Çatışma ile dirlik birbirine zıt gibi görünür ama yol almamız için hesaplaşmamız şarttır. Hesaplaşmayı erteleyerek bir yere varamayız, bilakis sorunlar daha da büyür.

Batı ve ABD’nin politikaları bizi köleleştiriyor ve hâliyle dirliğimizi bozuyorsa buna isyan etmek elzemdir. En başta Batı dayatması Tanzimat, Meşrutiyet ve Kemalist Cumhuriyet ile hesaplaşmak zorundayız. Yakın tarihte kilit isim ise Abdülhamid Han’dır. Üstad’ın, tarihçilerin eline su dökemeyeceği bir çok tesbitinden biri de şudur: “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamaktır.”

İslâmcı kimliğimizden dolayı sadece Batı karşıtlığı yaptığımız zannedilmesin. Batı ile çatışma kaçınılmazdır, derken bunu aynı zamanda reel-politik olarak söylüyoruz. En son 15 Temmuz hadisesi doğrudan ABD ve Batı’nın bir darbe girişimi idi. Türkiye’nin büyümesi ve bağımsızlığı önünde en büyük engel Batı prangasıdır. Ve en başta düşüncede, ilim, sanat ve eğitimde Batı’ya körü körüne bağlılıktan kurtulmadan bize dirlik yoktur. İlimde körleşmemiz, fikirde üretken olamamamız, sanatta orijinal bir sesimizin yokluğu, eğitimde hâlâ sistemleşemememiz vb. krizlerin hepsi “ithal kültür”le bir şey olunamayacağının ispatıdır. Lise ve üniversitelerde Batı mamûlü yetişen taklidçi nesiller ve sürüsüne bolluk keleş profesörler buna misaldir. Söz konusu akademisyenlerin kaç tanesinin orijinal çalışması var ve kaç tanesi kültürümüzü ihya edicidir? Bilakis çoğu yıkıcı rol oynamaktadır. Bürokratik vurdumduymazlık ve Batı’dan kopyacılığın rahatında önüne konanı tekrarlayan cesaretsiz ve fikirsiz kadrolar diyebiliriz.

Türkiye’nin kendi içinde birliği sağlaması ve İslâm ülkelerine açılması için birleştirici bir anlayışa, bütüncül bir fikre ermesi lâzımdır. Ümmetin tefrikası, fitne ve bozgunculuğu ise mezhepsizlik-vehhabilik cereyanı ve Amerika’nın Ortadoğu’da himaye ettiği Şiiliktir. Birinin altında Batı, diğerininse Yahudi vardır. Büyük şeytan Amerika, küçük şeytan İran’la Ortadoğu’yu dizayn etmeye çalışmaktadır, asıl şeytan Yahudi’nin (İsrail) güvenliği de böylece sağlanmaktadır. Çıfıt Yahudi köşesinde memnuniyetle olan bitenleri izlemektedir. Sözlerim sadece polemik için değil vakıadan doğan tesbitlerdir. Kimse Amerika’nın Ortadoğu’ya huzur ve güven getirdiğini iddia edemez. Ama Osmanlı 400 yıl Ortadoğu’yu huzur ve barışla yönetmiş idi. Demek ki emperyalist emeller değil, Allah ve Resûlü’nün buyrukları altında bir adalet ve kardeşlik şemsiyesi açmak zorundayız. Bu hem içimizde şart, hem dışımızda. Batı ve Batıcı şer cephesi ne derse desin, biz kendi oluşumuza bakıp hedeflerimizi belirleyip yürümeliyiz.

Kemal Tahir, Kemalist rejimin gerçek bir kurtuluş olmadığına işaret ederek, Osmanlı’yı, tarihini, kültürünü ve dinini satma ve Batılılaşma karşılığında bize bırakılan topraklarda, nihaî hesaplaşmadan kaçış olmadığını şöyle ihtar eder: “Biz Batı’yla er-geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız!.. Bunu gerçekten yapmayınca, Batı’ya hizmet teklif etmekle Batı’yı başımızdan defleyemeyiz!..”

