Fransa’da, 9 Eylül 2025 günü Paris ve çevresindeki toplam 9 caminin önüne hayvan başları bırakıldı. Fransız polisi üçü Paris’te olmak üzere farklı bölgelerdeki camilerin hedef alındığını duyurdu ve adli soruşturma başlatıldığını açıkladı. İçişleri Bakanı Bruno Retailleau saldırıyı “katlanılmaz bir provokasyon” olarak nitelendirirken, Paris Büyük Camii Başkanı Şemseddin Hafız bunun Müslümanlara yönelik artan nefretin açık bir göstergesi olduğunu söyledi.

Camiye Saldırı Domuz Başları Konuldu

Fransa’da camilerin önüne bırakılan hayvan başları, sadece münferit bir nefret eylemi değildir. Bu saldırılar, Batı’nın İslâm’a ve Müslümanlara karşı kökleşmiş düşmanlığının günümüzdeki tablosudur. Hadise, Fransa’da yaşayan yaklaşık 7 milyon Müslümanın maruz bırakıldığı dışlanma, aşağılanma ve sindirme siyasetinin sembolik bir yansıması. Ancak bu tabloyu doğru okumak için meseleyi, Batı’nın İslâm’a bakışı ve küresel siyasetin kırılma noktalarıyla birlikte ele almak gerekir.

11 Eylül ve Müslümanlara yapıştırılan yafta

Batı’nın Müslümanlara yönelik düşmanlığını tek bir olaya indirgemek hatalıdır. Çoğu yorumcu, 11 Eylül saldırılarının ardından Müslümanların “terörist” olarak yaftalandığını söyler. Oysa Batı, çok daha önce sinemadan medyaya, akademiden kültürel üretime kadar her alanda Müslümanı terörle özdeşleştirmişti. 11 Eylül bu algının başlangıcı değil, sadece kullanışlı bir malzemesi oldu. Her ne kadar 11 Eylül Müslümanlara fayda getirmiş olsa da bunu Amerika kendi için de kullanmayı fırsat bildi.

Amerika, Hollywood yapımlarıyla, gazeteleriyle, düşünce kuruluşlarıyla Müslümanı sürekli “öteki” ve “tehlike” olarak takdim etti. Bu şekilde hem Batı kamuoyu hem de dünya halkları, Müslümanı potansiyel suçlu gibi görmeye ikna edildi.

Bir diğer taraftan ise 11 Eylül Batı için büyük bir kırılma, Müslümanlar için ise yeni bir nefes alma imkânı oldu. “Süper güç” diye lanse edilen Amerika’nın sarsılabilir, yaralanabilir ve yenilebilir olduğu görüldü. Bu, İslâm coğrafyasında ezilmişliğin altında yaşayan milyonlarca Müslüman için umut kaynağıydı. İşte Batı’nın ürettiği “İslâm korkusu” da tam burada devreye sokuldu. Hakikatte olmayan bir “tehdit” icat edilerek Müslümanlar hem içeride hem dışarıda baskı altına alındı. Bunun akabinde Batı kendi kirli geçmişini ise kamufle etmeyi sürdürdü.

Batı’nın kirli geçmişi ve İslâm’a yüklenen suç

Batı medeniyetinin tarihi sömürgecilik, katliam ve vahşetle doludur. Cezayir’de Fransızların yaptığı katliamlar, Afrika’nın yer altı ve yer üstü zenginliklerinin talanı, Hindistan’da İngilizlerin milyonlarca insanı açlığa mahkûm etmesi, Amerika’nın Kızılderili soykırımı, Hiroşima’ya atılan atom bombası, Vietnam’da kullanılan kimyasal silahlar ve milyonlarca insanın sakat bırakılması, Irak’ta kitle imha silahı yalanıyla gerçekleştirilen işgal ve yüzbinlerin katledilmesi, Afganistan’nın 100 sene boyunca bombalanması, Ruanda ve Kongo’daki iç savaşları körükleyerek milyonlarca Afrikalının katledilmesine sebep olunması, Bosna’da Birleşmiş Milletler gözetiminde Srebrenitsa’da yapılan soykırım, Libya’nın NATO bombardımanlarıyla yıkıma uğratılması, Latin Amerika’da darbelere ve uyuşturucu çetelerine verilen destek, Filistin’de İsrail üzerinden yürütülen etnik temizlik ve Gazze’deki soykırım...

Sadece devlet eliyle değil, sömürge şirketleri üzerinden de benzeri vahşetler işlendi. Belçika Kralı II. Leopold’un Kongo’da milyonlarca insanı kauçuk sömürüsü uğruna öldürmesi, Batı şirketlerinin Latin Amerika’da tarım topraklarını gasp etmesi, günümüzde dahi Batılı maden tekellerinin Afrika’da çocuk işçileri köle gibi çalıştırması, Batı medeniyetinin üzerine oturduğu kanlı zeminleri gözler önüne serer.

