Toplum olarak bencilliğin hududunu zorladığımızın farkında mıyız? Tahammülsüz fertler olduk. Bir başkasının sesini duymak dahi bizi yoruyor artık. Yoldan geçerken birine selam vermekten kaçındığımız vakitler de yok değil. "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" misalindeki gibi, kimsenin bize bir şey sormasına ve yanımıza yaklaşmasına katlanamıyoruz. Bunlar ufak tefek sorunlarmış gibi gözüküyor olabilir; fakat öyle değil. Bir selâm, kalpten bir tebessüm ve hâl hatır sormak son derece ehemmiyetli bir şeydir.

Alt komşunun üst komşudan haberi yok. Aynı binada oturup da birbirini tanımamak ne kadar absürt. İnsanlar kendi hayatını, kendi elleriyle yalnızlaştırmıştır. Akşama kadar çalışan ferdler, mesai bitiminde birkaç saat “rahatlamak” maksadıyla dışarıya çıkıyor. Günün neredeyse tamamı dışarıda geçerse, komşular birbirlerini nasıl tanır? “Yalnızlaşmak” moda hâline geldi. Otobüslerde bile “merhaba, iyi günler” diyenler çok azaldı... Neredeyse yok... Herkes kulaklık takıp bir şeylerle meşgul olup gerçek hayattan kopuyor.

Neden? Ne oldu? Ne değişti? Bu sorular ile muhatap olmalıyız artık. Bu sorular kimi vakit bizi esareti altına da alabilir. Almalıdır da. Her insan bunu kendisine sorsun! Niçin böyle olduk? Niçin her birimiz eskiye hasret duyuyoruz? Eskinin güzelliği, cazibesi neden şimdilerde yok? Hâlbuki imkanlar çok genişledi, işlerin kolaylaşması gerekirken daha zor bir hâl aldı. Mesela bayramlar sıla-i rahim yapabilmek adına bulunmaz bir nimetti. Artık kaçış için, kendince “rahatlamak” bahanesiyle, insanlardan uzaklaşıp, an’anelerimize ters hareket ediyoruz. Büyükler hürmet görmekten mahrum, örf bitik, küçükler ise yerini bilmiyor. Hayatın zorluğundan yakınanlar da kendi rahatlığı için kaçış peşinde. Halit b. Zeyd (Ebu Eyyüb el-Ensarî) Hazretleri’nin rivayet ettiği hadise bakalım... Bir Hz. Peygamber'e gelerek: "Yâ Rêsûlallah; beni Cennete sokacak bir ibadet söyler misiniz? dedi... Rêsûlüllah şu cevabı verdi: Allah'a ibadet edip ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayıp, namaz kılar, zekât verir ve sıla-i rahm edesin..."(1) Resûller Resûlü’nün buyurduğu gibi, böylesi bir ibadetin kıymeti malum iken insanlar niçin bu kadar boş vermişlik içinde acaba?

Bu meseleye başka bir bakış katalım... Etrafımızda ne kadar çok taş yığını var fark ettiniz mi? Yüksek binalar, sıkışık evler, köprüler, yollar... Tamam bunlar hayatımıza kolaylık getiriyor olabilir fakat tabiattan uzak bir hayat sürüyoruz. İnsanı sıkmak, taşlara boğmak ve estetikten uzak yaptırımlara maruz bırakmak ruhî dinginliğe de maraz bulaştırmaktadır. Ruhu dinlenmeyen, tabiattan uzak kalan insanın çevreyi idrak etmesi bir kenara dursun, kendi iç sesine yabancılaşır, onu duyamaz. Hal böyle olunca da zihin ve bedenin irtibatına halel gelir. Çevresine karşı vurdumduymaz olan kimse, ruhuna yabancılaşır.

Bu minvalde geleceğimiz adına bir tehlike de çocuklarımız olmaktadır. Onlar için yaşanması mümkün bir hayat oluşturmak ilk önce ebeveynlerin vazifesidir. Eskiden komşu çocukları kardeş gibiydi, onların ailesi diğer çocuklara sahip çıkar, karnını doyurur, cebine harçlık koyardı. Şimdilerde öyle değil... Yâni, demem o ki; her fert kendini ve ailesini tashih etse toplum olarak daha güzel yerlere geliriz Allah’ın izniyle. Allah bizleri ve zürriyetimizi murad ettiği şekil üzere muhafaza buyursun.

Kaynaklar

1) Buharî, Zekât, 1

Baran Dergisi 718.Sayı