Taraf dergisinin ortaya koyduğu fikir ve hareket İbda olmayıp İbda'dandır. Yani İbda'nın kendisi değildir. İlhamını ondan alan, fikir ve gönül bağı olarak onu tanıyan bir harekettir.

Bizim aksiyonumuz kendi mizaç hususiyetlerimiz içerisinde ve gücümüz yettiğince İbda'dan ne aldığımızı ortaya koymaktır. İbda mimarisini kurmak değildir yaptığımız. Eğer vazifemizi layıkıyla yerine getirebilirsek İbda diyalektiğini tahkim etmiş oluruz.

“İbda değil İbda’dan” tesbitimiz, yaptıklarımızın hata ve sevabıyla bize ait olduğunu işaretler. Ayrıca hatamızın bizden, sevabımızın ise İbda’dan kaynaklandığını ifade edelim. Müsbet şeyler İbda’dan aldıklarımızı, menfi şeyler ise kusurlarımızı gösterir. İbda’dan olan faaliyet İbda’yı temsil etme liyakatine sahip oluyorsa İbda sayılır, İbda’dan olan bir hareket bir noktada İbda’ya malolur ve onu temsil etmek göreviyle karşı karşıya kalır. Ve bu noktada bu hareket İbda’ya malolduğu için ona karşı gelmek İbda’ya karşı gelmekle özdeşleşir. Taraf olmak da İbda’ya taraf olmakla özdeşleşir. O hareket İbda’dan olduğu için İbda sayılır, “O değil, O’ndan, bu yüzdendir ki O!” hikmetini burada mevzuumuza misal verebiliriz. Yani O’ndan olduğu için O; tek başına O değil. Tabiî ki nisbetinin ondan olduğunu göstermek zorunda. Bunu içten bir oluş ve yanışla ortaya koymak durumunda. Yani ondan olduğunu “hareketten tüten mânâ” şeklinde göstermeli. Yoksa lafta “İbdacıyım, İbda'dan yapıyorum” demekle İbda’dan olunmaz. Sadece nisbetsiz adını söyleyip ortaya kendini, kendinden tüten iş ve mânâ buğusunu koyamamak lafta kalmaktır. Nisbetinizin mânâsını anlamayıp sadece isminin altına sığınmaktır. Çünkü nisbeti, muhatabından kendini ortaya koymasını ister. Yoksa sadece ismini anlamakla yetinmeyi değil. 

Gerçek oluş, ferdin hakikatinde olduğuna, kendinden zuhur davası ferdi oluşla birleştiğine göre İbda’dan derken dahi ferdin zuhuru inkâr edilemez. Bilakis ferdin rolünün ehemmiyeti ortaya çıkar. Bu, “İbda”dan yapan kim gerçeğini göz önüne serer.

Kişi, bazen kendini bulunduğu mevzu içinde kaybeder. Ve aslı unutup uğraştığı mevzuyu asıl görür. Yaptıklarını asıl zanneder. Aslında bu bir yanılma halidir. Kendini kaptırıp parçayı bütün zannetme gibi bir durumdur. Bu hal tasavvuftaki cezbe haline teşbih edilebilir. Devamlı İbda'yı yaşayan, fikri ve zikri İbda'dan olan, kendini İbda ile özdeş görme tehlikesinden de korunması gerekir. Kendimizi asıl gibi görmemeye dikkat etmeli, yaptıklarımızın asla malolması bizi asıl makamında olduğumuz hatasına düşürmemeli.

Yaptıklarımız İbda olsa idi birçok İbda olması gerekirdi ki, bu bir çelişki olurdu. Herkesin şuur seviyesine göre değişik renk ve tonda İbda ortaya çıkardı. Dolayısıyla mihrak şahsiyet ve cezbe alanı kaybolurdu.

İBDA-C esprisi içinde her büronun kendi başına faaliyet göstermesi ilkesinin hikmetlerinden biri de “İbda’dan” esprisine denk düşer. Her büro kendi mizaç hususiyetleri, kapasiteleri vs. içinde İbda’dan aldığını yansıtmak durumunda. Renk ve ton farklılıkları bir çelişki olmayıp bilakis rahmettir; mühim olan merkezi ruh ve anlayışı yansıtabilmektir. İbda bağlıları kendi şahsiyet aynası içerisinde nisbetini parıldatmak memuriyetinde. Eğer bizdeki ayna lekelenmişse nisbetimiz haliyle iyi yansımaz. Bu, nisbetteki değil, aynadaki noksanlığa işarettir. “Kitap bir aynadır. Bir maymun ona bakarsa havarinin görüntüsünü yansıtmaz” sözü mevzuumuza denk düşer.

İBDA-C ve İBDA farkı ne? Salih Mirzabeyoğlu işkence adlı eserinde bu mevzuda şöyle diyor: “İBDA-C ne?.. “İbda fikriyatını ortaya koyan benim dışımdaki faaliyetler; hatasıyla, sevabıyla, mesuliyetiyle, benim dışımda! Kıvam Hukuk Bürosu, İbda kitabevleri, Kip, Ak Doğuş, yarım kalmış bir teşebbüs olarak Gölge Sanat; “Cephe”den kasıt bunlar...”

