Türkiye, kimliğini arayan bir ülke haline dönüştü ama bir türlü bulamadı. Aslında bu kimlik arayışı engellendi, çünkü kimliksiz bir Türkiye daha kolay yönetilebilir ve daha kolay ayrıştırılabilirdi.

Türkiye tarihine kısaca baktığımızda Kemalist rejimin kurulması, tek parti dönemi, Müslümanlara yapılan baskı ve zulümler, çok partili dönem, askerî darbeler, modernleşme, postmodernleşme ve sekülerleşme derken bir nevi Batıcı rejimin istediği yere mi geldik?

Bana kalırsa bahsettiğiniz sürecin kenarından defalarca geçtik ama hamdolsun tam bir teslimiyet olmadı, özellikle Menderes, Özal ve Erbakan dönemleri can simidi oldu ve AK Parti’nin 2002’deki iktidara gelişiyle bu süreç zayıfladı. Fakat Batıcılaşma veya Batılılaşma daha farklı bir olgusal gerçeklik içeriyor. Çünkü ülkemiz, Batı dışı bir modernliğin de öncüsü oldu. Nilüfer Göle’nin ortaya sürdüğü bu teze göre AK Parti, kamusal alanlara başörtülü kadınları kazandırdı ve bu durum, Batı normları dışında gerçekleşti. Dolayısıyla Batı olmadan da modernleşme veya ilerleme gerçekleşiyor. Modernleşmenin, aklın yargısal pratiğini hayata geçiren niteliğe sahip olması bize ait olamaz zaten çünkü İslâm medeniyeti 1600 yıl önce bunu yazılı olarak ispatladı. Yüce Allah defalarca “akledin” diye bizi uyarıyor. Dolayısıyla bizim rasyonalitemiz çok daha kadim ve güçlü. Lakin toplumsal açıdan yozlaşma maalesef ilerliyor, bunda özellikle konformizmin çok etkisi var. Belki de sekülerleşme ve postmodernizm buna çanak tuttu.

Toplumumuzun son 200 yıllık serüvenine baktığımızda sosyal, fikri, ruhi ve hayat tarzı bakımından ciddi bir biçimde geçmişinden farklılaştığını, kendisine yabancılaştığını görüyoruz. Buna karşın yabancılaştığının farkında değil. Bu yabancılaşma sürecini değerlendirebilir misiniz?

Yabancılaşma üç boyutta gerçekleşiyor. Biri kişinin kendisine yabancılaşması, diğeri çevresine yabancılaşma ve son olarak da değerlerine yabancılaşması. Bunu Marksist anlamdan da uzaklaştırmak gerek, çünkü Marx toplumu ekonomik değerlere göre yorumluyor ve buna göre kategorileştiriyor. Bizim bağlamımız sosyolojik olarak medyana gelen yabancılaşmadır. Evet, maalesef bu konuda da eksik kalıyoruz, hatta kendi öz ve değerlerimize yabancılaşma bu aralar iyice hızlandı. Ama bunun önemli bir sonucu da doyum oldu, özellikle gençler bu konuda ciddi değişimler göstermeye başladılar. Çünkü yabancılaşacakları bir şey kalmadı. Doyum seviyesi pik yaptığı için bireyin özüne dönme ihtiyacı hasıl oldu. Birey amaçsız asla yaşayamaz ve bu amaç güdüsü, bireyi geçmişine veya bir değere yöneltmek zorundadır. Şu an eş-güdümlü olarak bu süreci yaşıyoruz.

Popüler kültürün yabancılaşmaya ne gibi etkisi oldu?

Popüler kültür neticede Batı kökenli bir ontolojiye sahip ve bizi yakından etkiliyor. Yukarıda da ifade ettiğim gibi yabancılaşmanın öze ve değere dair olan kısmı popüler kültürle sıkı ilişki içerisindedir. Neredeyse bir mutabakat halinde ilerliyor süreç ve birbiriyle iyi anlaşıyorlar. Gündeme dair birçok olguyu içinde barındırdığı için popüler kültürün prangaları gençlerin ayaklarını zincirlemiş maalesef. Bunu kırmak yine bizim elimizde çünkü görselliğin önemli olduğu bir dünyada gençler özellikle sosyal medya üzerinden kendi kimliklerini tanımlama çabası içerisine giriyor. Gençlerin bu çabası var olan değerleri birbirinden bağımsız kılıyor. Zaten değerlerin bağımsızlığı özellikle yabancılaşma ve popüler kültürü besleyen ana süreç haline geliyor. Sahnelik bir toplumda yaşadığımızı unutmadan, gençlere özellikle değerleri yeniden aşılamalı, bizatihi hayatımızdan örnek vermeli ve popüler olanın bize ait olmadığını anlatmalıyız.

