Elmalılı’ya göre vakıf mallarının şart kılındığı cihet zikredilince, ismen veya vasfen tayini şarttır. Gerçi zaten bu, Hanefî ulemasının çoğunluğunun görüşüdür. Mevkufun aleyhin zikrini vakfın şartları arasında saymayan İmam Ebu Yusuf’tur. İmam Muhammed ise mevkufun aleyh tayin işini vakfın tesisinin olmazsa olmazı görür. Ancak Ebu Yusuf’un mevkufun aleyhin zikredilmeyebileceği içtihadının sebebi, zaten tüm vakıfların aslî cihetinin fukara olmasıdır. Yani bir vakıf kurulduğu andan itibaren ne olursa olsun bânisinin tasarrufundan çıkar; kimin faydalanacağını belirtmemişse, faydalanacaklar fakir ve miskinlerdir. Onun bu görüşü, hayrı teşvik ve kolaylaştırmak kadar, bir an bir hayır işine niyetlenip aleniyete döküldüğünde fikir değiştirip dönülmesini engellemektir. Çünkü yeri geldiğinde göreceğimiz gibi, sadece şahitler huzurunda “şu malımı vakfettim” gibi bir cümle ile bile vakfın tesisi mümkündür ve artık o saatten sonra geri dönmek kabil değildir.
Diğer taraftan, vâkıf bir mevkufun aleyh zikretmeye kalkışırsa, onun belirlenmiş olması ittifakla şart görülmüştür. Çünkü ciheti daraltılmış bulunduğundan vakıftan faydalanacak kişi veya kişilerin bilinmesi zaruridir.
Molla Hüsrev’in “Dürer”inde bu husus şöyle özetlenmektedir: “Bir vakıf ya yalnız fukaraya olur ki bu açıktır. Veya önce zenginlere ve bunların ortadan kalkmasından sonra fukaraya olur. Veyahut da her ikisi de faydalanmada eşit olur ki, kışlalar, hanlar, köprüler, camiler gibi. Bu son kısımda mevkufun aleyh zımnen belirtildiğinden ayrıca zikrine hacet yoktur.” Yani “şu binamı veya arsamı mescid olmak üzere vakfettim” dendiğinde, bundan faydalanacakların bütün Müslümanlar olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bu yüzden ayrıca “şu kişiler faydalanabilir” demeye hacet olmadığı gibi doğru da değildir. Mevkufun aleyhin zikrini şart gören İmam Muhammed de bu kanaattedir. Hatta vâkıf, beyan esnasında tabir olarak “bu benim sadaka-i mevkûfemdir” derse, yine İmam Muhammed’e göre mevkufun aleyhin belirtilmesi gerekmez, çünkü sadakanın tarifi gereği hedefinin ihtiyaç sahipleri olduğu açıktır.
Elmalılı merhuma göre mevkufun aleyh hususî ve umumî olmak üzere iki kısımdır. Hususî mevkufun aleyhlerin belirli şahıslar olduğu açıktır. Bu ise ya bir işaret ile ya da özel bir ismin zikri ile belirlenir. Hususî mevkufun aleyhler de iki çeşittir. Birinci çeşidi ebedi olma ihtimali bulunmayan mevkufun aleyhtir ki, Ahmet, Ali vb. isimlerle veya şu adam ya da bu adam gibi işaretle olur. Sadece bu ifadelerle vakıfta iktifa olunursa, İmam Muhammed’e göre vakıf caiz değildir. Dolayısıyla, bu isimlerin zikrinden sonra müebbed bir cihetin belirtilmesi şarttır. Ancak Ebu Yusuf, fukarayı doğal mevkufun aleyh kabul ettiğinden, böylesi durumlarda müebbed bir cihet zikredilmese dahi vakfı caiz görmektedir. Kısacası bir vakıfta mevkufun aleyh belli şahıslardan ibaret kılınır ve açık bir şekilde bu kişilerle sınırlandırılırsa, her iki imama göre de bu vakıf batıldır. Çünkü bu durumda amaçta elzem bulunan ebedilik şartı ihlal edilmiş demektir. Bu gibi şahsen meşrutun leh olanlar, asıl mevkufun aleyh olamazlar; ancak asıl mevkufun aleyh silsilesine ilave ve istirdad biçiminde dâhil edilebilirler. Genel uygulama bu yöndedir. Hassaf’a göre “belirli sayıdaki a’yana (bir kasabanın ileri gelenleri, eşraf) vakıf, temlik itibariyle (vakfedilen malı o kişilerin mülkü kılmak suretiyle) sahih olur.”
