Soru: Yeni zaman ve mekânda kendini aramak, bulmak ve bilmek nasıl mümkün olacak?

Başın başında mevzuun lübbüne, yani özüne işaret ediyor olması bakımından bilinmesi ve de her daim hatırlanması gereken şu üç hadîs meâline yer verelim:

Bunlardan birincisi, (meâlen): “İlim öğrenmek, kadın-erkek her Müslümana farzdır.” (Beyheki).

(meâlen): “Beşikten mezara kadar ilim öğrenmeye çalışınız!” (Şir'a).

Üçüncüsü ise (meâlen): “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır.”

Yukarıdaki hadîs-i şerifler hakkında tevil ve tabir yapmak bize düşmez. Çünkü haddimiz değil. Nitekim ehlince sözkonusu hadîsler yer ve zaman hususiyeti dikkate alınarak çok defa tevil ve tabir edilmiştir. Diğer taraftan, yukarıdaki hadîs-i şerifler zaten birer bedahettir. Yani zâhirî mânâları itibariyle de apaçık hakikat olarak açık ve seçiktirler. Bütün bunlardan sonra tekrardan başa dönelim ve can alıcı bir soru soralım: İlim nedir?

“Tasavvuf Bahçeleri”nin eskimeyen yeni has ve hususi köşesinin en güzide çiçeklerinden biri olan Yunus Emre Hazretleri, “İlim Kendin Bilmektir” isimli şiirinin başlangıç kısmında der ki:

“İlim ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsin,

Ya nice okumaktır.”

Kısa ve öz olarak söylemek gerekirse, Yunus Emre Hazretleri demek ister ki, ilmin gayesi “kendini bilmek”tir. Aksi takdirde insan, amiyane bir tabirle, malumatfuruşluk çerçevesinde sadece “kitab yüklü merkeb” olarak kalır.

Evet; ilim ilim bilmektir ve ilim kendin bilmektir. Peki, bu ilim denilen şey ne ve nasıl bir şeydir? Yunus Emre Hazretleri’nin yukarıdaki şiirinden de anlıyoruz ki, “bilmek” için bilmeyi gerektiren ilim, zorunlu olarak “bilmeyi bilici” bir noktada olmayı gerektiriyor. Tam da bu noktada şu şekilde bir soru sormak sanırım yerinde olacaktır: “Bilinmesi gereken” ilim nedir?

Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendiğimize göre, “Mücerred mânâda ilim “bilme” demektir.” Yine İBDA Mimarı’ndan öğrendiğimize göre, “İlim, mevzuuyla kayıtlı mahallî idraktir ve mahiyeti icabı bütünlüğü parçalayarak inceler…” (Necip Fazıl’la Başbaşa, sh. 86)

Demek ki, ilim denilen mefhum, ruhun müşahhas zemini olarak anlam kazanan belirli bir ruh ve fikir sistemi üzerinden, beşerî aklın iradî faaliyetine taalluk eden bir noktada anlam kazanıyor. Sözkonusu olan bu nokta, Be harfinin altındaki nokta üzerinden söylersek, diğer bir ifadeyle de, “ilim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” hakikati üzerinden söylersek, bütün veçhesiyle ilim, “insan aklı”nın hüküm sürdüğü geniş bir fetih alanıdır. Nitekim teknik denilen mefhum da, aklın bu fetih alanında, yani beşerî aklın tasarrufunda yerini, değerini ve izahını bulur. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” külliyatına aşına olanlar bilirler ki, eşya ve hadiselerin tasarrufunda “fikir, ilim ve teknik” sıralaması, “selim akıl” sahibleri tarafından vuzuha kavuşturulmuş bir gerçekliktir. Değil mi ki, fikirden almış olduğu ipuçlarından hareketle kendi fatihlik konseptini belirleyen ilim, bizzat muhatabına teknik alana sarkma imkânı sunarken, teknik de, ilimden almış olduğu ipuçlarından hareketle yine bizzat muhatabının şahsında kendisini müşahhas bir zemine kavuşturarak varlık alanına çıkar. Bu durum bir yönüyle mucitlik, diğer bir yönüyle de ibdacılık veya ibda edicilik mânâsına ibdacı olmak, diğer bir ifadeyle de “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemine muhatab olmak mânâsına İBDA cephesi olmak olarak da okunabilir. Bu mevzuda, içinde bulunduğumuz son ve som çağın savaş konseptini “kendinden zuhur” esprisine de uygun şekilde, diğer bir ifadeyle de “zamanın mânâsı”na uygun biçimde değiştiren olarak, kanaatimce bir “Akıncı Beyi” diye de takdim edilmeyi hak eden mucid Selçuk Bayraktar’ın çabası, bu mevzuda fevkalade bir misâldir.

