Türkiye’de gerçekleşen saldırı furyası, son olarak Rusya Başkonsolosu’nun Ankara’daki bir sergiyi gezerken suikasta kurban gitmesiyle yeni bir merhaleye kıvrılmış oldu. Geçtiğimiz hafta Beşiktaş ve bu hafta sonu Kayseri’de gerçekleşen saldırıların daha muhasebesi tamamlanmadan gerçekleşen bu suikast, dünyanın içinde bulunduğu soğuk savaşın da artık iyiden iyiye ısınmaya başladığının işaret fişeği hükmünde.

Mağrib’den başlayarak Müslümanların yaşadığı ülkeleri bir bir yıkarak, nihayet Suriye’de sahaya Rusya’nın inmesiyle pat olan süreç, uzun zamandır Anadolu’ya sıçratılmaya çalışılıyordu.

Nasıl ki 2010 sesinde Arab Baharı fiilen başlamışsa, Türkiye’de, 2009 senesinden beri FETÖ ve 7 Haziran Genel Seçimlerinden beri PKK ve diğer CIA âletleri tarafından tıpkı diğer Müslümanların yaşadığı memleketler gibi yangın yerine çevrilmeye çalışılıyor.
Saldırı Fırtınası
Mit Müsteşarına yönelik yargı operasyonu, 32 Müslüman İbda bağlısına kesilen 228 sene hapis cezası, 17-25 Aralık yargı darbesi, 7 Haziran Genel Seçimlerinin akabinde başlayan bombalı saldırılar, başarısızlıkla neticelenen 15 Temmuz askerî darbe girişimi, yeniden başlayan bombalı saldırılar ve 19 Aralık tarihinde hadiselerin Anadolu’dan taşarak Rusya’ya sıçramasına vesile olan büyükelçi suikastı…
Son Saldırıların Göstermiş Olduğu Zaaf
Geçtiğimiz hafta Beşiktaş ve bu hafta Kayseri’de gerçekleşen saldırıların ortak noktası, saldırganların devlet içine yuvalanmış istihbaratçı kimlikli bazı hainler tarafından yönlendirildikleri izlenimiydi. Terör örgütlerinin eylem stratejilerine baktığımızda, bu tip saldırılarda kullanılan patlayıcı cinsinden tutun da, eylemlerindeki başarı oranına kadar birçok husus, saldırının yalnız örgüt mü, yoksa devlet desteği ile mi gerçekleştiğini ortaya koyan unsurlardır. Beşiktaş stadının hemen üzerinde gerçekleşen saldırı; zamanlaması, kullanılan patlayıcının niteliği ve militanların istihbaratı açısından bakıldığında açık bir şekilde gözükmektedir ki, örgüt ya Türkiye Cumhuriyeti devleti içinden veyahut dış devletlerden istihbarat almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti içine sızmış olan unsurların yargı, ordu ve emniyet içinde yuvalanmış onlarcasına bugüne kadar zaten defaatle şahitlik ettik. Ya etmediklerimiz? Hakeza Kayseri’de gerçekleşen intihar saldırısı için de benzer bir vaziyet söz konusu. Çarşı iznine çıkan askerlerin takib edilmesi ve böyle bir saldırının gerçekleşmiş olması, içeriden bilgi aldıklarının yahut göz göre göre kimi istihbarat görevlilerinin kötü niyetli bir şekilde göz yumduğunu göstermektedir. Her iki vaziyet de ihanet ve her iki vaziyetin sorumluları da hâindir bu bakımdan.
Saldırıların Maksadı
Beşiktaş ve Kayseri saldırılarında, birinde Çevik Kuvvet polisinin ve diğerindeyse Kayseri Komando Tugayında askerlik vazifesini yapmakta olan erlerin hedef alındığını hesaba katacak olursak, bu saldırılardan şiddetli bir içtimâî infiâl beklendiği anlaşılıyor. Ne var ki kurulan bu tezgâh, münferiden yaşanan hadiseler dışında milletimizin feraseti sayesinde boşa çıkartıldı. Her iki saldırının amacının, ardından yapılan provokasyonları da hesaba katacak olursak, Anadolu’nun ayrılmaz birer parçası olan Türk ve Kürdü birbirine düşürmek olduğunu görmemek için kör olmak gerek herhâlde... Buna mukabil bilhassa 18 Aralık tarihinde Kürt nüfusun yoğun olduğu Van, Mardin ve hattâ Hakkâri Yüksekova’da ahalinin teröre karşı göstermiş olduğu tepki, bu gibi saldırıların hedefine ulaşamayacağını da deklare eder mahiyetteydi.
Rus Büyükelçiye Suikast
Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un, 19 Aralık Pazartesi günü ziyaret ettiği bir sergide, Çevik Kuvvet’te görevli bir polis memuru tarafından suikasta uğramasıyla birlikte yaşadığımız süreç yeni bir merhaleye girmiş oldu.