İkinci çeşit hususî vakıflar, te’bid (ebedilik) ihtimali bulunanlardır. Bunlarda ise insandan başka cihetlerin olması lazım gelmektedir. Filan camii veya hastanenin vakfı gibi... Bunların yok olması ihtimali mevcuttur, ancak ebedi olmaları da ihtimal dâhilindedir. Te’bid ihtimali bulunduğu için de bunları vakfetmek caizdir. Mescid, imarethane, vb. yapıların, ebedilik ihtimali bulunmadığında veya yıkılacakları kesin olduğunda bunlara vakıf caiz değildir. Şimdi burada başka bir incelik daha karşımıza çıkmaktadır. Vakıflarda şart olan te’bid, mutlak ebedilik değildir. Zaten bu hem mümkün değildir hem de içinde kibirden hisse vardır. Mutlak ebediliğe “ebediyet-i muhakkaka” denir ki, haddizatında sadece Allah’a ait bir sıfattır. Fıkhen te’bidden anlaşılan, bir şeyin kıyamete kadar baki kalabilme ihtimalidir, yani inkıtaının kesin olmamasıdır. Bu yüzden inkıtaı kesin olmayan zahiren ebedi sayılır. Vakıftaki te’bid şartıyla arasında mânâ olarak da fark yoktur. Bir mescidin imarına bir kişinin arazisini vakfetmesi İmam Ebu Yusuf’a göre sahih, mescid binasının yıkılma ve müebbed olmama ihtimaline binaen de İmam Muhammed’e göre gayri sahihtir. Ancak mescide vakıf hem örfen caiz olduğundan hem de müebbeden baki kalma ihtimalinden dolayı sahih kabul edilmiştir. Genel kanaat bu yöndedir. Ebu Bekir Ameş “mescid vakfı ittifakla sahih olmalıdır; çünkü mescidin imarına vakıf, mescide ilave mesabesindedir” demektedir. Hülasa bir binaya vakıf te’bide mani değildir. Bu da ancak onların daima tamiri ile mümkündür. O yüzden aslında mescidlerin ve hayır kurumlarının gelir getiren müesseselerle desteklenmesi gerekmektedir. Vakıf da tam da bu vazifeyi yerine getiren bir müessesedir. Fakihlerin görüşü de bu istikamettedir. Mesela meşhur fakih Ebu’l-leys Semerkandî “ribât vakfetmek, köle azad etmekten efdaldir. Lakin ribatın imarına sarf olunacak müstegillâtını (gelir getirici bina ve arazilerini) beraber vakfetmek şartıyla. Aksi takdirde köle azad etmek efdal olur” demektedir. Bu açıdan bakıldığında, isim verilerek yapılan ikinci kısım hususî mevkufun aleyhleri, umumî kategorisi içinde değerlendirebiliriz. Bunların umumî olandan farkı, küllî bir vasıfla belirlenmeye muhtaç olmamalarıdır.
Umumî mevkufun aleyhlere gelince; bunlar hususî olanların aksine ismen zikredilmezler. Bir külli vasıf ile belirtilebilirler. Küllî vasıf, fakirler, miskinler, talebeler, gaziler, yolcular, vb. bir takım mefhum ve unvanlardan ibarettir ve bunların içinden mevkufun aleyh olmalarına engel bulunmayanlara şamil olur. Vakıfta vasfen de olsa cihetin zikredilmesi lazımdır. İmam Muhammed’in mevkufun aleyhsiz vakfı kabul etmediğini ve batıl gördüğünü söylemiştik. Her ne kadar Ebu Yusuf’un içtihadı illeti açısından bakınca, her daim içinde zımnen külli vasıfta bir mevkufun aleyhi (fukara) barındırıyorsa da, bu tür vakıflarda uygulama İmam Muhammed’in görüşü istikametinde gelişmiştir. Vakıfta belirlilik şarttır; umumî de olsa vasfen mevkufun aleyhin belirtilmesi gerekmektedir. Hususîde bu zaten şarttır. Mütereddit ifadelerle tahsis ve muğlak bir mevkufun aleyh de olmaz. Eğer bir adam “şu malım falan memlekette camilerden birine vakf olsun” dese, hangi cami olduğu bilinmediğinden, vakfı sahih olmaz. Aynı şekilde “ya falan camiye ya da fakirlere şart olsun” dese, içinde tereddüt barındırdığından, yine sahih olmaz. Ancak “bunlardan birini tercihe mütevelli yetkilidir” derse, o takdirde vakfı sahih olur.
Mevkufun aleyhe dair şartlardan biri de, Elmalılı’ya göre, vasfen zikrinde ihtiyacın ne olduğunun açık bir şekilde belirtilmesidir. Buna tansîs-i hacet (yani ihtiyacın illetinin teferruatlı bir biçimde incelenip belirlenmesi) de denmektedir.
