Ali Mazak Kimdir?
1954 Mersin-Silifke doğumlu. 1975 Kayseri İmam-Hatip, 1979 İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü mezunudur. Diyanet’te ve Milli Eğitim Bakanlığı’nda görevler aldı. İBB Kültür İşleri Dairesi’nde 22 yıl çalıştı. Şu an Bandırma Üniversitesi Erdek Meslek Yüksek Okulu’nda yönetim bilimleri hocalığı yanında okulun müdürlüğünü yapmaktadır. Doktor öğretim üyesidir. İstanbul Ahîlik Araştırma Vakfı kurucusu ve yönetim kurulu üyesidir. Evli ve üç çocuk babasıdır.

Ali bey, gençlikte nasıl bir arayış içerisindeydiniz ve kendinize nasıl bir yol buldunuz?
Ben yörük çocuğuyum. Torosların başında koyun güden, deve çeken, ata binen, temiz, hür dağlarda at koşturan bir çocuktum. 11 yaşımda ilkokulu bitirmişim. Okumak için içimde bir sevda var. Okuyup adam olacağım sözde! öğretmenlerimin etkisiyle tabiî ki. Fakat adam olmanın ne olduğunu da bilmiyorum doğrusu. Babacığım da okutmak istemiyor; çünkü çoban, ırgat lazım adamcağıza. Son çocuğuyum, kendilerine bakacak birisi lazım. Yayla-sahil ekilecek araziler, beş yüz koyun, beş yüz keçi var. Çift at besler; her hafta biriyle cirit oynamak için. Ben de kafaya takmışım okuyacağım. Anneciğim de, “Git oku! Öleceksen o yolda öl!” diyor. Ama ne bir adres var, ne beş kuruş para veren; ne de bir yol gösteren... Bu şartlarda ayrıldım kara çadır yörük evimizden. Orta bire ancak üç sene sonra başlayabildim. Mersin'de İmam Hatip Lisesi yeni açılmıştı; bu da Mersin’in Kızılcahamamlı müftüsü rahmetli Osman Aydın’ın yardımıyla oldu. Allah ondan razı olsun, gani rahmet eylesin. Burada bir sene okuyup ardından Kayseri İHL’ne yatılı gittim. İdealist bir genç olarak okuldaki derslerle yetinmiyoruz tabiî... Dışarıda da arayışlar var. Türk çocuğuyuz, Türkmen çocuğuyuz... Yörüklükten gelen bir saflık var ve Türkçe söylemler hoşumuza gidiyor. Ülkücülerle yürüyüşlere katılıyorum. Mesela Yusuf Alptekin geldi, onunla yürüyüş yaptık Kayseri caddelerinde. Orta 2’deyim; sene 1970-71. Milli Eğitim il çapında bir şiir yarışması düzenledi. Orada bir şiir okudum ben. “Parçalanmak istenir bir ülke; Anadolu'dur / Uçar elden ele bozkurtlu bayraklar / Emreder bir başbuğ sade ve vakur / Vur Türklük aşkına vur / Vur Allah aşkına vur” böyle devam eden bir şiir... Okuduğum şiir de kendi başıma seçtiğim bir şiirdi. Orada yuhalandım. Meğer Kayseri gibi bir yerde bunlara muhalif büyük bir sol kesim de varmış. Ve oradan çıkıp okula doğru giderken bir saldırıya uğradım. Yanımda da bir arkadaşım vardı; ama bir anda ortadan kayboldu. Ben de kendimi kurtarmanın yolunu kaçmakta buldum. Ve beklenmedik bir atiklikle heykelin arkasından fırlayarak uzaklaştım. Daha fazla dayak yemekten kurtuldum ama okkalı birkaç yumruk yediğimi hatırlıyorum. Benim vurma fırsatım hiç olmadı; çünkü onlar kalabalıktı… Sonra başka bir toplantıda bir şiir okundu. “Ey Tanrı Dağları’ndan inen tanrı” gibi ifadeler olan bir şiir. Bu pek hoşuma gitmedi. Allah’sa eğer bu tanrı, Tanrı Dağları’ndan inmek ne demek? Şiirin ismini bilmiyorum, öğrenmiş de değilim. Ondan sonra biraz daha İslâmî kültür ağır basmaya başladı. Bir arayış içindeydim. Nurcuların birkaç toplantısına gittim. Kırk-elli kişilik bir evde basıldık. Hatırladığım kadarıyla Cafer Ağa Mahallesi diye bir mahalle var. Oraya bir yere götürdü biraz ileri gelen ağabeyler. Orada toplantıdayken basıldık ve emniyete doldurulduk. Sabaha kadar ifade verdik. “Ne yapıyordunuz? Niye gittiniz?” gibi sorular soruyorlardı. Erbakan, Ecevit koalisyon hükümeti bir af çıkarana kadar yargılandık; mahkemeye gittik, geldik. Toplandığımız ev sahibi ve bir kişi tutuklandılar ve birbirlerine kollarından kelepçeli olarak adliyeye jandarma marifetiyle getiriliyorlardı. Okulda hocalarımız eksik olmasınlar anlayış gösterdiler. Yerel gazetelerde adımız çıktı, haber olduk; falan. Yatılı öğrenciyiz bir taraftan yatak ve etüt yoklamalarında yok yazılmışız. Çalışkan da bir talebeydim; bir disiplin cezasına uğramadım.

Daha sonra neler yaşadınız?
Sonraki zamanlarda okulda üst sınıflardan bir abiyle konuşuyorduk; Seyit Ali Kahraman’dı bu abinin ismi. Dedi ki: “Ya Ali sen Büyük Doğucu olmaya layıksın.” dedi. Orada sağ grupların hepsi var. “Büyük Doğu nedir?” dedim. “Biz bunların hepsini içine alan bir Büyük Doğu ideali taşıyoruz.” dedi. “Ne var burada?” dedim. “Burada İslâm ideali var.” dedi. “İslâm’ın hükümleri uygulanacak. İslâm’ın kardeşlik ilkeleri uygulanacak. Kur’an’ın ahkâmı uygulanacak. Resûlullah’ın sünneti uygulanacak. Seni Necip Fazıl’ın konferansına götüreyim.” dedi. Necip Fazıl’ın bir konferansına katıldık. Tabiî çok da iyi anlayamadım Üstad’ın ustaca söylediklerini. Daha orta iki veya üçüncü sınıftayım o zaman. Sonra konferansın sonunda Üstad’ın Sakarya şiirini okudu birisi. Başka bir toplantıda da dinlemiş olabilirim; onu tam kestiremiyorum. Sakarya şiirine çarpıldım. Sakarya şiiri çarptı beni. “Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu’nun / Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun / Sen ve ben gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız / Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız.”, “Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz / Sen kıvrıl, ben gideyim, son peygamber kılavuz.” dedi mi bittim ben orada, tamam. Ondan sonra Büyük Doğucu olduk. Bu defa MTTB’nin faaliyetlerini takip ediyorum… MTTB de yeni açılmıştı Kayseri’de. Bu konferanstan bir süre sonra açıldı hatırladığım kadarıyla. Onun afişlerini asmaya gittik. Emniyetten izin almamış arkadaşlar. Polisler çevirdi: “Hani izniniz; nasıl asıyorsunuz bunları?”, “Bilmiyoruz.” dedik, “Bize asın dedi başkanlar, abiler. Geldik asıyoruz.”, “Hadi gelin bakalım karakola.” dediler. Gittik Kiçikapı Karakoluna! Birkaç gün nezarette yattık. Ama orada dövmediler, eksik olmasınlar polisler; kendi yiyeceklerini bizimle paylaştılar. Tabiî hepsi Anadolu çocukları. Sonra Büyük Doğu çizgisinde devam ettik hayat yolunda. 1975, Kayseri İHL’sinden mezun olduktan sonra üniversite eğitimi için İstanbul’a gelmek kısmet oldu. İstanbul’da artık kendimi tamamen okumaya vermek istiyordum. Kayseri’de biraz fazla deşifreydik, sosyaldik. Mehter yürüyüşleri, bando majörlüğü yaptım, tiyatrolar oynadım, arkadaşlarla turneler yaptık. Serhat Türküleri konserleri verdik. Sivas, Kayseri, Nevşehir, Mersin... Tatillerde buralara gidip tiyatro oynuyorduk, dinî içerikli, millî içerikli etkinlikler yapıyorduk. Bu faaliyetlerden sonra İstanbul’da biraz daha kendimi yetiştireyim, kitapla ilgileneyim düşüncesiyle bazı meslek, lisan kurslarına başladım. İstanbul’a kavuşmanın mutluluğunu yaşamaya başlarken, kendimi Talebe Derneği Yönetim Kurulu listelerine yazılmış buldum. İkinci sınıfta iken de, Yedi Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Derneklerini temsil eden Yüksek İslam Enstitüleri Talebe Federasyonu Genel Başkanlığına seçildim. Tabi kıyasıya bir yarışmayla 29 tur seçim oylaması sonunda başkanlığı kazandım.