Türkiye bir kimlik bunalımı yaşıyor mu?

Bu konu oldukça su kaldıran bir meseledir. Çünkü kimlik bunalımı şimdinin meselesi değil. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bir kimlik sorunu ile karşı karşıya kaldık. II. Abdülhamit Han, ümmetçilik politikasını izledi ve Osmanlı coğrafyasında yaşayan her vatandaşı Müslüman olarak kabul etti. Ama bu oluş Cumhuriyet ile birlikte değişti. Çünkü ulus-devletlerin ortaya çıkışı bir kimlik sorununu da ortaya çıkarmıştı. Maalesef o süreçten sonra Türk, Kürt, Rum, Ermeni gibi zorunlu kimlik tasavvurlarına maruz bırakıldık ve küresel politikalar ülkemizi de esir aldı. Bu politikalar gün geçtikçe topluma daha çok yansıdı ve neredeyse ayrılmaz bir parçası haline geldi veya getirildi. Türkiye, kimliğini arayan bir ülke haline dönüştü ama bir türlü bulamadı. Aslında bu kimlik arayışı engellendi, çünkü kimliksiz bir Türkiye daha kolay yönetilebilir ve daha kolay ayrıştırılabilirdi. Nitekim de öyle oldu. 1960, 1971 ve 1980 darbelerine zemin hazırlayan anların çoğu kimlik çatışmalarının bir sonucuydu. Topluma dizayn verme daha kolay oluyor ve dizayn, kimlik üzerinden yapılıyordu. Sonrasında bu çaba dini bir kimliğe dönüştürülerek yapıldı, hatta 15 Temmuz hain işgal girişimi bunu bahane ederek gerçekleşti. Çünkü Müslüman kavramı FETÖ tarafından küresel sistemin istediği biçimde anlatıldı ve bu formda zorla kabul ettirilmeye çalışıldı. Ama halkımızın feraseti buna izin vermedi. Yaşatılmak istenilen kimlik bunalımına verilen cevap, bizi 15 Temmuz hain işgal girişimi belasından kurtardı. Lakin sosyal anlamda kimlik bunalımı maalesef devam ediyor, birileri de buna çanak tutuyor. Özellikle Ümit Özdağ ismi şu an bir proje olarak gündemimize getiriliyor. Umarım bu daha fazla sürmez.

Yoğun biçimde bilgi bombardımanına maruz kalıyoruz. Bir şey hakkında anında bilgi sahibi olabiliyoruz. Fakat bilginin niteliğine bakmıyor, hazmedemiyor, dolayısıyla bilmeye çeviremiyoruz. Bu durumu da temel problemlerimizden biri olarak niteleyebilir miyiz?

Sanırım bu konu hangi bilgiyi gündemimize aldığımız ile alakalı duruyor çünkü bilgi değerden ziyade çıkar amaçlı hale geldi ve işimize yaramayan bilginin önemini kaybettik. Halbuki bilgi egoizme hizmet eden bir araçsal aygıt olmamalı, hakikatin tekleşmesi yönünde hizmet etmelidir. Bu sebepten epistemolojik olarak doğru bilginin peşinden gitmeliyiz. Doğru bilginin ne olduğu sorunsalı bizi araştırma meselesine yöneltmelidir. Kolay elde edilen bilgi zaten hırsızlıktır. Okumanın dışında elde edilen bilgide kusur aramalıyız. Elbette kulak verdiğimiz üstadlarımız veya aydınlarımız olmalı ama onlardan duyduğumuzu dahi en azından bir kaynaktan araştırmalıyız. Doğru bilgiye ulaşmanın yolu bilginin kolaylığından dolayı hırsızlığa dönmüş görünüyor.

