek, enteresan bir yer. Tamamı 17 kilometre iken, biz 2 kilometrelik bir alanı 2,5-3 saatte gezdik ve geri döndük. 1-2 kilometrelik kanyonu gezdik. Kayaları oyup şehir yapmışlar. Su kanalları, kral mezarları, kayalara oyulmuş tanrı heykelleri, ölülerini kuşlara yem olarak bıraktıkları cin kayalıkları, hazine binası, tiyatro vs. görebildiklerimiz.
M.Ö. 312 M.S. 316 yıllarında bir Arap kavmi olan Nebatiler kurmuş Petra’yı.
Petra ziyaretini öğlende bitirdikten ve Cumayı da Petra’da Araplarla eda edip ve hutbede hatipin tüm savaşan Müslümanlara duasına amin dedikten sonra ve de Cuma sonrası kaybolan iki arkadaşı 1 saat kadar aradıktan sonra Amman yolundayız.
Mû’te şehidleri bu yol üzerinde. Rehberimizi bir iki kere yokluyorum. “Mümkün değil kardan yollar kapalı” diyor. “Zaten bu havada dağa çıkmamız mümkün değil” diyor. Fakat Petra ziyaretinde olduğu gibi, kadınların diğer otobüsteki isyanı işe yaradı ve Mû’te’ye yöneldik.
Kar-tipi altında, ayakkabılarımız ıslana ıslana çok güzel ziyaretler yaptık. Önce Mû’te cenginin geçtiği meydandayız. Camide akşam namazını kıldık. Ve üç büyük şehid sahabîyi gördük. Mû’te ziyareti, gerek gidiş maceramız gerekse oradaki hava muhalefeti açısından bir nevi cenge gider gibi oldu. Hatta o tipi ve rüzgar altında cami avlusunda abdest alana, “bir abdest, bir cennet” diye espri yapıldı.
Çocukluğundan beri Allah Resûlüne hizmet eden ve onu almaya gelen ana-babasıyla gitmeyen azatlı köle ve daha sonra ordu kumandanı olan Mû’te’de ilk şehid düşen Zeyd bin Harise. Büyük sahabînin huzurunda olmak duygulu anlara yol açıyor. Çocukluğundan beri tertemiz bir hayat, tertemiz bir ölümle yani şehadetle taçlanıyor. Şimdi bazı “Ilımlı Müslümanların” nefretle karşıladığı ve veba ileti gibi kaçtığı şehidlik nimetine kavuşuyor. Kimseyi de küçük görmeyelim. Allah bir köleden bir şehid yapar. Halka tepeden bakan bunu da ideolojik üstünlük sayan anlayışın yanlışlığını tefekkür ettim mezar başında.
Allah Resûlünün elçisini öldüren Roma Valisi Şurahbil bin Amr üzerine, elçinin intikamını almak için tertip ediliyor Mû’te cengi.
Kainatın Efendisi Medine den savaş meydanını görürcesine anlatıyordu. “Sancağı Cafer aldı o da şehit düştü. Şimdi Abdullah bin Revaha aldı. Bir an tereddüt. O da ileri atıldı ve şehit düştü.”
Allah Resûlünün sevdiği amcaoğlu Cafer bin Ebi Talip. Hz. Ali’nin kardeşi. Onun hicreti üzerine Allah Resûlü, “Cafere mi sevineyim, Hayberin fethine mi?” diyecek kadar severdi onu. Kolları kesildi sancağı bırakmadı ve uçarak cennete gitti, “Cafer-i Tayyar” oldu.
Görevliyi gece vakti bulup Abdullah bin Revaha’nın kabrini açtırdık ve ziyaretimizi yaptık.
Abdullah bin Revaha şehid olmadan önce gözlerinin önüne üç hanımı geldi, onları boşadım dedi, evleri-köşkleri geldi, onları terk ettim dedi ve aleyhte seyreden bir cengin ortasına atıldı. İslâm’ın izzetini korudu ve Peygamberin yolundan gitti.
Bunun üzerine, Mû’te Cenginde elinde 9 kılıç kırılan Halid bin Velid ordu kumandanlığına geçti. Öndekileri arkaya arkadakileri öne, sağdakileri sola, soldakileri sağa geçirdi, atlılara toz-duman çıkardı ve sabah saldırdı. Şurahbil kafirini öldürdü ve düşmanı dağıttı. 3.000 kişiyle 100.000 kişiye karşı zafer kazandı ve 14 şehidle geriye döndü. “Seyfullah-Allahın çekilmiş kılıcı” lakabını aldı Allah’tan.
Amman’da, taş kaplama binaların rengi krem. Kışın soğuktan yazın sıcaktan koruyor. Su geçirmiyor sıva, boya masrafı yok. 15 senede bir basınçlı kumla temizlik yapılıyor.
Şehrin görüntüsü sade, taş kaplama binalar şehre bütünlük kazandırıyor. İstanbul’daki her biri ayrı biçim ve renkteki binaların göz yorucu cümbüş görüntüsü yok. Bilakis gözü dinlendirici oluyor, imar durumu 4 kata kadar idi; bu sınırlama iyi ama yeni artırılmış.
Petra ve Mû’te dönüşü Amman’da bir gece kaldıktan sonra sabah berrak ve güneşli bir havada Lut gölü de denilen Ölüdenize gittik. Filistin sınırında ve hava berrak olduğu için karşı tepede Kudüs uzaktan görülüyor. Tabii İsrail’in işgali altında, tüm Filistin toprakları olduğu gibi.
Rehberimiz Fevzi Hoca, Ölüdenize karşı haykırıyor.
“Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma!”
Ölüdeniz yani Lut gölü, sapkınlıklarından dolayı Lut kavminin ilahî azaba uğrayıp taş kesildiği mekân.