Yüksek İslâm Enstitüsü boykotlarına gelelim Ali Hocam…
Cemiyet etkinliklerimizde çeşitli kültürel faaliyetler yanında esas hedefimiz bu enstitüleri akademiye dönüştürerek akademik statüsü kazandırmaktı. O zamanlar koalisyon hükümetleriyle yönetiliyor ülkemiz. Enflasyon diz boyunu aşmış gidiyor. Biz, dernekler ve federasyon olarak bütün gücümüzle Yüksek İslâm Enstitülerinin akademi olma kanununu çıkartmaya çalışıyorduk ve ülkede Millî Cephe Koalisyonu denilen dört partili bir koalisyon hükümeti vardı. Yani dört parti iktidarda: Erbakan, Türkeş, Demirel, Bozbeyli liderliğindeki sağ partiler. Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Adalet Partisi ve Demokratik Parti… Evet, bu iktidarla diyaloglar kurarak Akademi Kanunumuzu hazırlattık, meclis gündemine geldi ve onuncu sırada; ama önünde kanunlar bir türlü geçmeyen kanun teklifleri var. Onlar geçmiyor, bizimki de TBMM’de görüşülemiyor. Öne alınması için koalisyon partilerinin kapılarını aşındırdık. Sol muhalefet partisi CHP lideri Ecevit’le bile iyi bir diyalog kurmuş durumdaydık ve gündeme gelirse yasamızın çıkmasına destek vereceklerine söz almıştık. Dedi ki: Biz bunu destekleriz. Biz de isteriz sizin üniversite olmanızı... Randevulaştık, görüştük.

“Esas hedefimiz Akademi kanunu” demiştiniz.
Bütün hummalı çalışmalarımıza ve diplomatik ilişkilerimize karşın Akademi kanunu TBMM gündemine bile gelemeden kadük kaldı. Milli Cephe hükümeti bozuldu, seçim kararı aldılar. Biz de arkadaşları önceden hazırlamıştık, “Eğer bu hak verilmezse boykot edelim, bir fırtına koparalım, bir gürültü çıkaralım.” diye. Sık sık beyanatlar yaparak, arkadaşlar arasında toplantılar yaparak, okulları dolaşarak öğrencileri buna hazırlamıştık. “Hepiniz dinamik olun, siyasîleri rahat bırakmayın, durumu anlatın.” yollu cümlelerle arkadaşları hazırlamış iyi bir motivasyon sağlamış durumdayız. Bu hak verilmezse bir boykot yapmaya, bir gürültü çıkarmaya hazırız yani; ama şanssızlık işte, tam seçime gidilirken kaldı ortada. Zamansız oldu biraz. Arkadaşlar boykota hazır. Toplandık, konuştuk vesaire; ama bir taraftan da muhatabımız yok, hükümet yok. Ben İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’ndeki arkadaşları topladım, dedim ki: “Arkadaşlar, tam boykot zamanı; ama bir bakımdan seçim zamanı uygunsuz dedim.” Orada arkadaşlarla da bayağı tartıştık bu durumu. “Bunu yapacaktık; ama erteleyelim.” tarzında bir fikrim vardı benim; ama baktım ki arkadaşlar ısrarlılar; “Boykot hemen yapılmalı, derhal sesimiz duyurulmalı.” dediler. Kâzım Albayrak ve bir grup arkadaş yüksek sesle bunu dile getirdi. O zaman dedik ki: “Karar arkadaşlarımızın. Arkadaşlarımız karar alır ve boykotu yaparsa biz onların yanındayız, destekleriz.” Ve öyle oldu, boykotlar başladı. Biz de arkadaşlarımızın yanında olduğumuzu, onların taleplerinde haklı olduklarını, bu hakkın kendilerine verilmesi gerektiğini bir basın toplantısıyla ilan ettik.

Bu toplantı nerede oldu?
Bugünkü Altunizade’deki Marmara Üniversitesi’nin yerinde olan İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün konferans salonunda oldu. Müdür beyden izin aldık. Müdür, Nuri Ünlü’ydü o zaman. O da gelip dinlemiş arkadan bu konuşmayı.

Peki, “Siz zaten bir şey yapamazsınız, çayırda otlarsınız ancak.” sözü orada mı söylenmişti?
Yok, orada söylemedi onu; o gün orada hiç konuşmadı Nuri hoca. Benim bulunmadığım bir ortamda, okul önünde söylemiş onu arkadaşlara karşı çıkıp. Çok yadırganmış tabi. İçimizde vaizlik, hocalık yapan çok değerli, yetişkin abilerimiz de vardı. Boykot başladı; medyayı iyi kullandık. Bizim din eğitimi camiasında pek görülmüş eylem değildi boykot. Biraz da sol kesimin olumsuz amaçlı hareketlerinden sayılıyordu boykot hareketleri.

Boykotlara muhalif olan Hayrettin Karaman gibi hocalar da vardı, öyle değil mi?
Adını zikrettiğiniz şahıs ve ekibi boykotlara karşıydı. Hocalarımızdan bazıları bu eyleme çok olumsuz baktılar; Özellikle Süleyman Demirel siyasetine yakın olanlar; “Siz ihanet ediyorsunuz, böyle bir şey olmaz.” dediler. Bizim camiada boykot gibi şeylere alışık değil insanlar. ODTÜ gibi üniversitelerin yaptığı negatif boykotlar genellikle anarşik dozda oluyordu. Solun radikal kesimlerinin yıkıcı eylemleri karışıyordu bazı masum isteklere. Dolayısıyla, sağın bazı medya ve yazarları da bizim boykotu da buna benzeterek yadırgıyorlardı. Bizim hocalarımızdan bazıları da biraz da kendi inisiyatiflerinde olmadığı için rahatsızlık duydular. Özellikle Demirel’e yakın Nurcular ve bürokrat abiler. Tabi onların bizim içimizdeki yandaşları. İzmir’de Gülenciler; diğer illerde Yeni Asyacılar bir de aynı siyasete medyun bizim familya’dan abilerimiz.

Türkiye genelinde yedi Yüksek İslâm Enstitüsü vardı. İstanbul, İzmir, Bursa, Konya, Kayseri, Erzurum ve en son açılan Samsun. Bu okullarda da boykotlar oldu 1977 yılları Mart, Nisan, Mayıs ayları. İstanbul kadar uzun sürmese ve birisi sonradan katılsa da boykotlara destek verildi, yekvücut olundu. Öyle değil mi?
Evet, bu konuda büyük bir dayanışma oluştu. Özellikle Demirel siyasetinden yararlanan sağ cenahtan bazı çatlak sesler olsa da biz yolumuza devam ettik tabiî; arkadaşlarımızı desteklemeyi, koruyup kollamayı sürdürdük. Tabiî bir yandan emniyet bize karşı kullanılmaya çalışıldı, bu boykotların içinde yer alan arkadaşlar taciz edildi, dövüldü, siyasî şubelere götürüldü. Buralarda arkadaşlarımızı yalnız bırakmadık biz tabi ki. Bu arada nerden çıktıysa, “Siz bunu ilme karşı yapıyorsunuz, bazı ilim adamlarına karşı dönecek bu hareket” gibi laflar dolaşıma sürüldü. Boykotu yöneten bazı arkadaşlara özel takipler yapıldı. Arkadaşlarımız “İlme karşı boykot olmaz, yanlış yapıyorsunuz.” gibi cümlelerle ikna edilmeye çalışıldı. Bazı arkadaşlara paket paket kitaplar geldiğini de biliyorum. Merhum Bekir Topaloğlu da hatıralarında ağır ifadeler kullanıyor boykotlar hakkında. Hâlbuki orada bu camiadan esirgenen meşru ve haklı bir talep vardı. Bunlar breysel ve siyasi değil tüm okullarımız hesabına genel isteklerdi.