İslâmcı mücadelenin sistemli başlatıcısı ve Batı ile hesaplaşmanın merkezinde ise Büyük Doğu ve Necip Fazıl vardır. Nasıl ki Batı ile er-geç hesaplaşacak isek, Necip Fazıl’ın sistemiyle de er-geç tanışacak ve içine girecek ve oradan İBDA’ya da nüfuz edeceğiz! Çünkü Batı ile savaşın fikrî ve aksiyon temelleri sadece oradadır. Sıkışınca BD-İBDA’daki söz ve şiirlere başvuruluyor, ama gerçek kurtuluş için bu yeterli değildir. Dünya görüşü olarak özümsemek ve tatbike geçmeliyiz; hayat tarzı davasının ehemmiyeti. İktisadî ilişkilerden, yeme-içme alışkanlıklarımıza, adab-ı muaşeretten estetiğe, zenginin malından fakirin hakkına kadar… “Modernleşme” ile de hesaplaşmalıyız “yeni” diye her gelen şeyi baş tacı etmek zorunda değiliz. Filtreden geçirip yararlıyı alıp zararlıyı defetmeliyiz! Çünkü Batı gibi yaşayarak ve Batı gibi düşünerek Batı zulmüne karşı bir kurtuluş savaşından bahsedemeyiz.

Mühimliği nisbetinde ihmâl edilen bir meseleden bahsedelim. Karşı olduğunuz şeyi iyi tanımadan ona gerçekten karşı olamazsınız. Bilakis karşı olduğunu zannederken onun içinde olmuşsun, farkında değilsindir. Çünkü sınırını, çerçevesini, amaç ve gayesini bilmediğiniz şeye ister istemez yutulursunuz. Ayrıca şunu belirtelim ki, düşmanı tanımadan onu imha edemezsiniz. Batı’yı bilmeden İslâm’ı bilemeyiz, İslâm’ı ihya edemeyiz.

Üstadın Batı ile hesaplaşmayı başa alması boşuna değil! Batı tefekkürü ve İslâm tasavvufu kanatları arasında birinciyi ikincinin önünde hesaba çekerken, İBDA’nın yükselmesi boşuna değil! Demek ki asrın İslâm diyalektiği ve İslâm hikemiyatı bunu gerektiriyor. Sadece bu asrın değil, bu mevzu her devre şamil. “Küfrün kaynağını bilmeyen gerçek imanda değildir” diye buyuruyor Muhyiddin-i Arabî Hazretleri. Demek ki iman selameti için karşıtımızı da (Batı vs.) bilmek zorundayız. Çünkü taklidî ve ezbere iman düşmanın en ufak bir saldırısında sarsıntı geçirir. Çağımızda her türlü fikir ve propagandaya kitleler son derece açıktır. Bu meseleyi başa almak iman meselesiyle alakalıdır. İşin lâfında olan ve imanı kalbine inmemiş olanlara dikkat. Ölçü açık “ölmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz!”

Kemal Tahir’in sözlerine geri dönersek. Batı’ya ne kadar şirinlik gösterirsek gösterelim, onlar bizim içimizi karıştırmaya devam edecekler ve bize dirlik vermeyeceklerdir. Dirlik istiyorsak, bunun için savaşacağız ve bedel ödedikçe de onu koruyacağız; 15 Temmuz’da olduğu gibi. Savaşmanın vasıtası ve manivelası olan fikir ve aksiyon mihrakını da yukarıda söyledik. Reel-politik olarak ifade ediyoruz, son derece müşahhas şeylerle irtibatlı olarak sorunun kaynağına inmeye çalışıyoruz.

Batı ırkçı ve ayrımcıdır. Kendi dışındakileri dışlar. Batı kapılarında şirinlik taklaları atmanın bize bir faydası olmaz. Sığınmacı psikolojisinden kurtulmalıyız. Çünkü en son mültecilere Batı’nın ne yaptığını gördük. Artık kör dövüşten işi kurtarıp bir gaye, hedef ve vasıta etrafında birleşmeliyiz. Vasıtalarda değişkenlik ve tartışma olsa bile gaye ve hedeflerimizi netlememiz, ileriye bakarak yürümemiz şarttır. Gideceği yeri bilmeyenin hedefine ulaşması mümkün değildir.

Düşman her türlü savaşı yürütür ve içimizden devşirdiği tetikçi ajanları (Can Dündar vs.) kullanırken bizim barış ve demokrasiden bahsetmemiz safdillik olur. Savunmada değil taarruzda olarak ve düşmanı kendi mantığında boğarak savaşta üstünlüğü ele almak şarttır. Yoksa onlar bizle tek kale maç oynamaya devam ederler. Demek ki siyasal iktidar için bunun temeli olan kültürel iktidar şarttır. Bir dünya görüşüne sahip olmak gerekir, aksi halde en ufak bir rüzgârda yıkılıp gidersiniz. “Devşirme kültür”le bir milletin yeniden doğması düşünülemez, değişim ve devrim olmaz. Mevlüt Koç gönüldaşın Aylık Dergisi Haziran 2016 sayısında “Zevk’e Dâir” yazısında belirttiği üzere, kendimize özgü ne bilim, ne siyaset, ne felsefe, ne sanat hiçbir şey kurup geliştiremeyiz. “Çünkü kurucu unsur dışarısıdır.”

