Tüm dünyayı kapsayacak şekilde, iktidar ağlarının içine gömülmüş sermaye ağının iplerini elinde tutan güç; sadece varlıklı birkaç aileden ibaret. Lider kapitalist devlet (Amerika) eliyle, dünya siyasî ve iktisadî hayatına nizam veren de bunlar. Bu kumpas içinde, gelişmiş ülkeler yönetimlerinin ve uluslararası şirketlerin öncelikli görevi ise, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kaynaklarını, bu bir avuç imtiyazlı insana akıtmak üzerine kurulu. Zira kapitalist dünya – ekonomisinin yeni ve gelişmiş kurumlar üzerinde yeniden yapılandırılması ve milyonlarca insanın geçimi bu kaynakların transferine bağlı.

 Kapitalizmin “ gerçek yuvası “ olarak bilinen bölge; aynı zamanda karmaşık işlemlerin – incelikli sanat isteyen hesapların yapıldığı – büyük ölçekli kârların gerçekleştirildiği ve siyasal gücü elinde bulunduranların ikamet ettiği yerdir. Bu gizli ikametgâha mensup bir grup ayrıcalıklı aktör; dünya ekonomisinin tüm sektörlerinde uzaktan karışıklık yaratabilir, sıradan insanların hakkında hiçbir şey bilmedikleri kredi düzenlemeleri- döviz değişimleriyle piyasaları istedikleri gibi manipüle edebilirler. Zira ekonomik piramidin tepe noktasında oturan bu bir avuç insan; servet dağılımında hisse senetlerinin- tahvillerin- vakıf fonlarının ve şirketlerin neredeyse tamamına sahiptir. Teknolojiyi – hayati enerji kaynaklarını – medyayı – bankaları ve hükümeti bunlar kontrol eder. Önemli olan akışkan sermaye olduğuna, gelir getiren kaynakların kontrolü de bu insanların elinde bulunduğuna göre; bunlar Amerika’nın da sahipleridir.

Tepeden aşağı, katı bir komuta zincirine sahip hiyerarşilerin bu oluşum içindeki fonksiyonu ise, azgelişmiş ülkeleri borç batağına saplayıp, bu ağın bir parçası haline getirmektir. Bir kere ağa takıldıktan sonra, artık kurtulma şansı olmayan ülkeler ve liderlerini politik- ekonomik ya da askerî ihtiyaçlarınız için istediğiniz gibi kullanabilirsiniz: Birleşmiş Milletler de oylarını dilediğiniz yönde bloke eder, doğal zenginliklerini istediğiniz gibi denetler, topraklarına askerî üsler kurar; insanlarını kendilerinin olmayan bir savaşta ölmeye- öldürmeye gönderebilirsiniz. Zira Batı için; Çin- Hint- Afrika- Ortadoğu ülkeleri, kendi değer yargılarına göre yoğurup biçimlendirebileceği, kendi yararına istediği gibi sömürebileceği malzemeden ibarettir.

Dünya zahmetli iktisadî ayarlamalarla birlikte, küresel dönüşüme doğru yeni bir döneme girerken, açgözlü çakalların oynadığı oyunda yeni- korkutucu ve ölümcül bir boyuta ulaştı. Bu duruma isyan eden,“niye bir yanda efendiler diğer yanda köleler” sorusuna cevap arayan, geleceğin şekillenmesine katkı sağlama arayışındaki binlerce insan küreselleşme karşıtı bir işgal hareketi başlattı. Kuzey Amerika merkezli eylemler saman alevi gibi bir parlayıp bir sönerek, dünyanın çeşitli yerlerinde parkları, meydanları doldurmaya devam ediyor. Ancak, yeni bir dünya düzeni teklifinden çok, mevcudu yıkmaya yönelik bu eylemler, haklılığı nispetinde toplumda gerekli desteği bulamazken, “ küresel adalet ve vicdan ” arayışlarının temelinde de dönüştürücü bir etki yaratmaktan epey uzak. Bu yönüyle de geleceğin şekillenmesine katkı sağlamaktan çok, günceli belirleyen bir dinamik olarak kalıyor. Zira eylemlerin arkasında, ne “ tarihî ân” a damgasını vuracak “ yönlendirici bir ilke,” ne de bu ilkenin dayanması gereken temel ve öz yok. “Biz yüzde doksan dokuzuz” derken, doğruyu kalabalığın sayısıyla ölçtüklerinden, haklı karşı çıkışları da kifayetsiz ve fevri bir çırpınış olarak kalıyor.