Yayınlandı mı o Topaloğlu hatıratı?
Yayınlanmak üzere hazırlandığını biliyorum; öyle duydum ve oradan gelen bazı bilgilerle konuşuyorum. Orada benim de ismimin geçtiğini ve hakkımda iyi şeyler söylenmediğini duydum. Kitap çıkarsa cevabı verilecek tabiî ki.

Boykotun liderleri hakkında da olumsuz şeyler var söz konusu hatıratta... “Bir ilmin yanlışı, sonunda belli olur.” hesabı, haklı ve meşru olanın kim olduğu ortaya çıkmışken, onların bulunduğu cephenin, düzenle uzlaşan bir çizgi olduğu ve İslâmcı hareketin o aşamaları geçmesi gerektiği meydandayken, maalesef iyi bir değerlendirme değildi bunlar; hocanın yaptığı.
Değil tabiî… Ama Bekir hocadan sonra eklemeler de olabilir. Boykot eyleminde çıkış hareketi olarak kesinlikle kötü bir niyet yok. Talep edilen bir şey var. Onların da talep ettiği bir şeydi bu Akademi talebi; okulu üniversite statüsüne sokmak… Nitekim bu işe karşı çıkan hocalarımızın ekseriyeti bu sayede profesör oldular.

Yani, “boykotlar vesilesiyle profesör oldular.” diyebiliriz. Boykotlara karşı geldiler, sonra da nimetlerinden faydalandılar… Peki boykotun ilk günü nasıldı? Oradaki heyecan, atmosfer nasıldı?
Çok yüksek bir heyecan vardı. Arkadaşlar tek vücut halinde “Akademi! Akademi!” diye slogan attılar. Başka, olumsuz hiçbir şey de yoktu yani. Bunu izleyen insan asıl meselenin ne olduğunu görür. Orada herhangi bir ideolojinin veya herhangi bir siyasî partinin ismi söylenmiyor; dili kullanılmıyordu. Arkadaşlar dövizler hazırlayıp okulun duvarlarına asmışlar, yurdun duvarlarına asmışlar. Cadde kenarlarına asmışlar. Talep belli… Bu okulun akademi olması lazım. Akademi olunca ne olur? Bilimsel, akademik araştırmalar yapılır. Akademik gözle, bilimsel gözle bakılır her şeye. Konular temellendirilerek, delillendirilerek, analitik yöntemlerle incelenir. Buna karşı çıkmanın ne anlamı var? Verin hakkımızı bitsin diyorduk biz. Bundan bizimkiler neden rahatsız oldular biz anlamakta zorlandık doğrusu!

Hocam işin aslı şu mu: Talebeler kendinden zuhur halinde sosyal ve siyasî olarak söz sahibi olmak istiyorlar ve pasifizm ruhsuzluğuna karşı aslında bir silkiniş var. Karşı taraf da bunu gördüğü ve talebelerin kendi kontrollerinden çıkmasını istemediği için talebelerin bu haklı taleplerine karşı geliyordu. Aslında işin temelinde bu yatıyor. Bu noktayı da biraz açıklar mısınız?
“Aman sesimizi çıkarmayalım, siyasîleri, iktidar mekanizmalarını ürkütmeyelim, bizi genel müdür yapan, bizi diyanet işleri başkanı yapan siyasîleri darıltmayalım.” modundaydılar kanımca. Ankara’ya bağlı olanlar, oradan faydalananlar bundan rahatsız oldular. Bunlar hiç acımadan giyotini salladılar öğrencilerine; hatta kendileri gibi düşünmeyen hoca arkadaşlarına karşı. Şu hatıramı da anlatayım; o zaman yoksulduk; bir tane çorabım var. Vakıflar Yurdu’ndayım. Yıkayıp kaloriferin üzerine koymuşum kurusun diye. Ecevit’ten de randevu talep etmişiz; haber bekliyoruz. O an bir telefon geldi Ecevit’in özel kaleminden. “Size randevu verildi. 15 dakika sonra genel başkan Sayın Ecevit sizi meclisteki odasında bekliyor.” dedi. Hemen arkadaşları topladım gittim. Çorap ıslak tabiî, mevsim kış, giyemedim. Ecevit’le konuşurken ayağımı koltuğun altına saklıyorum, çorapsız ayağım görünmesin diye. Bu şartlarda biz tutmuşuz, camiamız adına bir talepte bulunuyoruz ve koşturuyoruz. Ankara’yı yol etmiş; siyasilerle ahbap olmuşuz. Hayatta olanlardan hâlâ görüştüklerim var.

“Giyotini salladılar.” dediniz. Birinci dönem boykotlar 55 gün sürdü. Boykotların sonunda beş öğrenciyi okuldan uzaklaştırdılar ve ceza kağıdına “Ömür boyu din adamı olamaz.” diye de yazdılar.
Maalesef… Ne yapmış bu öğrenci? Bunu ben o zaman da samimiyetle savundum. Bir talebi var bu öğrencinin. Okulunun akademi olmasını, bilimsel bir hüviyete kavuşmasını istiyor. Amaç bu, yazılanlar bu, sloganlar bu… Böyle bir talebe, bu şekilde bir karşılık verilir mi? Sınav salonlarında tebligat yaptılar. Sınavda öğrenci rahatsız edilmez. Buna yasalar da müsaade etmez. Bazı hocalarımız da buna tepki koymuşlar, izin vermemişlerdir sınav salonunda… Rahmetli Ömer Çam, pedagoji hocamızdı. Adam tebligatı yapmaya gelen görevliye müsaade etmemiş; resmen salondan kovmuştur. Unutamadığımız böyle örnekler de yaşanmıştır. Böyle samimi bir talebe, siz hoca olarak karşı çıkıyorsunuz, üstüne bir de ceza veriyorsunuz. Tabiî bunun karşılığında da öğrencide tepki artıyor. Okullar açılır açılmaz Eylül’de tekrar boykotlar başladı. Niçin? “Hem taleplerimiz yerine getirilsin, hem de atılan arkadaşlarımız okula geri alınsın diye.” Talep çiftleşti.

Ne oldu ikinci dönem boykotlarda?
Bu ikinci boykot uzun sürdü. Hemen hemen eğitim yılı boyunca devam etti ve biz federasyon olarak da mücadelemize devam ettik. Atılan arkadaşlarımızın geri alınması için uğraştık… Bu ikinci boykottan sonra Ecevit koalisyonu kuruldu. Polisin tahrikleri sonucunda polis ile öğrenciler arasında ciddi çatışmalar ve sonunda müdürün üzücü darp eylemi yaşandı… Evet, polisler de olumsuz kullanıldı öğrencilere karşı; ama bu okuldan atılan arkadaşların hepsi yargılandılar, beraat ettiler tekrar öğrenci oldular, mezun oldular ve diploma aldılar. Boykotlar başarıyla sonuçlandı ve bütün ceza alan öğrenciler okula döndü. Birlik içerisinde herkes okulunu bitirdi. Sene sonunda Ecevit’le olan diyaloglarımız sayesinde af çıktı ve öğrenci disiplin soruşturmalarının tümü kaldırıldı, sınav hakları sağlandı. Boykotta geçen zaman da telafi edildi. Ayrıca verilen cezalar Danıştay’ca da haksız bulundu ve bozuldu.

Öğrenciler, boykot liderleri vs. bir bedel ödediler mi? Kimler, ne kadar ceza aldılar?
Tabiî ki ceza alan öğrenciler oldu. Kâzım Albayrak ve Hüsnü Kılıç ömür boyu okuldan uzaklaştırıldılar. Recep Garip, Polat Aygün ve Eyüp Ali Uyar ise birer yıl uzaklaştırıldılar. Yalnız öğrenci arkadaşlarımız değil, onlara insaflı davranan yönetici hocalar bile idari görevlerinden azledildiler. İstanbul’da Başmüdür Yardımcısı Nedim Urhan başta olmak üzere diğer enstitülerden de alınanlar oldu.