Ölüdeniz, dünyanın en tuzlu denizi. 12 mineral var, denizde hiçbir canlı yaşamaz. Onun için Ölüdeniz denmiş. Denizden 420 metre aşağıda. Yağmur çok az yağar, yere düşmeden buharlaşır. Yazın 46 derece olur. Deri hastalıkları için gelen turistler var, 1 ay kalıyorlar.
Ölüdenizde insan batmaz, zeytinyağına benzer. Kitap okuyabilir, yemek yiyebilirsiniz.
Lut kavminin helak olduğu, taş kesildiği Ölüdeniz hakkında Allah Resûlü buyuruyor:
“Ölüdenizden hızlı geçin. Ziyarete giderseniz kısa tutun.”
Vakit Gazetesi’nin organize ettiği bu gezide, İstanbul ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen millî ve manevî değerli arkadaşlarla yolculuk ettim. Sistemle bağları yok, Akıncı ve Millî Görüş temelliler, AKP’ye yakın duruyorlar, okudukları Vakit Gazetesi’nden olsa gerek, Saadete ise uzak, Müslümanlara yapılan zulümlere öfkeliler ve genelde Fetullaha uzak ve bize yakınlar. “Düşmanın silahıyla silahlanmaya” inanıyorlar ama yorumlar ve çaplar farklı. Birbirlerini suçlamak istemiyorlar eski cemaatçilik yok artık. Yorum ve mizaç özellikleriyle bir Anadolu birliği yaptık diyebiliriz. Gümrükte beklemeler(bilhassa Ürdün gümrüğünde), hava durumunun beklenenden soğuk olması ve toplam 4000 km. yolculukta otobüs klimasının bozukluğu gibi bazı aksaklıklara göğüs gerdiler. Farklı kişilerin farklı ortamlarda bir arada bulunmasından doğan sıkıntıları da aşmasını bildiler. Müslümanlık davasına gönül vermenin avantajıyla sorunlar aşıldı. Zaten mekânlarının yüceliği de sorunları çarçabuk unutturdu.
İçlerinde öyle arkadaşlar var ki, Akıncı Güç dergisinin 1979’da çıktığı ve benim unuttuğum hanın ismini bana hatırlattı. Talas hanı. Bu Çankırılı cefakâr arkadaş (Ethem Darendeli) Sakarya Türküsünü ezbere okur.
Herkes Vahdettin Han türbesinde ağlar. “Ecdadımızın kabri niye vatanımızda, İstanbulda değil?” der…
Kimse namazların cem edilmesine sıcak bakmaz. Şafilerde bu uygulama varmış.
Yorucu fakat dolu dolu geçen yolculuktan herkes memnun kalır. Telefonlar, adresler karşılıklı verilir.
Bütün yolcularda olduğu gibi kendinde Ehli Sünnet hassasiyetini gördüğüm Ankara’dan ticâretle meşgul Yusuf Elmalı, dava hizmetkârlığı ve eskimez akıncılığı ile Çankırı’dan Ethem Darendeli, yine Çankırı’dan vedalaşırken bana dua eden Hasan Hüseyin Demir, dostluğuyla Ekrem Kızıltaş, güzel Kur’an tilaveti ve ilahileriyle Mütahir Bey ve Aylık dergisinin eski abonesi olan ve Alevilere karşı duruşuyla Hatay’dan yeminli mâli müşavir Selahattin Koşak, Malatya’dan özverili Nurzat Bağdatlı, sessiz ve sakin haliyle Din görevlisi Necdet Özdil, İngilizce öğretmeni Mustafa ve güngörmüşlüğüyle tanıdığım İlyas dayı, Beykoz’dan Fazlı abi ve duygulu konuşmaları ve emektarlığı ile rehberimiz Fevzi Hoca sayabileceğim arkadaşlardan.
Fizikî, içtimaî ve ruhî tecrübeler edindiğim bu gezi bence faydalı oldu ve sizle paylaşmak istedim. Beş gün boyunca boşa geçen zamanım olmadı diyebilirim.
Petra-Amman yolu üzerinde Abdülhamid Han’ın Hicaz demiryolunu görüyoruz. Abdülhamid Han, Hicaz demiryolunu, o zamanki ray standartlarından farklı yaptırmış. Bir şey olur, buraları Batılılar işgal ederse kullanamasınlar diye. Uzaktan bile fark ediliyor 140 cm imiş, standardı 1.60 cm. imiş…
Hicaz demiryolu, Mekke’ye 50 kilometre kala, Allah Resûlü gürültüden rahatsız olmasın diye, rayların altına keçe döşetmiş Ulu Hakan Abdülhamid Han.
Abdülhamid Han’ı Selanik sürgününden İstanbul’a getirecekler, Balkan Harbindeki kötü gidişten dolayı. Abdülhamid Han kendisini almaya gelen paşayı şöyle eleştiriyor:
“O kadar akılsız mısınız? Bulgar çetelerine para verip, Yunan kiliselerini bombalamadınız mı?”
İttihat ve Terakki değil bunu yapmak, Balkanlardaki farklı kilise ihtilaflarını kaldırıp, düşmanlarını barıştırmışlar. Sanki Osmanlıyı yıkmak için kurulmuş bir teşkilat İttihat ve Terakki. Onun çocuğu ise Türkiye Cumhuriyeti.
Ve, İslam âleminin Türkiye’den tarihi misyonunu beklediğini ifade etmeliyim. Bayrak bizde düştü bizde kalkacak inşallah! “İslâmın Kumandanı” etrafında kümelenerek inşallah!
 
 
Baran Dergisi 162-163. Sayı
18 Şubat-25 Şubat 2010
Güncelleme Tarihi: Mayıs 2013