Parantez: Daha düne kadar, meselâ Devlet-i Âliye-i Osmanîyye’nin yıkılışına kadar İslâm, “yaşayan İslâm” olarak anlam kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nin devlet ve toplum geleneğinde ilmî ve fikrî tüm mevzular, doğrudan doğruya İslâm’a göre, yani Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas üzerinden hükme bağlanıyordu. Ama bugün, gelinen son noktada, kanaatimce, “Her şey O değil, O’ndandır; bu mânâda O’dur!” sırrının bir gereği olarak, ilmî ve fikrî tüm mevzular doğrudan doğruya İslâm’a göre değil, “İslâma Muhatab Anlayışı Yenileyen” bir “ruh ve fikir sistemi” olarak anlam kazanan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”ya göre yerini, değerini ve izahını bulacaktır. Bu tür bir parantez açmamızın sebebi, kendini aramak, bulmak ve bilmek mevzuunda, mevzuun şartlarını haiz olabilmenin asgarî şartına işaret etmek içindir.

İslâmî literatürde veya kültürde, meselâ Ehl-i Sünnet âlimlerinin eserlerinde sıkça yer verilen hadîslerden biri de, “Kendini bilen nefsini bilir” hikmetli sözüne de kapı aralayan, “Nefsini bilen Rabbini bilir!” hadîs-i şerifidir. Bu hadîs-i şerif, “Ehl-i Sünnet vel-Cemaat”, diğer bir ifadeyle de “İslâma Muhatap Anlayışı Yenileyen” veya “Kurtuluş Yolu” caddesinin son ve som halkası keyfiyetini haiz “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminde de sıkça tekrar edilmektedir. Sözkonusu hadîs-i şerifin ifade ettiği mânâ, kuvvetle muhtemel, insanlık tarihi, dolayısıyla da dinler tarihi veya Peygamberler tarihinde de sıkça dile getirilmiş olup, zamanüstü bir keyfiyette kendisini göstermiştir. Nitekim kadim kültürlerden biri olarak, günümüz modern dünyasının duygu ve düşünce sistemini şekillendiren eski Yunan kültüründe, yine günümüz modern felsefe dünyasını şekillendiren eski Yunan’ın üç büyük kafa adamından biri olarak, düşünce tarihinde Sokrat’a atfedilen “Kendini bil!” hikmetli sözü de, hiç şüphesiz ki Peygamberler tarihinden tevarüs etmiş hikmetli bir söz veya hakikattir. Modern felsefe tarihinde ve de günümüz dünyasında yine sıkça tekrar edilen “Kendini bil!” sözü ile tam olarak ne kasd edildiği ise kanaatimce tam bir muammadır. Bu mevzuda, bir zamanlar Sokrat’ın son nefesinde talebesi Eflâtun’a miras olarak bıraktığı “Horoz Borcu”ndan mülhem, “Horoz” sembolü çerçevesinde, “Beşer zekasının sekreteri Fransa”nın doğuşuna da yataklık eden ve Modern felsefenin temel dinamiklerini, topyekûn dünya insanının idraklerine bir çivi gibi çakan Rene Dekart’ın, “Cogito ergo sum: Düşünüyorum, o halde varım!” mottosu ve sonrasında, yine Modern felsefeyi günümüz dünyasına taşıyacak şekilde baştan sona resetleyen, daha doğrusu Modern felsefeyi Ontolojik kuyudan çıkartıp Epistemolojik kuyuda kaybetmek adına da olsa, Alman idealizminin kurucu iradesi olarak beliren Emmanuel Kant’ın “Sapere Aude: Aklını kullan!” mottosu bu mevzuda 500 yıllık bir yaraya ne derece merhem olmuştur bilemem. Ancak, yaraya merhem olamadığından olsa gerektir ki bugün, topyekûn insanlık vicdanen perişan, aklî olarak da sefil bir hâlde ruh ve fikirde kurtarıcısını beklemektedir. Üstad Necip Fazıl’ın 1978 yılında yazmış olduğu “1400” isimli şu beyti biz zamane insanlarına çok şey söylemeli:

“1400'e bir yıl var, yaklaştı zamanımız;

Bu asırda gelir mi dersin kahramanımız?”

Parantez: 1976-1978 tarihleri arasında İBDA Mimarı’nın öncülüğünde yayımlanan Gölge Dergisi’nin kapanmasının hemen ardından 1979 yılında Akıncı Güç isimli bir dergiyi okurlarıyla buluşturan İBDA Mimarı, derginin Haziran 1979’da çıkan ilk sayısını Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’a ithaf ederek yayımlamıştır. Yukarıda da belirtildiği üzere, İBDA Mimarı, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl tarafından “500 yıldır beklenen mütefekkir” edası ile karşılanmıştır. Bu mevzu dün olduğu gibi bugün de gözlerden ırak ve idraklerden mustağni tutulmaktadır. Halbuki, “Nuh’un Gemisi” mânâsına denk “Kurtarıcı Fikir”in nerede yuvalandığını göstermesi bakımından fevkalade dikkati şayandır.

Tekrardan mevzumuzun başlığına dönelim ve yeni zaman ve mekânda yaşayan topyekûn insanlık adına hayatî olan elim soruyu tekrardan gündeme getirerek soralım: Yeni zaman ve mekândâ kendini aramak, bulmak ve bilmek ne demektir ve bu nasıl mümkün olacaktır? Hiç şüphesiz ki, bir insanın kendini bilmesi saç, sakal, kaş, göz, kulak, burun, boğaz ve diğer organlar etrafında bedenî özelliklerin bilinmesi üzerinden gerçekleşecek bir durum değildir. “Kendini bilmek”, her şeyden evvel bir insanın belirli bir ruh ve fikir sistemine nisbetle yine belirli bir duygu ve düşünce alışkanlığı kazanması üzerinden gerçekleşecek veya gerçekleştirilebilecek bir durumdur. Peki bu nasıl mümkün olacaktır? Bu duruma yol verecek veya vesile olacak ruh ve fikir sistemi hangisidir ve kimde tecelli etmiştir?

Çok tabii bir durumdur ki, meselâ insan aynaya bakar ve gayet tabiî ki de kendi görüntüsünü görür. Gördükleri karşısında gerektiğinde üstünü başını düzeltir ve nasıl göründüğüne dair, nasıl bir imaj uyandırdığına dair belirli bir kanaate sahib olur. Peki, bu bakış “kendini bilmek” şeklinde değerlendirilebilir mi? Bu bakış insanî bir bakış olarak algılanabilir mi? Gayet tabiî ki de hayır! Bu şekil bir bakış ancak ve ancak hayvanî bir refleks olarak, kof veya içi boş bir bakış olarak okunabilir veya algılanabilir. Çünkü bu şekil bir bakış bilmeyi değil, bakmayı, dolayısıyla da sadece görmeyi hedeflemektedir. Çünkü insandan çok farklı olarak, meselâ “içgüdü sınırında neyse o” davranışına sahib olan bir hayvan, bilmekten uzak bir şekilde tabiatı itibariyle sadece bakar! Öküzlük denilen durum. Hayvanın herhangi bir görüntüye bakması, ki bu görüntüye kendi görüntüsü de dahildir, aslında hayvana yüklenilmiş olarak mahiyeti itibariyle bilinemezdir. Nitekim bir hayvan aynadaki görüntüsüne sadece bakar, yani gördüğü görüntünün kendi görüntüsü olduğunu asla ve kat’a bilmez. Peki, aynada gördüğü görüntünün kendi görüntüsü olduğunu bilen bir insan, “kendini bilen” olarak kabul edilebilir mi? Kendini görmek ile kendini bilmek arasındaki fark, hayvan olmak ile insan olmak arasındaki farka kadar gider. Hayvan kendi görüntüsünü görür, fakat bilmez, ama insan öyle mi? İnsan aynada hem kendi görüntüsünü görür ve hem de gördüğü görüntünün kendi görüntüsü olduğunu bilir.