Boykotların öğrencilere şuur ve aksiyon olarak ne gibi katkıları oldu?
Bu noktada bizler öğrenci olarak, gücümüzü aşan işler yaptık. Arkadaşlarımız fedakârlık yaptılar, bu kolay bir şey değildi. Bir buçuk seneye yakın bir boykot süreci yaşandı. Bu kadar uzun süren bir boykot da hiçbir kurumun tarihinde yoktur diye tahmin ediyorum. Neticede bu olaylar da insanları yetiştiriyor. Sosyal olayların içinde yetişen arkadaşlarımız, bulundukları her yerde lider pozisyonunda, eğitimci pozisyonunda, yönetici pozisyonunda, akademik pozisyonda rol sahibi oldular. Bunlar hâlâ görevlerine devam etmektedirler.

Zamanla çizgisini kaybeden, düzenle uzlaşanlar da görünüyor. Tabiî sağlam bir ideolojiye nisbetini kuramayanlar da görülüyor.
Amaç değişmiş değil, çizgi değişmiş değil; ama bu ülkenin, bu toprağın, bizim milletimizin, genel olarak aldığı bir din terbiyesi, bir din, İslâm mayası; tasavvufî bir İslâm yorumu var. Ahmed Yesevî’den beri gelen, Bahaeddin Nakşibendi’den, Mevlana’dan, Hacıbektaş-ı Veli’den, Ahi Evran’dan, Hacı Bayram-ı Veliden, Sarı Saltuk’tan, Geyikli Baba’dan, Hüdai’den; Gaziyan-ı Rum’dan, Bacıyan-ı Rum’dan, Abdalan-ı Rum’dan beri gelen bir Horasan mayası var… Bu insanların hâlâ mezarları ziyaret edilir, kitapları okunur. Horasan’dan, Buhara’dan, Semerkant’tan, Bağdat’tan gelip, bu insanlar Anadolu’yu ihya etmişler. İbni Arabîler, Ahî Evranlar, Hacı Bektaş-ı Veliler; bunlar bu topraklarda İslâm’ın ideal yorumunu yapmışlar, aşk yorumunu yapmışlar, insanî yorumunu yapmışlar. Düşmanına bile merhamet eden insanlar kendi başına yetişmez. Dağ başlarındaki çoban, yanına gelen kimseye azığını ikram etmeden geçirmez; kurda kuşa yedirmez… İslâm’ın bu yüksek yorumu, Kur’an-ı Kerim’in bu anlamdaki tefsiri, Anadolu’dan Balkanlara, Kafkaslara, Kırım’a, Kuzey Afrika’ya yayılmış… Bugün hâlâ toplumun genel din anlayışı budur. Bu çok ileri bir anlayıştır. Bunu anlayamayan, dar imkanlarına karşın, kendisini yetiştiren, okulunu, yurdunu inşa eden, burs veren, bilet alan mü’minlere dua etmeyen; müşrik gözüyle bakan; batıl cereyanlarla hiçbir sorunu olmayan insanlara yazık! dememek ne mümkün? Be garip adam, ustasız taş bile yontamazsın, demir bile dövemezsin; at bile nallayamazsın. Muttakî Müslüman nasıl olacaksın; sorumlu hocalığı, Hak namına kılı kırk yarmayı nerden bileceksin? Oturulan dedikodu sofrası, içilen haset, fesat çorbası değil mi nitekim ortamlarınızda?

Boykota karşı olanların da Selefî ve reformist bir çizgiye yakın olduğunu ve tasavvufa uzak olduğunu söyleyebilir miyiz?
Horasandan beridir Türk toplumunda İslami görüş ve inanç, Sünnet ve Kur’an temelli tasavvufi yorumudur. Bu sosyal kitle ile ters düşmemek için gerçek anlayışını net belirtmekten imtina eden bazıları bunu seslendiremiyorlar. Genel tavırları tasavvufa mesafelidir. Hâlâ yazıp-çizen bazılarına bakarsanız, çoğu zaman konu başlıklarının selefi ıslahatçılar etrafında dolaştığını görürsünüz. Bir misal vereyim. Gitmiş Suudi Arabistan’da, şurada-burada, Rabıta destekleriyle okutulmuş insanlar var. Balkanlar’da, Kırım’da hocalık yapıyorlar. Namaz sonunda tespih çekmiyor, Kur’an’dan aşr-ı şerif okumuyor, toplu dua etmiyor. Bizim camilerimizde farz namazlar kılındıktan sonra Kur’an’dan bir parça, aşr-ı şerif tilavet edilir. Farz namazın ardından zevk ve huşu ile okunur ve dinlenir. Bizde çok önemsenir bu. Hele bir de meali verilirse çok doyurucu olur. Bizim tabi anadilimiz Arapça değil. Bunlar tekrarlana tekrarlana dinlenirken hem manevi tat alınır; hem kulak aşinalığı, hem telaffuz düzgünlüğü sağlıyor, hem ortak Kur’an dinleme zevkini meşk ediyor, hem tesbihatı birlikte yapmanın zevkini tattırıyor. Cemaatle kılınan namazın hem manevi zevki hem de sevabı yüksektir. Bunlar su içercesine insanlara zevk veriyor. Yalnız yemek yerine toplu yemek bile insana ayrı bir zevk verir; bizim kültürümüzde bu böyle. Dolayısıyla bütün bunlar birlikteliği, yüreklerin toplu vurmasını ifade ediyor. Ahiliktir bu hem de. Yemek yaptığınız zaman dışarıdaki köpekleri bile düşünmenizi öğretir ahiler; böylesine etkilidir terbiye. Ahilikte üretmek var, kazanmak var, yapmak var, sanat var; ama bunu insan, hizmet için yapacak. Yani siz, para kazanırken bile aslında diğer insanlara olan hizmetinizi düşünüyorsunuz.

İslâm anlayışı, aşk ve iman temeli üzerinedir ve büyüklerimiz Anadolu’da bunu ekmişler, harmanlamışlar; savurmuşlar, yoğurmuşlar, kaynatmışlar, pişirmişler; meydanlarda beraber yemişler. İslâm’ın yorumu; Ehl-i Sünnet çizgisi aynıdır hep…
Tabiî tabiî, İslâm’ın şeriat esaslı asıl yorumudur bu. Dolayısıyla bu bir aşk yorumudur. Aşkla yazılan şiir de başka oluyor, yapılan yemek de başka oluyor, dövülen demir de başka oluyor, yetişen insan da başka oluyor. Ben hâlâ aynı kanaatteyim. Bizim öğrenci arkadaşlarımız Anadolu’dan gelmişler, ayağında çorapları yok. Sınıflara çorapsız girip çıkan arkadaşlarımız hâlâ gözlerimin önünde benim. O hâlde çıkıyor diyor ki: “Ben daha iyisine layığım!” veya “Burada bir İslâm eğitimi varsa bunun daha iyisi ve daha doğrusu olmalı!” bunu talep ediyor arkadaşlarımız. Burada ne kötülük var kardeşim?

Üsküdar Din Görevlileri Lokali’nde toplantı yapıyorlar ve Yüksek İslâm boykotlarını kastederek “İslâm’da boykot yoktur” kararı alıyorlar. Yeni Asya gazetesi de bunu manşet atıyor. Bundan biraz bahseder misiniz?
Bizim mezunlar federasyonu yapmıştı onu? Toplanmışlar orada. Biz de haber aldık gittik.

Mezunlar federasyonu mu yapıyor, nasıl oluyor? Mezunlar federasyonu derken? Sizin bulunduğunuz talebeler federasyonu değil de, boykot karşıtı başka bir federasyon mu?
Bir talebe federasyonumuz vardı benim başkanı olduğum; bir de mezunlarımızın kurduğu ve yönettiği Yüksek İslam ve İlahiyat Mezunları federasyonu vardı.

O toplantıyı boykot karşıtı olan mezunlar federasyonu yapmıştı yani… Peki bu federasyonun başkanı kimdi?
İyi hatırlamıyorum ama, Rıza Selimbaşoğlu idi sanıyorum. Mezunlar federasyonunun yönetimindeydi. Başkan olarak da Hayrettin Şallı da basın açıklamasını yapmış olabilir. Kişiler hiçbir zaman konumuz değil, biz zihniyetleri konuşuyoruz. Ancak şu çelişkiyi de vurgulayayım; Hayrettin Şallı, İmam Hatip’te yemekhane için boykotu destekler ve çocukları kapı dışarı ederken, Yüksek İslâm’daki idealist amaçlı boykotlara ise karşı çıktı.