Türkiye ve Rusya arasında Rus uçağının düşürülmesinden sonra münasebetin yeniden düzelmeye başladığı, yapılan görüşmeler neticesinde Haleb’de yaşayanların tahliyesinin sürdüğü, Suriye’de ateşkes ve barış görüşmelerinin başlayacağı günün hemen akabinde, Çevik Kuvvet’e bağlı olarak görev yapan bir polis memurunun gerçekleştirmiş olduğu suikast, birçok bakımdan saldırının arkasında kim yahut kimlerin olduğu sorusuna yanıt bulmayı güçleştiriyor.

Akla gelen ilk ve olağan şüpheli, suikastçı polis memurunun FETÖ, dolayısıyla CIA mensubu olduğudur. Ancak bu kadar “kör gözüne parmağım” sarahatinde bir aleniyetle bu saldırıyı yaptıranların kimliklerinin faş olması, belli ki istenen bir şeydi: Açık mesaj verme kaygısı güden bir eylem oldu Rus elçinin öldürülmesi…

Açık konuşalım, böylesi bir saldırıdan sonra Türk ve Rus münasebetlerinin bozulmayacağı, bilakis her iki ülkenin daha fazla yakınlaşacağı aşikâr. Demek ki saldırının hedefi bu iki ülke arsındaki münasebet değil.

Hatırlayacak olursak, 24 Kasım 2016 tarihinde, tam da Türkiye’nin Rus uçağını düşürdüğü günün sene-i devriyesinde, El-Bab’da görevli TSK mensublarına yönelik olarak bir hava saldırısı gerçekleşmiş ve bu saldırının fâili meçhul kalmıştı. Her iki olayı bir arada okuyacak olursak, 24 Kasım tarihinde kim ve niçin Türk askerini bombalamışsa, Rus elçisini de aynı mihrakın, aynı sebeble öldürdüğünü söyleyebiliriz. Zaman içinde bu saldırının arkasında kimlerin olduğu çıkacaktır muhakkak. Öyle ya, gökkubbe altında hiçbir hakikatin saklı kaldığı vâki değildir.

Son olarak muhtemeldir ki, gayr-ı nizamî bir şekilde cereyan etmekte olan Üçüncü Dünya Savaşı iyiden iyiye kızışıyor ve giderek sıcak savaşa doğru evriliyor. İlerleyen günlerin daha da sıcak geçeceğini bekleyebiliriz.
Gayr-ı Millî Zafiyet
Tarla sürülmüş; biz bu sürülmüş tarlanın mevcut uygulanan yöntemlerle kurtarılabileceğine pek ihtimal vermiyoruz. Tarla, yani devletin her kademesi Batılılar (artık buna İran’ı da ekleyebiliriz) namı hesabına bilerek ya da bazen bilmeyerek çalışan insanla o kadar dolu ki, ayıkla ayıkla bitecek gibi gözükmüyor. 2009 senesinden beri, devletin yaptırım gücü olan bütün müesseseleri tarafından milletimize yönelik envaî çeşit saldırı gerçekleştirildi. Son olarak geçtiğimiz günlerde sermaye eliyle yapılmak istenen ekonomik operasyonu da, muhatabı olduğumuz saldırı fırtınasının bir unsuru olarak değerlendirecek olursak, bu memlekette Müslüman Milletimiz ve vatan toprağından başka millî bir şeyin kalmadığını da görebiliriz. Yargı, emniyet ve asker içine sızmış bulunan CIA’nın Türkiye’de faaliyet gösteren unsuru FETÖ ve benzeri âletlerinin kökü kazınmadıkça, bu zafiyet giderilmedikçe, Türkiye’nin bundan sonrasında her geçen gün şiddeti artan saldırılara maruz kalmaya devam edeceği muhakkak görünüyor.
Tedbir
Türkiye’nin artık yeniden yapılanma sürecine girmesi ve millî bir şekilde yeniden müesseseleşmesi şart. Adeta eleğe dönmüş, sızılmadık deliği kalmamış mevcut devlet teşekkülünün ıslahatlar ile kurtarılması mümkün değil. Bunun yerine teklif ettiğimiz reçeteyi defaatle bu sayfalarda dile getirdik. Acilen yeni kadrolarla yeni ve millî bir devlet müessesenin teşekkül ettirilmesi şart... Bunun karşısında hâlâ kayıtsız kalmak safdillik değil, açıktan hainliktir.

 Palyatif çözümler, içinde bulunduğumuz şartlar itibariyle bize vakit kaybettirmekten başka bir işe yaramaz ve yaramayacaktır.
Sonuç Olarak
Senelerdir her türlü pisliğin yuvası olmuş, tabelasında İslâm Devleti yazan ve Müslümanların birliğine manî ülkelerin maskelerinin bir bir düştüğü, sözde “müttefik” özde “düşmanların” faş olduğu ve tüm dünya Müslümanlarının son çare diye başlarını Anadolu’ya çevirdiği bir zamanı idrak ediyoruz. “Allah çilesini çektirmediği nimeti vermez” ölçüsü mucibince sınavımız muhakkak sert geçiyor ve geçecek; fakat bu sınavı layıkıyla verebilirsek, bizi kutlu bir istikbâl bekliyor.

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi; “İstikbâl İslâmındır.”

Baran Dergisi 519. Sayı