Peki; bugün geldiğimiz noktada, âdil bir küreselleşme ne kadar mümkün? Doğrusu; “ Tersine bir tekâmül- maddeye doğru- hayvandan aşağı” ( S. Mirzabeyoğlu- Esatir ve Mitoloji ) bir hayatı idealize eden kapitalizm – modernizm birlikteliğinin mutlak bir ideaya dönüştürdüğü ulus devlet ve aslında bir ütopyadan ibaret, kendi kurallarına göre işleyen piyasa kavramlarının tahakkümünden zihnimizi kurtarıp bunu düşünebilmek hayli zor. Dahası; ruhlarda hiçbir istinat noktasının kalmadığı, her şeyin alınıp satılabildiği, eşyanın geleneksel bağlamından koparılıp; sadece parayla ilişkisi nispetinde var olabildiği bir pazar toplumunda,  “ küresel adalet ve vicdan ” taleplerinin kendine bir “ yuva “ bulması neredeyse imkânsız.

Aslında bize belletilen iktisadî tarih kuru bir kronolojiden ibaret. Geçmişe doğru; gerilere gittiğiniz kadar derine de indiğinizde, bugün adına “ ekonomi “ dediğimiz, kapitalist sistemi ayakta tutan kurumların kuruluşundaki ve biçimlendirilmesindeki sistematik şiddet ve tehdit unsurunu, zoraki ya da gelişmişliğin bedeli olarak modern insanın ödemek zorunda olduğu “çağdaş kölelik”in oynadığı belirleyici rolü göz ardı etmek mümkün değil. İşgal – sömürgecilik ve bunlara bağlı bir mülkiyet anlayışı, öyle hudayinabit misâli, batı insanının mîzacında neşvünema bulmuş hasletler değil, bizzat tabiatında mevcut. Bugünü anlama çabasıyla gerilere gittiğimiz zaman; gerek kendi yıkılışının bakterilerini kendi bünyesinde üreten hümanist kültür, gerek nimetlerine dair bitmek bilmeyen tumturaklı demokratik retoriğine rağmen, şiddetin hem modern insanın hem de modern devletin tabiatında mündemiç olduğunu görürüz. Gözle görünmeyen tehdit unsurlarını görmezden gelmek yanıltıcı olur. Modern devletin sürdürdüğü şiddet tehdidi ve tekeli olmadan, sistemin idamesini sağlayan kurumların ayakta kalması asla ve kat’a mümkün değil.

Devirler – yönetim biçimleri değişse de, dünyaya batı zihniyeti penceresinden bakan insan için, hayata bakış ve mülkiyet anlayışı özünde pek değişmiyor. Efendi – köle münasebeti, ileriki safhalarda; kralla teb’a, devletle vatandaş arasında biçim değiştirerek aynen devam edip gidiyor. İnsanlar illiyet bağı içinde, varoluşlarına dahli olan herkese karşı sınırsız bir borç yüküyle dünyaya geliyor. Laiklik ve sekülerleşmeyle birlikte, yaratan – yaratılan ilişkisi de geleneksel bağlamından koparıldı. Sorumlu olmamız gereken yegâne varlığın “Yaratan” olduğu günler artık geride kaldı. Onun yerini beş yüz yıllık bir geleneğin yücelttiği devlet, kutsanan tarih ve üstün bir bilgi gücü izafesiyle sanat aldı. Hâkim kültürün belirlediği toplumsal reflekslerimize, vatan borcu ödüyorum nev’i nden kutsallık atfıyla; askerlik yapıyor- vergi ödüyor – ölüyor – öldürüyoruz. Oysa “ insan için ne olursa olsun devlet değil, yöneten ve yönetilenin karşılıklı sorumluluklarının ” Mutlak Fikir ” ile çözümlendiği bir devlet,” ( S. Mirzabeyoğlu – Kültür Davamız ) ideal olmak gerekir. Toplumun böyle bir ideal arayışı yoksa devlet, olması gerekenin olana uydurulduğu bir yapı üzerine kurulmuş demektir. O zamanda, iktidarın kullanımına meşruiyet verenin ne olduğu sorusu tartışmaya açık hale gelir. “Ne adına, hangi hakla yönetiyorsun? “ sorusunun cevabını “Mutlak Fikir” den hareketle temellendirmemiş olanların, iktidarı kullanmalarının haklılık sebebi de ortadan kalkar.