Üsküdar Din Görevlileri Lokali’nde yapmışlardı. Diyanetle alâkası neydi bu olayın?
Rıza Selim Bey de Diyanet’te görevliydi çünkü; ama ne görevindeydi bilmiyorum.

Tayyar Altıkulaç o dönem, Yüksek İslâm Enstitüleri’nin bağlı olduğu Din Eğitimi genel müdürü mü idi?
Biz öğrenciyken, boykot döneminde, Din Eğitimi Genel Müdürü idi Tayyar Hoca. Onun için Milli Eğitimde daha çok onunla muhatap oluyorduk. Boykota hiç razı değildi. Daha sonra Ecevit iktidarında o Diyanet İşleri Başkanlığına getirildi. Biz karşı çıkmadık. 1960 ihtilali hükümeti zamanında Diyanete başkan yardımcısı olmuş. Demirel iktidarlarında hep orada kalmış, Erbakan-Ecevit koalisyonunda kabul görmemiş; bu dönem Diyanet İşleri Başkanı Prof. Süleyman Ateş’ti… Boykotlar bitti, arkadaşlar geri alındı, biz okula bazı haklar kazandırdık; Asistanlık sistemi, Branşlaşma sistemi geldi, İslâm dininin esasları, hadis, tefsir, fıkıh, kelâm gibi ihtisas bölümleri açıldı. Yani artık okulda akademik olmaya hazırlık başlamış oldu. Baskımız faydalı oldu. 12 Eylül’den sonra da Orhan Oğuz Millî Eğitim Bakanı oldu, muhafazakâr bir adamdı. Konseye bizim okulların fakülteye dönüşme tekliflerimiz kabul ettirdi, Turgut Özal iktidarından önce, daha askerî idare zamanında, bizim okullara “İlahiyat Fakültesi” vasfı verildi.

Oldukça hareketli geçen boykot döneminde yetişen öğrencilerin, daha sonraki hayatlarında, birçok zeminde daha girişken, aktif olduğundan, kendine güvendiğinden bahsetmiştiniz galiba?
Evet, daha özgüvenli ve sözünü söyleyebilen, kendisini dinletmeyi bilenler... Yani o arkadaşlarımdan çizgisini değiştireni hiç görmedim.

Hareketin kattığı şeyler onlar için bir artı oldu?
Dediğiniz gibi... Hareketin kattığı motivasyon, cesaret diğer meselelerde arkadaşların başarısına tesir etti. O vakitlerden beri hâlâ hayatta olanlar, aynı türküyü söylemekteler!

Güzel bir türkü...
Pişman olan da yok. Sıkıntılar çekildi, arkadaşlar okuldan atıldı, mahkemelere gidenler oldu... “Keşke yapmasaydık” diyeni duymadım daha. Ben de sıkıntılar çektim. Yani niyet hayır, akıbet hayır... Kastımız olmadan bazı insanların tekerine çomak sokmuşuz; bizden rahatsız olanlar oldu elbette. Ne yapalım, derde düşmüşüz derbederce koşuyoruz?

Boykot dönemiyle alâkalı başka önemli gördüğünüz, çileli, hoş hatıralarınız var mı?
Şartlar çok zordu. Değişik baskılar, telkinler vardı. Üsküdar’daki toplantıyı hatırlıyorsunuz... Bizim bilmediğimiz başka bir toplantı olmuş Fatih’te, Rahmetli Topaloğlu Hoca hatıratında yazmış bunu. Bize destek verenleri caydırmak için bazı çabalar olmuş, adamcağız bunları hep yazmış. Siyasî baskı yapılmış, basın mensuplarını çağırmışlar!

O zamanlar Fetullah Gülen grubunun boykotlara tavrı nasıldı?
İşin hangi noktalardan gelmiş olduğunu ifade etmek için belirtelim: Yeni Asya grubu boykota karşıydı. Aynı şekilde Fetullah Gülen de karşıydı. Nurcu ekibin lokomotifi FETÖ gurubu idi. Ülkücüler bizim boykotlara destek verdiler. FETÖcüler Demirelci oldukları için boykota karşı oldular. Hatırladığım kadarıyla İstanbul’daki boykot kırıcı öğrencilerin arasında Cemal Uşşak vardı. İstanbul’da Yeni Asya Grubu, İzmir’de Gülen’e bağlı 20-25 kişilik bir grup boykot kırmaya çalıştılar. Latif Erdoğan başlarında. Televizyonda boykotu kırma talimatını FETÖ’den aldıklarını kendisi de anlattı bir ara. FETÖ mensubu küçük bir grup İzmir’de boykotu kırmaya teşebbüs etmiş. Basri Özbay ile İzmir’e gittik; Boykotu kırmak diye bir şey söz konusu değil; mümkün de değil tabi. Ertesi gün İzmir’de olduk, boykotçu arkadaşlara “Muhalif grup kim, gelsinler bir konuşalım!” dedim. Beş-altı kişiyi çektik kenara... İsim isim tanımıyorum tabiî onları, Latif Erdoğan da içlerinde; televizyonda kendisi de itiraf ediyor, “bizi oradaki (İzmir’deki) arkadaşlarla birbirimize düştük, bizi kullanarak boykotu kırdırmak istedi” diye. 800 kişiye yakın öğrenci boykot yapıyor; FETÖ tarafından talimatlı 20-25 kişi de boykotu kırmaya çalıştı. Boykot siyasî olarak Demirel’e karşı göründüğü için, orayla bağlantısı olanlar rahatsız oluyor. Tayyar Bey, Demirel’in bir bürokratıydı yani.

Bu hususta İzmir FETÖ’sü, Yeni Asya grubu hepsi beraberdiler...
Biliyorsunuz, İstanbul’da da problem oldu bunlar. İzmir’de FETÖ, vaaz verdiği kürsülerde boykot aleyhinde konuşmalar yapıyor; cemaati bile işin içine çekmeye çalışıyor; mensuplarını abdest aldırıp boykot kırmaya yolluyor. Doğal olarak boykot organizatörü arkadaşlar da boş durmuyor, önlemini alıyor ve hakkını hukukunu koruyor. 900 kişi dışarda boykot yapıyor, bu 20-30 kişilik grup bunu kırmaya çalışıyor. Boykotçu arkadaşlarımız onları nazikçe(!) dışarı çıkarmışlar tabi. Sonra öğrenci arkadaşlarla bir toplantı tertipledik boykotçu arkadaşlara, sükûnet tavsiye ettik, “sükunetle beraber kararlı durulması, sakin olunması” telkinlerinde bulunduk. Fetullah Gülen’in peşine düştük, “bu neyin nesi, niye fitne sokuyor!” dedik. Mensubu olan çocuklardan telefonunu aldım, arıyorum, çıkmıyor adam! Birisi var yanında, ismini vermedi, “ben oğluyum” dedi. Oğlu-moğlu yok adamın, bekâr bir kere. “Hizmetçisiysen söyle, neyi isen nesisin, ver telefona bir görüşelim yahut bizi sen görüştür!” dedim. “Hasta, görüştüremem!” deyip bahaneler sayıyor. Duyuyoruz, kürsülerde aleyhimize konuşuyor FETÖ, “Bu merdut, mel’un, anarşist talebeler çocuklarımızı derse sokmuyormuş. Bu boykotu bitirmezlerse cemaatimle gelip o boykotu ben bitireceğim.” diyor İzmir’de bir kürsüde. Nasıl oluyorsa müftülük yönetimi de bu ifadelere bir şey söylemiyor!

Karışmadığı bir şey yok; kimse işine bak demiyor.
Asıl siyasete ram olanlar kendileri, ama bizi itham ediyorlar! O günün siyasetine, Demirel’e angaje olmuşlar. Hasıl-ı kelâm, ufak tefek muhalif gruplar her yerde vardı, problem oldu. İzmir özellikle biraz daha sıkıntılı oldu. Fakat boykotçu arkadaşlar kararlarını uyguladılar. Sonuna kadar da sürdürdüler.

II. BÖLÜM

Üstad Necip Fazıl’la olan ilişkilerinize gelelim. Siz Büyük Doğu çizgisinde devam ediyordunuz. Necip Fazıl’ın boykotlarla ilgisi ne?

