Karl Polanyi’ye göre modern antropolojinin en önemli bulgusu, “Temel insanî dürtülerin hiçbirinin ekonomik olmadığıdır. Buna paralel olarak da tarih boyunca var olmuş bütün toplumlarda ekonomi, sosyal ilişkiler bütünü içine, onlardan ayrılamayacak biçimde yerleşmiştir.” (Polanyi, Büyük Dönüşüm, sh. 18)

Hayat, esasen bir bilgilenme ya da daha doğru bir ifadeyle ruhta mündemiç bilginin çeşitli vesilelerle açığa çıkma süreci… Bu süreçte insanlar farklı haller alıyorlar. Aslında bir bütün olan, derinlerde tek bir bütünlüğü yaşayan insanı, mecburen, şubelere biz ayırıyoruz. Her göz, kendine hâkim şuura nisbetle muhatab olduklarını tanımlayıp buna istinaden tasnifler gerçekleştiriyor. Aynı hadisenin, o an ona bakan insan sayısınca anlamı olması gerçeği bir tarafa, zaman içinde, o hadiseye bakanların ruhî değişimlerinin hadiseyi hafızada “farklılaştırabildikleri” bir vakıa olduğu gibi bilgi birikimi ve bunların zihnî düzeninin kişinin kendini kuşatan çevreyi farklı algılamasına sebeb olduğu bir hakikat. Algıda seçicilik adıyla psikolojiye sokulan bu hâlin aslı İbda Hikemiyâtı’nda yerini “şuurun her değişiminde hakikatin de değişeceği” prensibiyle bulmaktadır. İnsan sayısınca dünya algısı ve görüşü olması, aralarında ufak farklılıklar olsa bile, tabiidir ve bundan dolayı, içtimaî düzenin temini açısından mutlak bir fikre ya da onun yerine soyunan sahtelerine ihtiyaç kaçınılmaz. O yüzden, nüans farklılıklarıyla insanların etrafında hasbelkader toplandığı her doktrin, aksini bile iddia etse, kendini mutlaklaştırma temayülündedir. Son iki bin yıllık dünya tarihi, mutlak fikirlik iddiasındaki bu kalp görüşlerin bitmez tükenmez bir devridaim biçiminde, en fazla bir nesil içinde dağılıp gitmesine şahit olmuştur. Zira mutlaklık iddiasındakileri sınayıp sahtelerini sürekli ıskartaya çıkaran, tek tek ferdlere gömülü bir sabit, “duygu” isimli bir hususiyetimiz var… Bu hususiyet, sahih olanların içinden geçtiği, sahtelerin tosladığı, hakikatin görünmez duvarıdır.

Mevzuyu açacak olursak;
İnsan, mecburen içtimaî bir varlık. Bu terkibî hüküm, genel kabul görmüş bir aksiyom; çünkü aksi halen isbat edilebilmiş değil… Haliyle her bir ferd, içine doğduğu cemiyetin tesiri altında onlar “gibi” oluyor. Potansiyel olarak taşıdığı yatkınlıkları, doğumundan itibaren aldığı eğitimle açılıyor ve zamanla belli bir yöne doğru evriliyor. İdrak kabiliyetini kazanır kazanmaz kendine bir misyon biçiyor, ona uygun bir rolü benimsiyor. Bu misyon ve rolün çok büyük olmasına da gerek yok: Bir baba, bir anne ve bir çocuk arasında bile bu münasebeti görebiliriz. Ancak hepsinin ortak karakteristiği, içtimaî olmaları ve öğrenilmeleri… Misyonlar ve onlara uygun roller, hayat boyu değişiyor ve çok fazla sayıda da olabiliyor. Çoğu zaman kendisinin de bilemediği “gerçek kendisi” ile üzerine aldığı roller arasında tenakuzlar doğabiliyor. Eğer bu tenakuzlar aşırı ise, ruhî travmalara, psikolojide kişilik bölünmesi biçiminde tabir edilen zihnî karmaşalara yol açabiliyor. Son derece sert görünüşlü bir komutanın, evinde tam aksine çok müşfik bir baba olması gibi… Zıt rollerin yol açtığı gerilim, tahribatla neticelenebiliyor; kişideki hakikat idraki karışabiliyor. Bazen de üzerimize aldığımız rollerin bizi tatmin edip rahatlattığını tecrübe ediyoruz. Sebebini bilmesek de derinden bir mutluluk duyuyoruz. İşte insanlardaki bu gerilim ve mutluluk zıtlığının menşei, fıtratımızdaki sabitlerdir. Bunlar insan olmanın ortak paydasıdır; çoğu zaman farkında bile olunmayan duygulardır. Misyon ve roller ile bu sabitler arasındaki zıtlık, bunalıma sebeb oluyor. Bunlar insandaki insan olma istidadının esasını oluştururlar. Mevcut olmadıklarında, çevre faktörü olarak vasıflandırılan eğitimin yapabileceği bir şey yok. İnsan dünyaya bu istidadlarla mücehhez geliyor ve akabinde bunlar çevre tarafından ve kişideki melekeler marifetiyle fâş ediliyor. Beşerî sabitler sadedinde duyguların yanı sıra en başta aklın geldiği melekeler de var, lakin insiyaka daha yakın olduklarından, duygular, akıldan daha derin ve daha aslîdirler; ruha daha yakındırlar. O yüzden sabit olma vasfına melekelerden daha layıktırlar. Konumuz da o yüzden duygular, bilhassa bunların en önemlilerinden gördüğümüz üç tanesi: Ölümsüzlük iştiyakı, inanç ve adalet duyguları…