İnsanın aynada kendi görüntüsünü görmesi her ne kadar bakmak ile mümkün ise de, gördüğü görüntünün kendi görüntüsü olduğunu bilmesi, kendisine bildirilen veya istidadında var olan “kablî” bir bilgi, felsefî literatürde ise “a piori” şeklinde telaffuz edilen bir bilgi, diğer bir ifadeyle de “bilmeyi bilici” olma noktasında “bilmeden bilme” keyfiyetini haiz bir bilgi ile olabilir. Bu çerçeveden olarak İBDA Mimarı, “İnsana bildiren olmasaydı hiçbir şey bilemeyecekti!” der ve ekler: “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı.” Bilindiği üzere ilk insan aynı zamanda ilk peygamber olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâmdır ve Allah, bütün isimleri Hazret-i Âdem’e öğretti!

Peygamberler tarihi, dolayısıyla da İslâm tarihi üzerinden topyekûn insanlık tarihi, dolayısıyla da medeniyetler tarihi, Allah tarafından insana bildirilen “Mutlak Fikir”in salkım saçak görüntüleridir. Her an değişen ve değişen eşya ve hadiseler karşısında insanoğlunun “Mutlak Fikir”e göre yaşama zorunluluğu, insanoğlunun kültür veya irfan yemişleri olarak da anlam kazanmaktadır. Bu çerçeveden olarak; Yürüyen Büyük Doğu: İBDA fikriyatının üzerine bina edildiği ruh ve fikir sistemin üç temel argümanına burada dikkatleri çekmek isterim:

Bu argümanlardan birincisi şudur: “Her zaman diliminde tecelli eden bir hakikat vardır.”

İkincisi: “Hakikatler ferlerde tecelli eder.”

Üçüncüsü ise: “Hakikat tektir.” şeklindedir. Hemen söylemekte fayda vardır. İnsanlık tarihi boyunca bütün bir hikmet veya felsefe dünyası, tek olan hakikati aramak, bulmak ve bilmek üzerine kurulmuştur. Tek olan hakikat, tek olmasından da anlaşılacağı üzere, “küllî hakikat” mânâsını mündemiç “Mutlak Hakikat”tir. İnsan “mutlak” olmadığına göre, aslında hikmet veya felsefe dünyasının aradığı hakikat, “Mutlak Hakikat”e nisbetle örgüleştirilen veya örgüleştirilmesi gereken, dolayısıyla da bilinmesi gerekendir. Yani, yeni zaman ve mekânda tecelli eden “küllî hakikat”in de ta kendisidir. Ta ki Sokrat’tan Eflâtun’a ve Eflâtun’dan bütün bir batı kültür ve medeniyetine devredilen kültürel miras, diğer bir ifadeyle de “hikmet sevgisi” mânâsı üzerinden “hakikat arayıcılığı” mânâsına hikemiyat veya felsefe, “İdeler Âlemi”nden devşirilen “ideal devlet plan, program ve projesi” çerçevesinde “küllî hakikat”e ulaşma çabası olarak da okunabilir.

Tam da bu noktada sorulması gereken ve de cevabı mutlaka verilmesi gereken soru şudur: “İçinde yaşadığımız yeni zaman ve mekânda tecelli eden hakikat nedir ve bu hakikat kimde tecelli etmiştir?”

Böyle bir sorunun cevabının verilemediği yerde ne insanın kendisini bilmesi ve ne de kendisini bulması mümkün olacaktır. Öyleyse?

Hayatî soruyu tekrardan soralım: “İçinde yaşadığımız yeni mekânda tecelli eden hakikat nedir ve bu hakikat kimde tecelli etmiştir?”