Tabiî Büyük Doğu çizgisindeyiz. Büyük Doğu’nun içerisinde ideallerin hepsi zaten var. Büyük Doğu kapsayıcı, kuşatıcı bir dildir. Necip Fazıl’ın boykota ilgisi şöyleydi: Biz bir gece programı yapacağız, Harbiye’deki Lütfü Kırdar Spor Salonu’nda. O zamanki adıyla İstanbul Spor ve Sergi Sarayı. Üstad Necip Fazıl da konuşmacı. Biz bunu plânladık, Üstad’la görüştük, “tamam” dedi, memnuniyetle kabul etti. Özellikle Yüksek İslâm Enstitüleri Talebe Dernekleri Federasyonu’nun böyle bir talepte bulunmasından çok memnun oldu. “Siz hazırlığınızı yapın, bir de program taslağı hazırlayıp, getirin bana.” dedi. Bu arada beklemediğimiz bir şey oldu; bazı gazetelerde boy boy Üstad’ın fotoğrafları çıkmaya başladı. Süleyman Ateş aleyhinde yazı yazacakmış. Süleyman Ateş Ermeni dönmesiymiş. Üstad da bunu anlatacak, bir dizi yazı yazacakmış. Her gün Gazetesi’ydi hatırladığım kadarıyla. “Üstad yazacak, yere batıracak” gibi manşetler atılıyor bu gazetede. Biz de bu işe bulaşmak istemiyoruz. Süleyman Ateş, dönme de olabilir, olmaya da bilir. Hatalarıyla, sevaplarıyla Müslüman bir adam.

Sonra Üstad’a gidiyorsunuz?

Evet, randevu aldık Hasan Fehmi Ulus’la. O da Üstad hayranı; çok sever. Gittik; kapısındayız Üstad’ın. Zile bastık, bekliyoruz. O bana “Gevşemek yok bak.” diye tembihliyor ben de ona. “Üstad’ım biz programı iptal ettik, sizi de konuşturmayacağız veya konuşmayacaksınız.” diyeceğiz ve döneceğiz!

Büyük Doğu Yayınlarında mı, Erenköy Köşkünde mi?

Erenköy’deki köşküne gittik. Kapı dışındayız, zile basarken tenbihleşiyoruz yeniden; “gevşemek yok!” diye işaretleşiyoruz. Üstad bizi etkiler de vazgeçeriz diye şüpheliyiz kendimizden yani. Hizmet gören bir genç var; o açtı kapıyı gene, girdik içeri; götürdü Üstad’ın çalışma odasına oturttu bizi. Köşede bir odası vardı, küçük de bir de masası. Kendisi henüz odada yok. “Şimdi gelecek.” dedi hizmetli ve odadan çıktı. Biz bekliyoruz, ama ben Üstad’a nasıl söyleyeceğim bunu? Derken geldi Üstad. Yaşlı haliyle yavaş yavaş yürüyerek geldi. Beklediğimiz küçük odada bizi fark etmedi, daha gelirken salonda aradı. Sonra ‘neredesiniz ya!’ dedi. “Yıldırım gibi geliyorum yoksunuz!” dedi. Öfkeli bir sesti bu. “Buradayız Üstadım” dedik, kalktık ayağa bizi odada değil de salonda bekliyoruz sanmış. “Yıldırım gibi geldim! Yoksunuz!” dedi; yavaş yavaş geliyordu. Artık yaşlılık üstüne sinmişti ama ruhu hala yıldırım gibiydi. Bizi görünce birden kükredi. Biz ayaktayız; . “Bu millet çıldırmış! Bunlar beni anlamamış! Boşa alın teri dökmüşüm! Boşa göz nuru dökmüşüm! Boşa gözlerimden kan akıtmışım! Yüz tane telefon aldım, yüz tane telgraf aldım, protesto ediyorlar beni. Ben satılacak adam mıyım? Sapıtacak adam mıyım? Benden yanlış çıkar mı?” Böyle söyleniyor; ve sonunda dikti gözünü bana şehadet parmağıyla beraber gözlerini dikti ve “Soruyorum sana Ali!” dedi. “Amentü billahi ve melâiketihi derken melekler yerine rüzgar diyebilir misin?” ”Neuzübillah Üstadım.” dedim. “Faiz haram mı?” dedi. “Haram.” dedim. “Peki zerresi helâl demeye yetkin var mı?” dedi. “Neuzübillah Üstadım.” dedim. Sordu, sordu, sordu; ben hep “neuzübillah çektim.” “İşte bu!” dedi. “Adam bunları söylemiş, bunları yazmış” dedi. “Bunlara cevaz vermiş” dedi. “Meleğe rüzgar demiş, faizin azı helal demiş.” dedi. “Getirdiler bir tomar yazılarını; Diyanet, ilahiyat mecmualarında; dergilerde, şurada burada! Önce kovdum gelenleri; bir adama nesebinden dolayı saldırılmaz. Gidin! dedim.” dedi. Hergün Gazetesi’nden Necdet Sevinç getirmiş galiba bir dolu köşe yazısını Süleyman Ateş’in. Sonra Üstad’a “Biz onunla nesebinden dolayı değil, itikadî sapık yazılarından dolayı saldırıyoruz.” demişler. Üstad da “Tamam getirin ne varsa, yazacağım.” demiş. Kendisi oturdu. Öfkesi bayağı dinmiş gibiydi. Bize de oturmamızı işaret etti. Hasan’a bakıyorum, “Sus, söyleme sakın o konuyu.” diye işaret ediyor. Ben ona “Ne yapacağız?” işareti yapıyorum göz ucuyla. “Sakın Üstad’a bir şey söyleme.” diye işaret ediyor. Elhak ben de vazgeçmiştim zaten. Vazgeçmeyecektik güya!.. Program taslağını istedi. Allah’tan daha önce hazırladığımız taslak cebimdeydi. Çıkarıp uzattım.

Programda ne vardı?

Konuşmacılar: Necip Fazıl, Mustafa Yazgan, Müdür, baş muavin… falan yazılıydı orada. Okul adına bir etkinlik olunca racon icabı bunlar konuşur bizim okulda, malûm… Üstad bunların üstüne tam bir çarpı çekti; çizdi hepsini. “Bunlar ne konuşacak!” dedi. Çevirdi kağıdın arkasını, “Necip Fazıl ve Diğerleri” yazdı. “Sunucu sensin beni takdim edersin ve biter.” dedi. “Tabi, emriniz baş üstüne, öyle yaparız Üstadım.” dedim. “Ama, hocalarınıza söylerken, bunu bir nezaketle söyleyin, hocanız konumundaki insanlara ‘sizi konuşturmuyoruz’ denmez.” dedi. Bir hikâye anlattı: “Padişahın gözlüğü kaybolmuş, hizmetçilere ‘gözlüğümü bulun!’ diye emir veriyor; fakat gözlük kaşının üstünde. Gözlüğü kaşının üzerine kaldırmış, gözlüğümü bulun diyor. Unutmuş orada olduğunu. Adamlar görüyor ama “işte gözünün üstünde ya!” diyemiyorlar. Oraya buraya dolaşıyorlar, sağa sola bakıyorlar, o masa, bu masa, çekmece… Padişah, ‘Bulamadınız mı?’ diyor. “Efendim biz arıyoruz ama bulana kadar şu kaşınızın üzerindeki ile idare eder misiniz?” diyorlar. Bunu örnek olarak anlattı. “Böyle bir nezaketle hocalarınıza söyleyin konuşmayacaklarını.” dedi. Haklı olarak orada sıradan lafları dinlemek istemiyor. Ben jübilesinde bulunmuştum Üstad’ın; profesörler ter dökmüşlerdi karşısında; “ne söyleyebiliriz, nasıl konuşabiliriz Üstad’ın huzurunda” diye. Dolayısıyla Üstad’ın da böyle rastgele sıradan konuşmaları dinlemeye sabrı, tahammülü hiç yok.