En yaşlısından en gencine kadar toplumda maddî kaygı artmış vaziyette. Bunun sebebi sadece iktisadî sıkıntılar mı yoksa lükse, şatafata düşkünlük ve manevî eksiklik mi?

Elbette iktisadî sıkıntıların etkisi oldukça fazla ama bizlerin de ciddi hataları var. İktisat bilimi paranın veya varlığın nasıl yönetileceği ile alakalıdır. Elimizdeki birikim veya parayı yönetmeyi bilmiyorsak, bizlerin bu konuyu gündemimize almamız gerekir. Çünkü öğrenmek zorundayız. Bunu da İslâm ahlâkı ile devam ettirmeliyiz. İslâmî ahlâk bize hem cimriliği hem de gösterişi yasaklamıştır. Vasat ümmet rolü tam da burada ortaya çıkmaktadır. İktisadi tedbirler gündelik hayatımızın da bir parçası haline gelmelidir. Bireysel hırs ise maalesef bunların önüne geçmiştir. Örneğin bankalardan yatırımcı için verilen kredileri halkımız ev veya araba almak için kullanmış, sonrasında krediyi ödeyemez hale gelmiştir. Faizin düşürülmesi ile yatırımcı kullanımı yerine bireysel harcamalar her şeyi alt üst etti. Kazanıldığından fazla harcanması maliyetlerin de tutarsızlığına sebep oldu ve şimdi aç gözlü olmanın bedeli ödeniyor maalesef…

Daha önceki konuşmamızda sekülerizmin, ahlâksızlık, yozlaşma, kuralsızlık, sınırsızlık, tatminsizlik ve doyumsuzluk empoze ettiğini ve yaratıcının değil insan aklının ortaya koyduğu hayat tarzının dayatıldığını söylemiştiniz. Bu meseleyi biraz açabilir misiniz ve Batı'ya karşı nasıl bir kalkan vazifesi görmeliyiz?

Çünkü yukarıdaki kavramlar da bize yine Batı tarafından dayatıldı, özellikle konformizm yani “zoru hayatından çıkar” anarşizmi bizlere inanılmaz zararlar verdi. Allah, bizlere her şeyde ölçülü olun diyor ama bizler, ölçüyü akıl ile aramaya çalışıyoruz. Elbette akıl da kendi üzerine düşeni yapacaktır ama ahlâk ve inanç boyutu bizde görmezden gelinmeye başlandı. Bizim kendi değerlerimizi oluşturan bu üçlü diyalektik hayatımıza nüfuz etmek zorundadır. Ancak bu şekilde Batı ile mücadele edebiliriz. Şimdilerde ciddi mücadeleler yapılıyor; ama bunların daha etkin olması için çalışmalar kurumsal açıdan genişletilmelidir. İletişim Başkanlığı bünyesinde ve TRT 1 üzerinden ciddi adımlar geldi ama sosyal medyada eksik kalındığına inanıyorum. Şimdi çeşitli platformlar ile Batı dünyası yeniden saldırıya geçti, buna ancak kendi değerlerimiz ile cevap verebiliriz.

Son zamanlarda dünya genelinde ve Türkiye'de de İslâm'a ve İslâmî değerlere hakaretlerin ciddi manada artmasının sebebi nedir?

İslamofobi şu an bilerek canlı tutulmaya çalışıyor. Çünkü İslâm karşısında korkan bir Batı aklı var ve gerçek İslâm’ın ne olduğunu biliyorlar. Bunun anlaşılması Batı için yüzyıllardır yapılan planların bozulmasının sebebi haline gelecektir. Batı, kendi rasyonel kurallarının bozulmasını istemez, bu sebepten DEAŞ ve benzeri yapıları da canlı tutmaya çalışacaktır. Yıllarca PKK’yı Gabar ve Cudi gibi dağlarda bekçi olarak kullanan küresel güçler şimdi de İslâm’dan nefret ettirme politikaları bağlamında DEAŞ gibi yapıları besliyorlar. Bu mücadele devam edecektir. Batı’nın bundan vazgeçmesi demek tüm planlarının çökmesi anlamına gelir, bu sebepten Batı asla vazgeçmeyecektir.

Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Aylık Baran Dergisi 20. Sayı, Ekim 2023