“Hakikatler fertlerde tecelli eder.” Temel argümanına yukarıda değinmiştik. Buna göre sorulması gereken soru şu şekilde yeniden sorulsa yeridir. Madem ki hakikatler fertlerde tecelli ediyor, ben de bir fert olduğuma göre, öyleyse sözkonusu hakikat ya bende tecelli etmiştir, veyahut da başka birisinde tecelli etmiştir. Ben şahsen, Osman Temiz olarak kendime baktığımda, sözkonusu hakikatin bende tecelli etmediğini çok açık ve seçik bir şekilde görüyorum. Öyleyse sözkonusu hakikat başka birinde tecelli etmiş düşüncesinden hareketle başlıyorum hakikatin kimde tecelli ettiğini aramaya. Bulmanın biricik yolunun aramak olduğunu, bulanların ise yalnızca arayanlar olduğunu söylemeye ne hacet. Bundan dolayıdır ki bulanlar her daim arayanlardır, denilmiştir. Ne ilginçtir ki, Allah, buldurmayacağına da aratmazmış.

Evet, bulanlar her daim arayanlardır. Arayarak bulmanın en kolay yolu, elbette ki aranılan hakikatin ne olduğunu bilmekten geçiyor. Hakikati bilmek bir yana, yine ne ilginçtir ki, aranılan hakikat, ancak ve ancak bizzat hakikatin kendisinde tecelli ettiği insandan öğrenilebilir. Yani, “Ey efendiler, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekânda tecelli eden hakikat şudur ve bu hakikat bende tecelli etmiştir.” diyen birini bulmadıkça, sözkonusu hakikatin ne ne olduğunu ve ne de kimde tecelli ettiğini bilmek mümkün değildir. Meselâ “Mutlak Hakikat”in kendisinde tecelli ettiği Peygamberler, “Ben Peygamberim!” dedi ve sözkonusu “Mutlak Hakikat” de ayan oldu. Ayan olan “Mutlak Hakikat”, belirli bir devlet plan, program ve projesi olarak anlam kazanan Şeriat olarak adlandırıldı. Eğer ki bir Peygamber “ben Peygamberim!” demeseydi, ne kendisinin Peygamberliği kabul görecek ve ne de “Mutlak Hakikat”in ayan olması mümkün olacaktı.

Peygamberler, kendi yaşadıkları zaman diliminde tecelli eden hakikatlerin toplam ifadecisi ve de temsilcisi mânâsına hem “Mutlak Hakikat”in sahibidirler ve hem de tebliğ edicisidirler. Kendi zamanına hitab eden yönüyle Peygamberlerin haber verdiği “Mutlak Hakikat”e muhatap olmadan bir insanın kendini araması, bulması ve bilmesinin mevzuu dahi olmayacaktı. Dolayısıyla da, bir insanın ne kendini bilmesi ve ne de Rabbini bilebilmesi mümkün olacaktı. Öyle ya, “Kendini bilen nefsini bilir, nefsini bilen ise Rabbini bilir.”

Evet; ilk insan ve ilk peygamber olan Hazret-i Âdem Âleyhisselâm’dan ta ki son Peygamber olan Allah Resûlü’ne kadarki zaman dilimlerinde tecelli eden belli başlı hakikatler hiç şüphesiz ki Peygamberlerde tecelli etmiştir. Allah Resûlü’nde tecelli eden hakikatin “Hakikat-i Ferdiyye-Ferdin Hakikati” olduğunu İBDA Mimarı’nın “Hakikat-i Ferdiyye -Çöle İnen Nur-” isimli eserinden biliyoruz. İBDA Mimarı’nın sözkonusu eserinin Takdim’inde yer alan, meselâ “Çöle İnen Nur; Çöle ve Bütün Zamana ve Mekâna” ifadesinden de anlıyoruz ki, “Bütün varlığın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı” Allah Resûlü’nde tecelli eden hakikat, ilk ve son insanı da şâmildir. Bu arada, İBDA Mimarı’nın “sona, en sona geldik” sözünü de burada hatırlatmakta fayda vardır. Bunun yanında hatırlanması gereken diğer bir mevzu da şudur ki, nasıl ki Allah Resûlü’nün “Mübarek Zât-ı Şahaneleri”nin bizzat göründüğü, daha doğru bir ifadeyle “bâtından zâhire çıktığı” bir zaman dilimi olarak anlam kazanan “Asr-ı Saadet” öncesi zaman dilimlerinde tecelli eden hakikatler bizzat Allah Resûlü’nün sancağını yine Allah Resûlü’ne teslim etmek üzere Peygamberlerde tecelli etmiştir, aynı şekilde, Allah Resûlü’nden sonraki zaman dilimlerinde de tecelli edecek olan hakikatler yine Allah Resûlü’ne teslim edilmeyi bekleyen sancaklar misâli, O’nun vârislerinde tecelli etmiştir, ediyor. Allah Resûlü, topyekûn “Varlık” dairesinin merkezî noktasıdır. Allah Resûlü’nden sancağı bâtından alan “İlk İnsan”, “İlk insan ve ilk peygamber olan Hazret-i Adem Aleyhisselâm”dır. Sancağı zâhirden teslim edecek olan ise, “sahici insan soyu” olmak bakımından “Son İnsan” olarak, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma bitişik bir şekilde zuhur edecek olan “Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm”dır. “Son İnsan”dan kasıd, bütün zaman ve mekânda tecelli eden hakikatlerin kendisinde tecelli ettiği “Mutlak Hakikat”in son ve som temsilcisi “Halife İnsan” mânâsınadır.