Ne var ki bütün bu zulümler görmezden gelinir; bunun yerine İslâm’a “şiddet” yaftası yapıştırılır. Halbuki tarihin en büyük terör ve vahşet sicili Batı’ya aittir. Müslümanlara karşı işlenen her suç, “medeniyet” adına yapılmış sayılırken, Müslümanın haklı direnişi “terör” diye damgalanır.

Müslümanların kendilerini korumak için verdiği en küçük karşılık dahi Batı medyası ve siyaseti tarafından şiddet olarak etiketlenir. Filistin’de taş atan bir çocuk “terörist” ilan edilirken, aynı coğrafyada binlerce insanı katleden işgalciye “savunma hakkı” tanınır. Afganistan’da köyünü savunan bir Müslüman “militan” diye damgalanırken, düğün konvoylarına bomba yağdıran işgalci “barış getiren güç” diye yüceltilir. Bu çarpıklık Batı’nın ideolojik aygıtlarının ürettiği sistematik bir algıdır.

Fakat bu meselenin bir de diğer yüzü vardır: Müslümanların hareketsizliği. Asırlar boyunca ümmet, Batı’nın işgalleri, sömürüsü ve kültürel saldırıları karşısında gerektiği gibi aksiyon koyamadı. Aksa Tufanı gibi dünyayı yerinden oynatacak direnişler istisna kaldı. Bu yüzden Müslümanlar çoğunlukla mazlum ve ezilen taraf olarak görüldü. Batı, Müslümanın iradesizliğini ve dağınıklığını kendi üstünlüğünün teyidi gibi sunarken, ümmetin haklı mücadelesini de itibarsızlaştırma fırsatı buldu.

Müslüman dünyası, Batı’ya şiddetin ve terörün ne demek olduğunu gösterecek kararlılığı ortaya koyamadığı için, Batı hâlâ kendisini “medeniyetin hamisi” gibi gösterebiliyor. Hâlbuki gerçek medeniyet İslâm’dır; Batı’nın kanla, sömürüyle ve yıkımla yoğrulmuş düzeni değil. Bugün Filistin’de, Gazze’de, Aksa Tufanı’nda ortaya çıkan direniş, sadece bir bölgesel mücadele olmaktan öte, Batı’nın sahte ahlâkî üstünlüğünü yerle bir eden hakikatin haykırılışıdır. Bütün dünya da Batı’nın bu sahtelerini gördüğü için ayağa kalkmış durumdadır.

Avrupa’daki Müslümanların sosyal çıkmazı

Fransa örneğinde görüldüğü gibi Müslüman topluluklar, nüfusun yüzde 10’una yaklaşmalarına rağmen hâlen kapsayıcı sosyal politikalardan mahrum bırakılıyor. Eğitim, istihdam, şehirleşme ve temsil mekanizmalarında geri plana itiliyorlar. Bu, özellikle genç nesillerde bir “aidiyet boşluğu” doğuruyor.

Ancak çözüm, Müslümanların hem sayıca artması hem de siyasî, kültürel ve ekonomik olarak daha güçlü bir şekilde söz sahibi olmalarıdır. Bugün Avrupa’da yükselen İslâmlaşma eğilimi, yarının manzarasına işaret ediyor gibi görünüyor. Batı’nın bütün engellemelerine rağmen İslâm, orada kök salıyor. Bu da mevcut iktidar odaklarını rahatsız ediyor.

Aksa Tufanı ve küresel uyanış

7 Ekim’de başlayan Aksa Tufanı ile birlikte İslâm dünyası yeni bir şahlanışa sahne oldu. Hamas’ın direnişi, Müslümanlara nefes aldırdı. Dünyanın her köşesinde zulme karşı büyük bir ses yükseldi. Gazze, Batı’nın ikiyüzlü söylemlerini çıplak biçimde açığa çıkardı.

Gazze’deki direnişin ardından Batı’da İslâm’a yöneliş hızlandı. Camiler dolup taştı, Müslüman olanların sayısında kayda değer artışlar yaşandı. Bu gelişme, Batı’daki İslâm düşmanlığını daha da körükledi. Çünkü kendi topraklarında İslâm’ın yükselişine şahit oluyorlar. Bu yüzden Müslüman toplumları sindirmeye, yıldırmaya ve korkutmaya çalışıyorlar. Fakat yaklaşıp gelen büyük dalgayı kimse durduramayacak.

Çöken Batı, yükselen İslâm

Fransa’da camilere yapılan saldırılar, Batı’daki büyük korkunun işaretidir. Batı, kendi tarihindeki suçların yükünü taşırken aynı zamanda İslâm’ın yükselişi karşısında endişe yaşıyor. Her türlü yasak ve baskıya rağmen İslâm, Avrupa’da sokaklarda, okullarda ve toplumsal hayatta yer buluyor. Bugün Müslümanlara yönelik saldırıların temelinde Batı’nın bu çöküş kaygısı vardır. Çünkü biliyorlar ki yükselen İslâm, sadece siyasî dengeleri değil, onların bütün hayat anlayışını sarsacak. Bu yüzden saldırıyorlar; fakat attıkları her adım, İslâm’ın güçlenmesini engellemek yerine daha da hızlandırıyor.