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, şahsen belirtilen hususî mevkufun aleyh, teoride umumî mevkufun aleyhten geri alınmış bir kısım olduğundan fakihler, bunlar hakkındaki hükümler ile asıl mevkufun aleyh olan ve bir genel sıfatla (vasf-ı amm) ile belirtilen umumî ve müebbed mevkufun aleyhlerin hükümlerini birbirlerinden ayırmışlardır. Hususî mevkufun aleyhlerde uygulanan “özel kişilere vakıf temlik itibariyle sahih olur” ilkesidir. Bunlara vakıfta hibe ve vasiyet hükümleri cari olmuştur. Bu yüzden, kendilerine şart kılındığı kişilerce gelirinin reddi vakfı hükümsüz kılmasa da, onların faydalanamamaları neticesini doğurur. Bir vakıftaki hususî mevkufun aleyhlerin fakir ya da zengin olmalarının ehemmiyeti bulunmamaktadır.
Vakıf bahsinde en netameli konulardan biri, kişinin evladlarına ve zengin olması kuvvetle muhtemel bazı kişilere matuf yaptığı tahsislerdir. Elmalılı, tansis-i hacet cihetinden “zenginlere şart kılınan vakfı” incelemek maksadıyla bir soru yöneltmekte ve verdiği cevabla meseleyi çok güzel özetlemektedir. “Vakfın amacı Allah’ın rızasını tahsil ve uhrevî mükâfat kazanmak demek olan kurbet olmasına ve zengine mülk tahsis etmekte ise bunu aksine dünyevî menfaat mülahazası, hatta rüşvet ve israf ciheti açık bulunmasına nazaran, zengine geçici bir süre için dahi olsa mal tahsis edilmiş olması vakfın sıhhatine gölge düşürmez mi?”
Elmalılı’ya göre, zengine ne olursa olsun mal sarf etmek, rüşvet ve riba gibi israf ve memnû değildir. Hatta kurbet dahi olabilir. İslâm şeriatında genel mânâda yardımlaşma, ihsan ve mubah olan şeyler niyet ile genişleyip gelişmektedir. (…) İslâm ve hatta insanlık kardeşliğini teyid eden vesilelerin tamamı ‘hüsn-i niyet’e bağlı olmak şartıyla kurbet ve hatta ibadet mânâsını kapsamaktadır. Kardeşliğe memur olan Müslümanlar, kardeşliği sağlayacak vesilelere de memur olacaklarına itikat ederler. Bu suretle sarf edilen mallara fıkıh lisanında ‘sıla’ denir. Ve sılanın derecâtı, taraflar arasındaki rabıtanın hususiyetine göre kıymet kazanır. İrsî akrabaya doğru geldiğinde, vaciblik, hatta nafaka zorunluluğu meselelerine doğru intikal eder. Şu halde zengine mal tahsis olunmasında da kurbet tasavvur olunabilir. Zahirî, bu yüzden ‘zengine vakıfta da kurbet olur, ancak fakirlerinkinden daha düşüktür’ demektedir.
Bununla beraber vakıf, mülkün müebbeden hapsi demek olduğundan, umuma açık malların bir miktarını kullanımdan çıkaracağı aşikârdır. Hele ki bu, ihtiyacı bulunmayan zenginlere tahsis biçiminde yapılırsa daha büyük sıkıntılara yol açacaktır. Ya onun servetini artırmaya yarayacaktır, ya da onun tarafından kullanılmayıp tamamen atıl kalacaktır. Fakihler o yüzden bu meselede vakıf hükümlerini her iki cihet arasını cem ederek düzenlemişlerdir. Münhasıran zenginlerin mevkufun aleyh olması caiz görülmemiş, fakat zenginlerin mevkufun aleyhler arasında sınırlı bir biçimde dâhil edilmesi de yasaklanmamıştır. Bu suretle zengine bir hususiyet verilip hibe ve vasiyet hükmünün hasrı içine alınmıştır.
Buradan iki netice hâsıl olmaktadır. Birincisi, vakfiyede ismi özellikle belirtilmeyen zengine, vakıf geliri asla verilmez. İkincisi, umumiyetle mallara genel hukuk hükümleri uygulanacağından müebbeden hapsolunacak mal, müebbeden faydalanması gereken bir muhtaç cihetine tahsis olunmalıdır. Aksi durum, vakıf müessesini tanımlayan temel niteliklerden “kurbet/Allah rızası” maksadını çiğnemek ve bu kurumu gayesinden saptırmak olacaktır. 

Baran Dergisi 474. Sayı