Bunların başında gelen, en temel ve diğer canlılarla, hatta diğer varlıklarla ortak taşıdığımız var olma/ölümsüz olma arzumuz; bu safi insiyakîdir ve var oluşumuzun temelidir. Bu açıdan İbda Mimarı’nın bütün bir iktisadı, teferruatı bir tarafa, “varlığını sürdürme arzusuna” bağlaması son derece yerinde… Varlığını sürdürmek için muhtaç olduğu cemiyet neye izin veriyorsa azami haddine kadar yapma şeklinde özetleyebileceğimiz ve çoğu kişide tezahürü, ölüm ve yok oluş korkusu biçiminde olan varlık iştiyakı, en derin ve diğerlerine basamaklık teşkil eden aslî duygudur. Burada İbda Mimarı’ndan iktibas ettiğimiz cümle ile alakalı bir parantez açmak istiyoruz: Batılı iktisad düşünürlerinin üzerinde durmadığı, hadisenin künhünü teşkil eden varlık meselesi. Bunu ilk fark eden de Marks olmuştur. İbda’nın tüm insanî oluşları ruha bağlayıcı cihetinin, meseleleri yerli yerine nasıl oturttuğunu sadece bu cümle bile isbata kâfidir. Varoluş meselesi, mevzuu iktisad olan Marksizm hariç hiçbir ekolde kendine esaslı bir yer bulmaz; ondaki hali de apriori bir materyalizmdir. Zira bu iktisadçıların her biri, sanki iktisadı ferd ve cemiyetten bağımsız, tabiat kanunlarına tâbi bir mekanizma olarak görür ve sürekli hatalı muhakemeler yürütürken, iktisadı bir branş olarak fikriyatının bir bölümü halinde işleyen BD-İbda, esasında doğrusunu yapmaktadır. Zira iktisad, en temel insanî haslet olan din ve ahlâk intisabından bağımsız düşünüldüğünde, elverişli şartlar sağlanarak üretilen ama tabii ortamda bir türlü yetiştirilemeyen bitkilere benzemektedir. İktisad, ahlâktan ve onun en mükemmel hali devletten ayrılamaz; çoğunlukla da tedbir üzerine ve spontane yürür. İşte bu yüzden, yüzlerce yıl boyunca Osmanlı, hem de iktisada dair müstakil eser veren bir âlimin yokluğuna rağmen, gayet dakik işleyen iktisadî bir yapı kurma başarısını göstermiştir.

Ferde gömülü haldeki diğer iki önemli sabit duygu, inanç/itimat ve hakkaniyet/adalet duygularıdır. İnancın, cemiyet teşekkülünde temel role sahib bir his olduğunu, hatta inanç hissi olmasa en temel içtimaî faaliyetlerin bile ortadan kalkacağını söyleyebiliriz. İnanç, özü itibariyle safî metafiziktir, zira kişi, bilip görmediğine İNANIR. İnanç daima kuşku hissini kardeş olarak yanında taşır. Bu iki duygunun varlığı, tek başına ruhçuluğun delilidir. Bütün iktisadî faaliyetler, inanç ve onun bir türevi olan güven duygusunun üzerine binerler. Bütün beşerî düzenleme ve tedbirler de kaynağını son tahlilde kuşkuda bulurlar. İnanç ve güvenin olmadığı yerde değil cemiyet, en iptidaî bir insan topluluğu dahi teşekkül edemez.
Gelelim bütün dünya görüşlerinin ve ideolojilerin kendine istinad olunduğu hakkaniyet/adalet duygusuna. Eşitlik arzusunun kaynağı da olan adalet duygusu, hakikatte ondan daha şümullüdür. Mesela, Batılı beyazlar, Tanrı’nın ya da tabiatın verdiği bir ayrıcalık olarak, siyahlardan ya da diğer ırklardan üstün olmaya “hak”larının olduğuna ve dolayısıyla getirdikleri ayrımcılık muhtevalı kuralların haklılığına inanırlar. Ferdlerin birer birer ve cemiyetin topluca fiillerine gerekçe sağlayan temel duygudur bu. Bazen vicdan biçiminde anlaşılsa da, ondan çok farklıdır. Hiçbir din veya ideoloji, içeriği ne olursa olsun, doğrudan muhatab aldığı kitleye zulüm ve haksızlık teklif etmez. Bu son derece saçma olurdu. Masonik bir örgütlenme de âlemşümul bir din de muhatab olduğu kitleye (birinde birkaç yüz ya da birkaç bin kişi, diğerlerinde milyarlarca insan) özünde adalet getirmeyi, aralarında adil olmayı vaz edecektir. Ne olursa olsun, insanlardaki adalet hissine hitab etmeyen bir iktisadî görüş de, bu durumda, olamaz. 