Fikir ve aksiyon adamı vasfı gereği…

Artık biz hizmetçinin getirdiği çayımızı da içmiştik, müsaade istedik. Daha sonra başka bir gidişimizde Mustafa Özdamar da vardı. Biz Üstad’ın yanında çekingen davranıyoruz, çay, ikram teklif edildiğinde falan… Mustafa Abi, “Ben içerim Üstad’ım.” dedi. Üstad, “Ha şöyle, içinizden geleni söyleyin.” dedi. Biz konuşmaya çekiniyorduk; Mustafa ağabey daha cesaretliydi. Öyle oturup bir akşam sohbeti de yapmıştık. Allah rahmet eylesin.

Programla ilgili başka bir şey konuştunuz mu?

Şimdi hatırladım. Bizim camianın hemen bütün toplantıları Kur’an okutularak başlar. Bizim gecede de Kur’an okunacak. Okuyacak arkadaşın ismini bile not etmişiz; Durmuş Korkmaz. Görüştüğümüz gün bunu da sormalıydım Üstad’a. Ayrılmadan hatırlattım; “Programa başlarken Kur’an okutalım mı?” dedim. “Hayır!” dedi. “Buralarda Kur’an dinleme adabının zerresi yok! Konser mi veriliyor; gösteri mi yapılıyor, Kur’an mı okunuyor kimse farkında değil! Geziyorlar, dolaşıyorlar, konuşuyorlar. Oysa Kur’an okunduğu zaman yaprak kımıldamaz! Dinlenmiyor; saygısızlık oluyor. Kur’an dinleme adâbı yok; okunmasın!” dedi. “Tamam” dedik.

Üstad’ın boykotlarla ilgisinden biraz daha bahseder misiniz?

Üstad’la Mukaddesatçı Gençlik Gecesi Programı için görüşmeye gittiğimizde bizim okullardaki boykotlar da başlayalı henüz bir kaç gün olmuştu. Konuşma arasında boykotun ne amaçla yapıldığını da sordu. “Bu boykotları siz siyasî amaçla mı, MSP için mi yapıyorsunuz?” dedi. Belli ki birileri böyle olduğunu söylemişler. “Hayır Üstadım.” dedim; “Biz bu okullarımızın belli bir kaliteye çıkarılması, akademi olması için kanun taslağı hazırlattık. Söz verildiği halde geçen yasama sezonunda meclisten geçirmediler; kadük kaldı. Bu haksızlığa karşı boykot yapıyoruz. Okullarımızın şu anki düzeyinden kurtarılıp akademik bir hüviyet kazanması; İslami ilimlerin bilimsel, akademik yöntemlerle incelenmesi, öğrenilmesi ve öğretilmesi; Hakkın ve bâtılın daha iyi ortaya çıkması için çalışıyoruz. Hakkımız verilmediği için bütün siyasete karşı bir boykot eylemindeyiz. İstediğimiz Hakkımızdır. Söke söke de alacağız. Hak namına, hakkımız için bunları talep ediyoruz. Anlattığınız tahripçiler bizim bu samimi hareketimizden her nedense rahatsız oluyorlar.” dedim. “Tamam!” dedi, “tamam! başka bir tek söze gerek yok! Getirin dokümanlarınızı, size karşı olanları da yerin dibine batıracağım, tıpkı MSP’yi batıracağım gibi…” dedi. Biz öyle bir yola gitmedik tabiî. Üstad’ı da o konuda rahatsız etmedik.

O gün gelen seviyesiz telefonlar, telgraflar belli ki Üstad’ı çok üzmüştü. Protesto amaçlı hadsizce arayanlar da o cenahtan olduğu için Üstad çok kırgın ve de kızgındı onlara.

Yani Üstad, “Ben MSP’ye karşı olduğum için Süleyman Ateş’e karşı olmuyorum, Süleyman Ateş’e bu sapık yazılarından dolayı karşı oluyorum. Bu sapıkların arkasında durursa MSP’yi de batıracağım.” demeye getiriyor değil mi?

Evet, evet… Yani esas kastettiği İslam’ın tahribine dönük sapıklıklar yani. Hedefi MSP değil Üstad’ın. Bu tür insanlara fırsat verilmesine kızıyor. Yoksa Üstad’ın MSP ile alıp veremediği yok ki… Onu biz anlıyoruz. Yani “Bu sapıklıkları batıracağım gibi, sizin samimi duruşunuza karşı olanları da batıracağım.” tarzında bize bir moral verdi. Allah rahmet etsin…

Üstad’ın partici değil, davacı bir şahsiyet olduğu görülüyor. MSP’ye kırgınlığına rağmen de o tandanstaki gençlerin yaptığı boykotu haklı gördüğü için desteklemekten çekinmiyor, diyebilir miyiz?

Aynen, aynen ve tastamam öyle...

Büyük Doğu evladı olarak sizin de hoşunuza gidecek şu bilgileri de paylaşalım. Akıncı Güç kadrosu başlarında İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere Üstad’ı ziyaret ediyorlar. Orada bulunun Ergün Göze’yi boykotlar aleyhinde Tercüman gazetesinde çıkan yazılarından dolayı Üstad’ı hakem kılarak sorguya tâbi tutuyorlar. Üstad’ın da, “Öyle mi, sen bu gençlerin aleyhine yazı mı yazdın?” diye ona çıkıştığını ve boykottan yana tavır aldığını hatırlatayım.

Üstad bize, “boykotları niçin yapıyorsunuz, parti için mi?” diye sormuştu. Ben de, “ne münasebet Üstadım. Sizin “din tahripçisi” dediğiniz insanlara karşı yapıyoruz.” demiştim. Üstad bu cevabım üzerine memnun oldu. Biz de onun bize verdiği destekten ötürü daha çok şevk bulduk.

GÖLGE dergisini çıkaran Mirzabeyoğlu ekibi de, boykotlara kesintisiz destek vermişti, hatırlarsınız. GÖLGE’den gelen merhum Kaya Balaban’ı çoğu arkadaş onu okulun talebesi sanır, kendisi polisle ve boykot karşıtlarıyla kavgalarda hep ön safta yer alırdı.

GÖLGE dergisini “gönüldaş” hitaplarından hatırlıyorum. Akıncı gençliğin eylem haberleriyle, dolu dolu bir dergiydi. Hüsnü getiriyor, dağıtıyor veya satıyordu. Boykotun liderleri olan Kâzım Albayrak ve Hüsnü Kılıç GÖLGE kadrosundandı. Bu kadronun boykotlara destek verdiğini biliyordum. İsim hatırlamıyorum. Boykotlara gelen gönüldaşlarımızdan Allah razı olsun. Vefat edenlere Allah rahmet eylesin.

Nasıl oldu konferans?

Harbiye’deki İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda, 7 Nisan 1977’de “Mukaddesatçı Gençlik Gecesi” tertip ettik. Üstad konferansa geldi. Ama biz Üstad’ın uyarılarını arkadaşlara ileterek o gelmeden Kur’an okuttuk. Çok da güzel dinlendi. Salona teşrifi sırasında bütün arkadaşlarımız onu ayakta ve büyük bir coşkuyla karşıladı. Sonra ben ve Hasan Fehmi Ulus oldukça kısa birer konuşma yaptıktan sonra Üstad’ı konuşmaya davet ettik.

Üstad konuştu, ve çok güzel konuştu. İşte sadece altınla ölçülemeyecek değerde sadece birkaç cümlesi; ne diyordu:

“İşte, din öğrenim ve öğretiminin gençlik kadrosuna tek ölçü:

Vecdsiz ilim ve ilimsiz vecdden Allah’a sığınınız! Bilhassa hakikat avcılığı demek olan ilmin, donuk dondurucu akla bitişik, yanık ve yandırıcı kalbine malik olun!...

Tapusu kimin üzerine çıkarılırsa çıkarılsın, İmam-ı Azam’ın evi demek olan tahsil çatınızın cephe duvarına şu düsturu yazın:

“İmam-ı Azam’ın aklıyla bir arada kalbine giden yol üzerindeyiz!”

Konuşmanın tamamı federasyonumuzun faaliyet raporunda mevcuttur. Özellikle okumanızı tavsiye ederim.

İnşallah

Bizim camiadan bahsederek, ilk defa böyle bir faaliyet yapıldığını söyledi ve buna takdirlerini ifade eden güzel bir konuşma yaptı.

Boykotun olduğu zamanlar mıydı bu?

Evet, tam da boykotun başladığı haftaydı sanırım. Çok yakındı birbirine.

Tesadüf veya tevafuk diyelim, öyle mi?