Bu noktada akla şu sorular geliyor. Mesela; dünyanın birçok ülkesini soyup soğana çeviren, buna rıza göstermeyen ülkelerin liderlerini darbelerle deviren, olmazsa öldüren, oda olmazsa ülkeleri işgal eden; halkına her türlü zulmü reva gören bir medeniyeti kutsamanın nesi doğru? Kendi insanı bile metrolarda yatıp kalkarken, sosyal hizmetleri sınırlayıp, askeri harcamaları arttıran bir devlete niye hak verelim? Açgözlü bir diktatörün ya da beceriksiz bir hükümetin uluslar arası kuruluşlardan aldığı parayı ödemek, niye o ülkenin masum halkına, daha doğmamış çocuklarına kalsın? İşgal ettiği devletin suçsuz insanlarını öldürüp, üzerlerine işeyen o….u çocuğunu hangi ahlâk kolluyor? Her gün binlerce insan açlıktan ölürken, “ yedikçe şişen lağım künkü ” misâli, durmaksızın biriktiren bir toplum, ölü bir toplum değil midir? Çaresizlikten isyan eden binlerce insanı potansiyel terörist ilân etmenin haklı gerekçesi nedir? Soruları çoğaltmak mümkün, ama bu kadarının yeterli olduğu kanaatindeyim. Görüldüğü gibi bize belletilen, bizimde gayet tabiîymiş gibi içselleştirdiğimiz bir sürü şey, kökeni itibariyle sandığımız kadar tabiî değilmiş.

“Mü’min gözlerin nuru- kâfirde olmayanda bu.” ( Esatir ve Mitoloji- S.Mirzabeyoğlu) O nurdan nasip alan, her söz ve davranışı ibadet olan mü’min, yeryüzüne mabet nazarıyla baktı; imanı nispetinde güzelden pay aldı, hayatı güzelleştirdi. “Her kime ki o nur isabet etmedi, şaştı… Azdı…” ( Muhyiddin-i Arabî- Şeceretül Kevn) Dünyayı çöplüğe çevirdi. Tedaisi: “Oluklar çift, birinden nur akar birinden kir.” (N. F. Kısakürek- Çile) Hakikati estetik vechesiyle özümseyen Endülüs- Selçuklu- Osmanlı medeniyetlerinin bıraktığı mirasta ortada; İngiliz- Fransız- Hollanda-Amerikan emperyalizmlerinden insanlığın tevarüs ettikleri de. İlkinde insan arınıp zenginleşirken; ikincisinde, eşyaya tapınma ile teknolojik hayranlık arasında gidip gelen insan, “yokluğun buz denizinde” kaybolup gitmektedir.

 “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” düsturu, aynı zamanda insana bilgisizliğinin farkında olmayı da ihtar eder. Burada; Allah’ın sevgili kulları için tam bir ziyafet, ortalama budalalar içinse tam bir felaket halinde; BD- İBDA düşünce sistemi, diğerlerinden farklılığını gösterir: Bir taraftan size doğru hükmü üretme imkânı sunarken, diğer yandan doğru hükmü ayırt etme becerisini de kazandırır. Bunların birinden mahrum olmak, diğerinde de yetersizlik anlamına gelir.

 “Aydınlanma”nın epistemik kibrinde boğulan, kâhin gözüyle baktığımız ekonomistlerin sorunu; neyi bilmediklerini bilmemeleri. Makro ekonominin gerçek doğasını da bilmiyorlar. Her vesileyle bize çok üretmemizin gerekliliğini dayatırken, ürettiklerimiz ve ekonomik büyümemizle, sadece ekonomik piramidin tepe noktasında oturan bir avuç insanı daha zengin ettiğimiz, alttakileri ise iyice dibe ittiğimiz ustalıkla gözlerden kaçırılıyor. Ortaçağda bilgi kilisenin tekelindeydi, günümüzde ise akademinin onayından geçmeyen bilginin hiçbir değeri ve önemi yok. Yayılmasına da asla müsaade edilmiyor. Bir fikir tebarüz etmeye görsün, hızla ve itinayla işlemden geçirilip akademileştiriliyor. Tezgâh öyle kurulmuş ki; büyük şirketler üniversiteleri finanse ediyor, üniversitelerde, sürekli işimi kaybederim korkusuyla yaşayan akademisyenleri. Parayı verenin borusunun öttüğü bir ortamda üretilen “organize bilgi ,“ elbette her zaman tartışmaya açık olacaktır. Doğru; belki bilgimiz artıyor, ama Batı’da beynini düşünmeye değil, hesaplamaya verdiğinden beri; başkalarının bilmediğini biliyor olmanın “trajik asaleti” n de boğuluyor. Bu da zihin karışıklığını, cahilliği ve kendini beğenmişliği aynı nispette artırıyor.

