Demokrasi, liberalizm, sekülerizm ve globalizm... Bunlar, bugünün Batı âleminin kendisini üzerine bina ettiği temelin ana sütunları. Ve dikkat ediyorsanız bu mefhumların hepsinin tarifi muğlak, görüntüsü müphem… Hatta esası olmayan usuller de diyebiliriz. Yani bir doğrusu yahut yanlışı yok. Dolayısıyla bu mefhumlar idealize edilebilecek “şey”ler olmamakla beraber, inandığı diniyle birlikte tüm ideallerini tüketmiş Batı âleminin, dışa doğru devletlerarası, içe doğru ise devlet, cemiyet ve fert üçlüsü arasındaki münasebetlerini düzenlenmesini sağlayan teamüllerdir. Ve yine dikkat ediyorsanız, şekil verici değil de, içine konulduğu kabın şeklini alıcı teamüllerdir bunlar.

Hollanda’ya dönelim... Demokrasi, liberalizm ve sekülerizmin dünyada atan kalbi olarak tanımlayabileceğimiz Hollanda’da geçtiğimiz hafta sonu yaşanan hadiselere sebeb olan neydi peki? Pek çoklarının aklına yukarıda saydığımız mefhum/usullerin Hollanda’da yozlaşmış olduğu geliyordur muhtemelen; fakat gerçek böyle değil. Hollanda başta olmak üzere Avrupa kıtasında faşizm ve popülizmin yükselmesinin ardında yatan saik, Batı’nın kendisini üzerine bina ettiği teamüllerde meydana gelen yozlaşma değildir. Tam aksine, bu saydığımız teamüllerin kemâl devrinde bulunuyor oluşlarıdır.

Bahse konu olan mefhumların birbiriyle olan münasebetini kabaca izah edecek olursak:
Herkes kendine göre tarif etse de, bugün Batı’daki en muteber tarife göre demokrasi, siyasî denetimin doğrudan doğruya halkın temsilcilerinin elinde olduğu yönetim şeklidir. Halkın iradesinin tecelli edecek olmasındaki riskleri Roma’dan beri bilen Batılı, herkesin bir şekilde içine dâhil olduğu demokrasiyi bir yönetim şekli olarak değil, tiyatro olarak oynadı ve oynattı senelerce. Seçmen siyaseti temsilcileri yoluyla denetledi güya; fakat siyasetçi, arka planda bürokrasi denen dişlilerle çalışan son derece katı ve soğuk bir makinenin başındaki bekçi olmaktan öteye gidemedi. Heyecan ve coşku, belli aralıklarla düzenlenen “seçim festivali”nden ibaret kaldı. Makineleşmeye benzer bu müesseseleşme, evvelâ “lider” şartını ortadan kaldırdı. Ardından da “ruh” diyebileceğimiz liderle beraber aşk, samimiyet, hayal, ulvî gaye ve tüm bunların tahrik kuvveti olan ahlâk ortadan kalktı.

Batı’nın Çöküşü adlı eserin müellifi Oswald Spengler, “demokrasi”den bahsederken, seçilenlerin finansmanı bahsini ön plana alır. Adaylar seçilmek için para harcamak zorundadır ve bu harcamaların illâ ki servet sahibleri tarafından karşılığı ödenmek kaydıyla finanse edilmesi gerekir. Roma’da Sezar döneminde de bu böyleydi, İkinci Dünya Savaşı sırasında, sonrasında ve bugün de. Tarifimizden de anlaşılacağı üzere demokrasi ile liberalizm arasında simbiyotik bir münasebet söz konusudur. Hangisinin bir diğerini doğurduğu meselesi ise “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar” paradoksuna değin uzanır gider.

Bu açıdan devam edecek olursak... Bundan bir asır evvel demokrasi ile beraber yükselen “hürriyet” feryadının arkasında da benzer bir münasebet söz konusudur. Servet sahibleri, seçileni babalarının hayrına finanse etmiyorlar elbette. Bunun karşılığı olarak devlet, cemiyetçi anlayışı terk edip ferdiyetçiliği benimserken, elini kamudan çekip, tek tek birbirinden kopartılmış ferdi sermayenin kasaplarına teslim etti. Bunun adı da liberalizmdi. Bugün, Hollanda başta olmak üzere Avrupa’nın tamamında yaygın olan homoseksüellikten tutunda doğurganlığın azalmasına dek renk renk pek çok felâketin de başlıca müsebbibini buralarda aramak gerek...
***
Geçtiğimiz hafta sonunda Hollanda’da cereyan eden hadiseleri de bize kalırsa bu gözle okumak iktiza eder. Her ne kadar bizim siyasetçi ve gazetecilerimiz “bu nasıl ifâde hürriyeti?”, “hani demokrasi?”, “nerede insan hakları?” gibi serzenişte bulunuyorsa da, bilmeleri gerekir ki; bahse konu olan tüm bu kavramların yokluğu yahut dejenere olması değildir Hollanda’da söz konusu olan, kemâlidir.

İbda Hikemiyâtı’ndan: “Bir ilmin butlanı, müntehasında belli olur.” Bugün Hollanda özelinde ve Avrupa genelinde veba gibi yayılan kokuşmuş popülizm, faşizm ve insanlık düşmanlığı da biraz evvel belirttiğimiz gibi demokrasinin dejenerasyonu değil, bilakis kemâli, nihaî ufkudur...