Evet; ama daha boykot da gündeme tam oturmamıştı. Boykottan çok bahsetmedi Üstad o konuşmada. Genel olarak bizim okula ve camiaya bakışını, bizden beklentisini ifade etti. Yazıdan da okursanız onları çok güzel anlaşılır.

Üstad’ın Tepebaşı’nda bir programı oldu. Bir tiyatro salonuydu sanıyorum. Kim organize etti bilmiyorum. Ali Bulaç da konuşmacıydı. Üstad’ın o yazısını yazdıktan sonra oluyor bu. Orada “Üstad yuvaya!” diye sloganlar atıldı. Üstad da onlara, “Yuvayı ben kurdum, ne münasebet döneceğim.” mealinde bir ifadeyle onlara cevap verdi.

Üstad’ın o hışımlı tavrıyla beraber, iman öfkesinden kaynaklı tabiî bu. “Yuva yuvaya dönsün!” demiş.

Evet, o tarzda bir konuşma yaptığını hatırlıyorum. Biz de İstanbul’dayız tabiî. İlk senemizde olmuştu bu program.

Siz de oradaydınız herhalde?

Evet, evet, oradaydım tabi. Rahmetli Fikret Gezgin sunuculuk yapıyordu. Aslında bazı akıllıların Üstad’la yanyana gelip kendilerini tanıtmanın bir taktiğiydi bu. Hiç uymadı, yakışmadı ve tutmadı.

İstanbul’a ilk geldiğimiz sene üstadın MTTB’de yapılan Jübilesine de katıldım, dinleyici olarak. Sonra, 1976 MTTB kongresinde Üstad’ı gördüm. Bu kongre de, çok ihtilaflı bir kongreydi. Kongre salonu delege olmayan, yada kaydı silinen bir muhalif grup tarafından basılmıştı. Salih Doğanpala bunların başındaydı. MTTB’ye Erenköy cenahından Ömer Öztürk grubu hakim olmuş; eski başkanlar ve çevresi dışlanmıştı. Bunlar daha eylemci aksiyoner gruplar olduklarını iddia ediyorlardı. Üstad da davetli misafirler arasında bulunuyordu. Kongre kürsüsüne çıktı kısa bir konuşma yaptı, “delege olmayıp da kanunsuz girenlerin, tek ses çıkarmadan dışarı çıksınlar.” dedi. Doğanpala ayağa kalktı. Sanırım arkadaşlara çok yavaş bir sesle ve işaretle “çıkın” dedi. Zapturapt edilemeyen o grup kuzu gibi sessizce dışarı çıktılar. Kapıyı itip zorla içeri girenler edeple dışarı çıktılar.

Üstad’a hürmet...

Evet, Üstad’a saygılı olduklarını görmüş, çok etkilenmiştim. Jübilede Tayyip Erdoğan sunucuydu. O gün de bütün muhafazakar entelektüel kesim oradaydı.

Ali Hocam, Büyük Doğu sevdalısı biri olarak, Büyük Doğu çizgisini takib eden İBDA ve Salih Mirzabeyoğlu’ndan biraz bahsedebilir misiniz?

Rahmetli Mirzabeyoğlu’nu uzaktan tanıdım, açıkçası çok yakın bir ilişkim olmadı. Bir kere Üsküdar’da tesadüf, elektrikçi dükkânında karşılaştık.

Asıl sormak istediğim Büyük Doğu çizgisi sizi İBDA’ya ulaştırdı mı?

Tabiî ki, Üstad’ın fikrî tarafından başka aksiyoner tarafı da vardı. MTTB’nin de o günkü yönetiminin ve tarzının bu hıza uymadığını söylüyordu Üstad. Belki de bu açıdan ülkücülere karşı Üstad’ın bir ilgisi oldu. Üstad takdir ve sempatiyle yaklaştı Mirzabeyoğlu ve Akıncı Güç ekibine... Ama bizim Üstad’la görüşmelerimizden sonra oldu bunlar...

Samimi Büyük Doğu bağlıları tabiî olarak Salih Mirzabeyoğlu’na da varır. Ben böyle olduğunu düşünüyorum.

Üstad’ın istediği bir aksiyoner gençlikti, “neredesin” deyince, “buradayım, varım!” diyen bir gençlik grubu. Bu dinamizm rahmetli Mirzabeyoğlu’nun yaklaşımını ifade ediyordu... Kastedilen, ona uyan buydu. Maalesef ki, Mirzabeyoğlu’na bu fırsat tanınmadı... Devletin, emniyetin baskısı ve cezaevindeki o süreç, mâlum... Çıktıktan sonra da ömrü vefa etmedi, Allah rahmet eylesin...

Amin.

Üstad böyle bir lokomotif gençlik istiyordu... Üstad’ın görmek istediği, her yerde varlığını, tesirini hissettiren aksiyoner bir gençlikti. Öyle istiyordu; özlemi bu idi, oluşturmak istediği gençlik buydu! Mirzabeyoğlu’nun aksiyon anlayışı, felsefesi Üstad’ın özlemini duyduğu gençliğe uygundu. Mirzabeyoğlu’na uygulanan baskıları derginiz takipçileri (Baran ve Aylık dergileri) olarak daha iyi biliyorsunuz. Tabiî, İBDA’nın amaç noktası Büyük Doğu. İBDA, düşüncesiyle, aksiyonuyla, Büyük Doğu’nun istediği şeyi amaçlamıştır. İBDA’nın vizyonu, misyonu Büyük Doğu diyebiliriz... Allah bu misyonda çabası olan herkese rahmet etsin...

Büyük Doğu, İBDA ile yürüyor. Yürüyen Büyük Doğu İBDA şeklinde. Evet, o çizgiyi korumaya çalışan İBDA. Başka da “biz bu çizgideyiz” diyen grup yok, değil mi?

Bildiğim kadarıyla yok. Öyle bir aksiyon, fikir grubu yok. Temennimiz ve tecrübelerden yola çıkarak söylemek istediğimiz şu: İnşallah devam eder. Her şeyin başlangıcı, olgunlaşma süreci var. Düşünün bir grup insan Taksim’e çıkıyor, Meksika’dan pizza parası geliyor, kamyon kamyon viski-rakı dağıtılıyor, bir çadırda kız, kadın, erkek kalıyor, ortalık tuvaletten beter oluyor; viski, rakı kokusundan geçilmiyor. Üstad’ın o istediği gençlik olsaydı ne olurdu? En azından giderdi, o meydanda namaz kılardı ya! “Allahu Ekber” denilince her şey durur. Bu Üstad’ın aksiyon ruhunu anlatmaya bir misaldir, aradığımız bu... “Antikapitalistim” diyen bir adam çıktı, oralarda göründü; başkası yok!

Son olarak ilave etmek istediğiniz bir husus var mı?

Başarılar diliyorum, Allah muvaffak eylesin. Fütüvvetle ve ahilikle ilgileniyorum biliyorsun. İstikrarlı, kararlı olmak fütüvvette önemlidir. Sizin de Büyük Doğu’daki çizginiz, o hedefte sebatlı, istikrarlı ve kararlı olmanız bir fütüvvettir. Fütüvvetin Anadolu’daki yorumu ahiliktir. Maddeyi ve mânâyı Allah birlikte yaratmış... Ruh ile bedeni yarattığı gibi... Ahilik ve fütüvvetle birlikte bu çizgiyi birleştirmek lâzım, âdâb, erkân, iş, pazarlama, bölüşme... Dünyanın anasını ağlatanlar ekonomiyi bir silah olarak kullanıyor. Nereye elini uzatıyorlarsa, imkânları bitiriyorlar. Ahilikle birlikte İBDA’yı fütüvvet yardımıyla tatbik etmek lâzım. İşin bu tarafları bizim camiamızda eksik. Camilerde sürekli vaazlarda söylenen tek şey, “İllellezine âmenu ve amilu’s-salihât”. Sanki oruç ve namazdan başka amel yok. Dünyanın dümenini çeviren insanları bulup, dümeni-çarkı elimize geçirmemiz lâzım. Bu da ameldir. Hem de en büyük amel, faydası ümmete olan.

Hasbî anlatımlarınız için çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim. Allah kolaylık versin.

Baran Dergisi 669. ve 670 Sayı, 7 Kasım-14 Kasım 2019