Kaos teorisine dair bir görüşe göre türlerin, “fiziki çevredeki değişime ayak uyduramadıkları için değil de, davranışlarında meydana gelen değişiklik sebebiyle yok oldukları” söylenir. Bunun gibi, dünyada insan fıtratı hilafına çok hızlı değişti, kendimize yabancılaştık. Oysa değişim denge ister. Çok az değişiklik gibi, çok fazla değişiklikte yıkım sebebidir. Tıpkı Batı’nın yüzlerce yıla yayarak gerçekleştirdiği devrimleri, on yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirmeye heves eden komünist modelin, yetmiş yıl içinde çökmesinde olduğu gibi. Komünizmin ifasında esas sebep inanılabilirin yıkılmasıydı. Dünyevî kurtuluşu müjdeleyen devrimci inanç, dinle kavga ederken hem aracını hem amacını yitirdi. Kilise- devlet ayrımından sonra; inançları özelleştirerek, “ dünyevî mutlak” arayışına giren laik paradigmanın akıbeti de aynı olacağa benzer. Zira mâneviyatın çekim gücünden kurtulan modern insan, metafizik açıdan da demokrat hale geldi. Yönetilenler dikkate alınmanın, adam yerine konmanın züğürtlüğünde teselli bulurken, yönetenler de bu hali özendirerek, bayağılığı yine bayağılığın kefesinde tartarak; kof bir siyaset yapıyor. İnsanları inançlarından koparıp, tek özgürlük modeli olarak bu kopuşu dayattığınız zaman, iktidarı düşünmek de güçleşiyor.

Önemli tarih ve toplum felsefecilerinin neredeyse tamamı, Batı kültürünün son dört yüz yıldır duyumcul bir nitelik arz ettiği ve değeri olan bir şey üretmediği konusunda hemen hemen hemfikir. Zira Batı kültürü doruğuna ulaştı. Bunun en önemli göstergesi de, insanlığın gelişimine dair her türlü doğrusal ilerlemeci teorinin, mutlaka iyiye doğru bir tekâmül gibi telâkki edilmesi. Bu yanlış kabul yeryüzünü bir “çöp imparatorluğu” na dönüştürdü, ekonomiyi de çökertti. 2008’de başlayan iktisadî bunalım, sadece finansal ölçekte yaşanan bir kriz değil. Amerika aynı zamanda hem güven hem meşruiyet krizi yaşıyor. Ekonominin açmazda olduğu, piyasaların alt katmanlarında kaosa sebep olur korkusuyla bizden gizleniyor olabilir, krizin etkisi daha uzun yıllar sürebilir. Dahası günümüze kadar, bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek gelen kriz, “nihaî kriz”e de dönüşebilir. İronik olan; uzun zamandır gerçekten değeri olan bir şey üretmeyen, kötüyü binlerce kez teksir eden bir kültüre hâlâ tapınmaya devam etmek. Galiba, doğruyu kalabalığın sayısıyla ölçme yanlışlığında yaptığımız gibi, hep birlikte yanlış yolda yürümeyi, tek başımıza doğru yolda yürümekten daha çok seviyoruz.  Ne demeli? Temenni ve platonikliğin yol açtığı körlük mü?  

“Bir insan vardır ki, elini küfre değdirse şeriat doğar; yine bir insan vardır ki, elini şeriata değdirse küfür doğar” doğrusunda işaret edildiği gibi, Batı’nın da eli nereye değse; uygulamalarıyla, idealleri kendi bağlamlarından koparıp tersyüz ediyor. Demokrasi gibi insan hakları hareketi gibi, ilhamını Doğu’dan alan birçok fikir, Batı icadı ya da insanına has özellikler değildir. Doğu’nun sunduğu ahlâkî temel üzerine otururlar. Batı örgütleme imkânı ve gücü sayesinde, bunları organize edip menfaatleri istikâmetinde istediği gibi kullandı, kullanmaya da devam ediyor: Tıpkı her şeyi kendi idealleri doğrultusunda yoğurup kalıba döktüğü gibi. Herkes tamda ne kadar demokrat olduğuyla övünmeye başlamışken, birden bire artık oyun değişti, bundan sonra diktatörcülük oynuyoruz der gibi, terör bahanesiyle demokrasiden bu kadar kolay çark etmesi, size de manidar gelmiyor mu?

 Aylık Dergisi 100. Sayı, Ocak 2013