Avrupa’nın İstikbali
Nüfusun yaşlanması ve göçmenlerin artması Avrupalı devletleri artık tehdit eder hâle geldi. Avrupa’nın yaş ortalaması çoktan 40’ın üzerine çıkmış vaziyette. Her ne kadar Dördüncü Sanayi Devrimi ile üretimi makinelere aktarmak suretiyle ayakta kalmaya çalışıyorlarsa da, uzun vadede yok olmak, tarih sahnesinden silinip gitmek şeklinde bir kaçınılmaz son ile yüzleşmiş bulunuyorlar. Ekonomiye dayanarak kurgulanmış olan sosyal refahın da son dönemde yaşanan krizler ile beraber sekteye uğraması neticesinde Avrupalı devletleri kendi içinde tutan tek bir ortak değer kaldı ki, o da ırk. Bugün Avrupalı siyasîlerin histeri krizlerini andıran hâlleri de içine düştükleri devasız bu illetten kaynaklanmakta.
Neticesinde Avrupa’da faşizm gittikçe yaygınlaşacak ve güçlenecektir. Türkiye’nin bundan sonrası için pek çok eylem planını bir kenarda hazır bekletmesi, o topraklarda yaşayan kardeşlerimiz için hayatiyet arz ediyor artık.

Modernizm, insan hakları ve demokrasinin benimsenmiş olması, Avrupalının İkinci Dünya Savaşından evvel Yahudi’ye yönelen zulmün arkasındaki zalim karakterini törpülemediği gibi, ihtimaldir ki, bileyerek keskinleştirmiş ve bugün gözünü kan bürümüş “modern” Avrupalının nefret okları, tümüyle Müslümanlara, özellikle de Türklere yöneltilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, orada yaşayan vatandaşlarımızın ve aynı zamanda tarihî misyonu gereği diğer Müslümanların da can, ırz ve mal güvenliğinin başlıca mesulüdür.

Alacakaranlık
Alacakaranlık... Kimine şafak, kimine kerâhat vakti...
Tarihin maddî pratiği ortaya çıktıktan sonra Minerva’nın baykuşu kanatlarını açar ve uçmaya hazırlanır.” der Hegel.  Hatırlatacak olursak, bu metaforu Hukuk Felsefesi adlı eserine yazdığı önsözde şu şekilde belirtir:
- “Dünyanın nasıl olması gerektiğini öğrenmek iddiası üzerine bir söz daha söyleyelim: felsefe bu konuda daima geç kalır. Dünyanın düşüncesi olarak felsefe, ancak realite oluşum sürecini işleyip bitirmiş olduğu zaman ortaya çıkar. Kavramın öğrettiğini tarih aynı zorunlulukla gösterir; fakat varlıkların olgunluk çağındadır ki, ideal reel’in karşısında boy gösterir ve aynı dünyayı cevheri içinde kavradıktan sonra, onu bir fikirler âlemi şeklinde yeniden inşa eder. Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman, hayatın tezahürü ihtiyarlık günlerini tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle o gençleştirilemez, sadece bilenebilir. Minerva’nın baykuşu, ancak gün batarken uçmaya başlar.
Hikmet işte tam da burada felsefeden ayrılır. Hakîm’in kulu, hikmet ile beraber “zaman”ın da sahibidir. Dolayısıyla o, içimizdeki batıcı “ilericiler” gibi “Minerva’nın baykuşu”nun havalanmasını beklemez. Bu sebeble çokları daha düne bile erişemezken, hikmet sahibi içinde bulunduğu günü de bilir, güneşin batacağını da kestirir.
Bir de bu gözle bakınca, “Nakşî Sırrı”nın ehemmiyeti, Anadolu’ya taşınmasındaki hikmet, Abdulhakîm Arvasî Hazretlerinden sonra Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu ile beraber Büyük Doğu-İbda Hikemiyâtı’nın hayatiyeti daha net bir şekilde hissettiriyor kendisini.

Şimdi dönelim kendimize... Biz, bugün daha piliç sayılacak demokrasimizle ya Avrupa’nın kemâle ermiş demokrasinin nihai ufkuna, “demokrasi, liberalizm ve hürriyet” diye ne idiğü belirsiz tenkitler getirmeye devam edecek ve onların ayak izlerini takib etmek suretiyle aynı neticeye varacağız veya geç de olsa ibret alıp, baykuşun havalanmasını beklemeden, bilge hakîmlerimizin “Mutlak Fikir” ölçüleri çerçevesinde örgüleştirdikleri dev idealimizi kayıtsız şartsız benimseyip, onların köhnemiş, kokuşmuş cüce ve sefil realitesi karşına dikileceğiz. Hangisi? Bu soruya cevab vermeden geçen her gün zarardır.
***
NATO ve Gümrük Birliği üyeliği ile Avrupa Birliği üyelik sürecinin bir parçası olarak Avrupa’ya irca edilmiş bir Türkiye... Demokrasi, hürriyet, liberalizm, lâiklik ve daha ne kadar Batı tekerlemesi varsa, biz bunları tekrarlasak da tekrarlamasak da yakın bir vadede mutlaka ama mutlaka faşist Avrupa ile toslaşmak zorunda kalacağımız bedahet. Referandum, hadi tamam; fakat sonrasında bizim kaybedilecek tek bir ânımızın dahi olmadığı şuuruyla hareket etmek durumundayız.
Senelerce, iki boyutlu bir şekilde okumaya alışılmış olan dünya yok artık karşımızda. Derinliğine ve genişliğine üç boyutlu bir dünya ile karşı karşıyayız ve “Minerva’nın Baykuşu”nu beklemek şöyle dursun, Zümrüd-ü Anka gibi küllerimizden doğmaya memuruz. Buna mecburuz!

Baran Dergisi 531. Sayı