Siyasî iktidar, güçle kurulur, güçle yıkılır. Bu hususta her türlü entrika çevrilir ve son noktada can verilir, can alınır. Bu, rejim ve iktidarların kuruluş ve korunması yöntemidir. Eğer canıyla bedel ödeyenleri yoksa o iktidar çabuk yıkılır. Demokrasi ve seçimler çoğu kere hâkim güçlerin oyunudur. Eğer olmazsa kural değişir, demokrasi askıya alınır. Mısır’da Sisi darbesi ve bizdeki darbelerde olduğu gibi... Fakat darbe hamisi Batı demokrasi söylemlerini yine elinde silah olarak tutar, ona buna not dağıtır. Asıl Batı’nın karnesini tutmak lâzım.
Siyasîler içinde anti-emperyalizm bayrağını Tayyip Erdoğan taşımaktadır. Siyaset tarzını beğenirsiniz beğenmezsiniz ama emperyalizme kininiz varsa Tayyip Erdoğan’ı bu mevzuda desteklemeniz şarttır. “One minute” hadisesinden, dünya beşten büyüktür söylemine kadar ve şu an 15 Temmuz vesilesiyle bilfiil Amerika ile canı pahası savaş içinde ve Amerika’ya rağmen bağımsız politikalar geliştirirken Tayyip Erdoğan’a toptan karşı olmak şartlanmış bir kafadır. Meğerki Batıcı cephede olunsun. Siyaset öyle farklı bir iştir ki, İslâmcı olurken Batıcı cephede yer alanlar varken, Batıcı olup İslâmcı cephede de yer alınabilmektedir. Sisteme-fikre bağlı siyaset olmayınca böyle çelişkili durumlarla ve savrulmalarla karşılaşabiliriz. Tabiî menfaat ve yavşaklık saikiyle de bunlar olabilmektedir.

Savunmada değil, taarruzda olmak mevzuuna bir misal. MHP’nin Ak Parti’ye başkanlık sisteminde destek vereceğini ilan etmesi üzerine CHP lideri “cumhuriyetin bekçisi” olarak yaygaraya başladı. Kimse de demiyor, “cumhuriyet kim sen kim? Kendini 1925-1945’lerin tek parti diktatörlüğünde mi hayal ediyorsun?” Dişleri dökülmüş ve kartlaşmış da olsa “CHP şekavet ocağı” her adımda takoz olmaya devam edecektir ve onların asıl endişesi içki, fuhuş ve danstan ibaret gördükleri Batıcılığın gözden düşmesi, İslâmî değerlerin yükselişe geçmesidir. İsimlerindeki ne cumhuriyet, ne halk ifadesi doğru değil, parti ismi ise fırka-hizip mânâsına doğrudur. Maalesef birçok yerde isim ile muhteva birbiriyle çok zıt olabilmektedir. En son FETÖ’nün tetikçisi olan Cumhuriyet gazetesinin isminde olduğu gibi... İslâmî demeyle İslâmî olunmayacağı gibi…

Aslında işin özü muhafazakâr İslâmcıların devrimci İslâmcı olamaması, İslâmî bir dünya görüşünün sistemli bakış açısına erememesi ve reaksiyonda kalıp aksiyona geçememesidir. Halk daha iyi seviyede ve zaman zaman da bunu gösteriyor, öncüsünü (bu süreçte Tayyip Erdoğan’ı misal verebiliriz) bulduğu zaman da peşine düşüyor. Sosyolog Etyen Mahçupyan ve ondan pek farkı olmayan liberal-ılıman zihniyetli muhafazakârlar, halkın Batı’ya nefretini ezikliğin doğurduğu psikoloji zannedip, ruh kökünde yatan İslâm sevgisi ve peygamber aşkı olduğunu görmezden geliyorlar. Hiçbir zaman kurumayan bu ruh kökünü de çağımızda besleyen BD-İBDA olduğunu düşmanlar çok iyi görüyor ve tabiî ki vazifeleri icabı göstermiyor. Fakat 15 Temmuz gibi hâdiseler bunu ispatlıyor ve ispatlamaya devam edecek; perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.

 

Baran Dergisi 513. Sayı
10.11.2016