Lafı daha fazla uzatmadan söylemek isterim ki, yeni zaman ve mekânda tecelli eden hakikat “İstikbâl islâmındır” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”dan başkası değildir. Hâl böyle olunca, yeni zaman ve mekânda tecelli eden hakikat hiç şüphesiz ki “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA Mimarı”nda tecelli etmiştir. Bu çerçeveden olarak;

Kısa ve öz bir şekilde söylemek gerekirse, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekânda kendini aramak, bulmak ve bilmek ancak ve ancak “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ile mümkündür. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” yeni zaman ve mekânda tecelli eden bir hakikat olarak kabul edilmediği zaman ister bir âllame, ister bir bilim adamı, isterse sıradan bir Müslüman olarak herhangi bir sıfata sahib olunsun, hiç fark etmez, her ne olursa olsun kişi kendisini bulamaz, dolayısıyla da bilemez. Rüzgârda yaprak misali bir o yana bir bu yana sürünür gider. Demek ki, yeni zaman ve mekâna bakan veçhesiyle “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, başta Müslümanlar olmak üzere topyekûn dünya insanına kendi fert hakikatini araması, bulması ve bilmesi için büyük bir imkân sunmaktadır. Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm hakkında rivayet edilen, “Horasan tarafından siyah bayraklılar çıktığını gördüğünüzde kar üzerinde sürünerek de olsa onlara katılın, çünkü içlerinde Allah’ın halifesi Mehdi vardır.”(1) hadîs-i şerifinden de anlıyoruz ki, kişinin evvelâ “kendini araması, bulması ve bilmesi” mânâsına “kendini bilmek” ve ardından da “Rabbini bilmek” yolunun açılması mânâsına “nefsini bilmek” imkânına kavuşması, topyekûn dünya insanına hitab eden yönüyle söylersek, “Hidayete vesile olmak” mânâsına “Mehdiyyet Düşüncesi” üzerinden mümkündür. Ve çok açık ve seçik bir şekilde söylemek isterim ki, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi “Deccaliyyet Düşüncesi”ni berhava edecek olan “Mehdiyyet Düşüncesi”nin de yegâne temsilcisidir. Allahu âlem. Bu mevzuya daha spesifik bir şekilde bir sonraki oturumda devam etmeyi düşünüyorum. Her şeyi hakkıyla bilen, gören ve işiten sadece ve sadece Allah Azze ve Celle. Hoşça kalın, Allah’a emanet olun!

Dipnot

1-Naim b. Hammad Hakim ve Ebu Naim Sevban’dan tahric ettiler, o şöyle dedi:

Resulullah (s.a.v.) buyurdu: “Horasan tarafından siyah bayraklılar çıktığını gördüğünüzde kar üzerinde sürünerek de olsa onlara katılın, çünkü içlerinde Allah’ın halifesi Mehdi vardır.”

Baran Dergisi 721.Sayı