Bizdeki ve diğer doğu medeniyetlerindeki iktisadî mülahazalar, dayanaklarını doğrudan cemiyetin ahlâk telakkilerinden almışlardır. Ortaçağlar boyunca Avrupa ülkeleri de nisbeten böyleydi. Marksizm’in çok sevdiği “alt yapı-üst yapı” münasebetinde atlanan husus, alt yapı kabul edilen üretim ilişkilerini belirleyenin daha alttaki ve cemiyet tarafından bünyeleştirilmiş/cemiyetle hemhal olmuş ahlâk telakkisi olduğudur. Üretim ilişkilerini ve diğer içtimaî ilişkileri bu belirler ve kaynağını yukarda saydığımız ferdlere gömülü duygulardan, yani fıtrî sabitlerden alır. Bu o kadar öyledir ki, Marks, bütün teorisini, determinist bir materyalizme inansa bile, taşıdığı hakkaniyet duygusuyla inşa eder. Hâlbuki savunduğu diyalektik gelişim icabı, cemiyetin kahir ekseriyetinin çektiği ızdırablar tabii ve zaruridir. O halde yine tabii akış içinde vuku bulacağına inandığı kaçınılmaz sonu erkene çekmenin, aynı materyalist bakış açısıyla bir izahı da bulunmamaktadır. Ama müdahale şarttır, zira büyük insan kitleleri, bir avuç açgözlü sermayedarın ve onların güdümündeki devlet mekanizmasının elinde kan ağlamaktadır. İşte fikriyatına esas teşkil eden kozmolojisiyle savunduğu fikirler arasındaki bu farklılık, bahsettiğimiz adalet/hakkaniyet duygusunun bir neticesidir ve Marks’ın hissettikleri, temel inancıyla ne kadar çelişik olursa olsun, yanlış değildir. Marksizm’in sonunu da hazırlayan bu tenakuz, bir yerde mecburidir. Zira içine doğdukları çevre ile hissettikleri/sabitleri arasındaki çelişkiler, 19. Asrın bütün Batılı fikir adamlarının düşüncelerine yansımıştır. Aslında Marks ve ondan önce ve sonra benzeri düşünceleri taşıyanlar, kanaatimce, Hıristiyanlığın Reform ve Rönesans sonrası girdiği bunalımdan çıkamamasından dolayı materyalisttirler. Çünkü Hıristiyanlığın adalet ve inanç doktrininin kofluğu tecrübe edilmiş, yerine de yeni bir inanış ikame edilememiştir. Teoloji sahasındaki bunalım ahlâka da sıçramış, cemiyet bilhassa makine sistemini sonuna kadar içtimaî sömürü aracı haline getiren kesimlerin tahakkümü altında kişiliksizleşmeye başlamıştır. Bu yüzden bu dönemdeki bütün görüşler, sermaye taraftarı olsa dahi, adaletçidir, sahibinin adalet duygusunu yansıtır. Kimi belki içten içe inanmadığı halde, Hıristiyanlık içi adil bölüşüm görüşleri geliştirirken ya da Hıristiyanlığın orasını burasını çekiştirirken, Marks, savunduğu fikirlerin mevcut Hıristiyanlık doktrini ile telif kabul etmez mahiyetinden ötürü, materyalist bir çizgiye evrilmiş, her ideolojinin olmazsa olmazı kozmolojisini orada kurmuştur.
Marksizm, her ne kadar materyalizmin esasına taban tabana zıt da olsa safi hakkaniyete, hatta mutlak adalete hasrolunmuş bir anlayıştır. Elbette bu, böylesi bir görüşten sadır olamaz. Ancak bu yönü ve mutlak teleolojik/gaî özüyle, Batı felsefesinde son iki asırdır cemiyet tanzimine talib olan en “metafizik” ideolojidir; Avrupa’da modern zamanların dinidir. İlk başta garip gelebilir, ancak Schumpeter’in deyişiyle Marks, inananları nazarında bir peygamberden, Kapital de İncil’den farksızdır. Sadece onun vadettiği cennet göklerde değil, hemen burada, dünyadadır. Aşkın/müteâl değeri ise, “gelecek nesillerin mutluluğu”dur.

Gelecek sayımızda Marksizm’i, bilhassa sermaye eleştirisi üzerinden ele alacağız.

Baran Dergisi 533. Sayı