İBDA’nın “Gerektiği yerde, gerektiği kadar, gerekeni yapmak” ilkesi her büroya ruh ve anlayış sisteminden aldığını göstermek yükümlülüğü verir. Hayat her an yeni olduğundan, yeni meselelerin çözüm şablonu hiçbir ideolojide bulunmaz. Ancak o ideolojiden alınan ipuçlarından hareketle meselelerin çözümü söz konusu. Her an yenilenen hayata karşı alternatif geliştirebilen bir anlayış mihrakı ortaya çıkıyor böylece. Her an yeni olan hayatın karşısında donuklaşmayan dinamik bir anlayış. Büro tarzı faaliyet bu anlayıştan istifade eder. Peygamber Efendimiz Yemen'e vali olarak gönderdiği sahabîsine,  “Orada ne ile hükmedeceksin?” diye sorar. Sahabî cevap verir: “Kur’an ve sünnetle.” Resûlullah Efendimiz, “Kur’an ve sünnette bulamazsan ne ile hükmedeceksin?” diye sorar. Sahabî “reyimle” diye cevap verir. Bu hadiste anlaşıldığı gibi her mesele Kur’an ve sünnette yoktur. Fakat Kur’an ve sünnete uygun anlayışla yeni meselelere el atmak söz konusu. Mühim olan İslâma muhatap olan anlayış seviyesinde durmak. Mevzumuza bağlarsak her büro “İbda'dan” esprisi içinde İbda’ya muhatap anlayışta durmak zorunda ve bu anlayışın, karşılaştığı meselelere tatbiki söz konusu. “Gerektiği kadar gerekeni yapmak” şeklinde yukarıda dediğimiz gibi.

Her büronun kendi içinde kendine mahsus bir teşkilatlanması vardır. Her büro dilediği şekilde, dilediği metodla hareket edebilir. Nisbeti olan ruh ve anlayış sisteminin esprilerine ters düşmemek şartıyla. Hiyerarşik yapı dahil her yönüyle bağımsızdır. Diğer bürolarla organik hiçbir bağı yoktur. Bir büronun eyleminden öbür büronun haberi bile olmaz. Bu durum polisin bir soruşturma da çorap söküğü gibi gitmesini de önler. Çünkü her büronun yaptığı kendi bürosunda kalır. Bu, aynı zamanda güçleri dağıtmak, toplu görüntü vermemek avantajını sağlar. Fakat aynı ruh ve anlayışa sahip olunduğu için bürolar ne kadar birbirinden habersiz ve bağımsız olsa da aynı hedefe vurma aynı gayeye baş koyma ortak özelliği söz konusu. Yani maksat ortada belli olduktan sonra buna herkesin kendi verimiyle taşıması icab etmektedir. İbda ruh ve anlayışı kavrandıktan sonra hayatın içindeki mücadelede, İbda Mimarı’ndan talimat almanın gerekmediği esprisi ortaya çıkmaktadır. Her şeyini liderinin talimatıyla yapan teşkilatlarla bizim teşkilatlanma modelimiz arasındaki fark belli olmakta. Tabii ki dışımızdaki teşkilatlarda böyle bir ruh ve anlayış sistemi olmadığı için bizim gibi bir model önermeleri de mümkün olmamakta.
İBDA Cepheleri olarak bütün kişi ve grupların faaliyetleri İbda’dandır. İbda’nın, bizahati, kendisi olmayıp, ayrı isim, renk ve tonda İbda cemaatleridir. İbda’yla organik bağı olmayan, ruh ve kafa nisbetini İbda’ya bağlayan gruplardır. Bu bir çelişki olmayıp bir nevi kesrette vahdet misali gibidir.

Taraf’ın 3. sayısında “Bu Dosya Niçin?” yazısında mevzuumuzla da alâkalı gördüğümüz şu cümleleri aynen buraya alıyoruz; “Büyük Doğu-İbda hareketini dosyalaştırırken bir hususunun altını yanlışa düşmemek için çizmek gerekiyor. Biz bu çalışmada kendini Büyük Doğu’ya nisbetle ortaya koymuş, İslâmcı hareketin dinamiği olmuş bir hareketi genel çizgileriyle sergiliyoruz. Bu hareketi iki yönlü olarak düşünmek lazım. Bir yanda İbdanın, mimarı tarafından oluşturulan Gölge I’den bu yana gelen ana çizgi... Bir yandan da ona muhatap olmuş İbda kadrosundan olma liyakatini gaye edinen oluşumlar... 

Ana çizgi, Gölge I, Gölge II, Akıncı Güç, Raporlar, Gönüldaş Yayınları ve son hâli İBDA...

İkinci çizgi, ayrı renk ve tonlarla, farklı kadrolarla: Akıncılar, AkLis, Tavır, Öfke, Karar, Elif, AkDoğuş, Ak-zuhur ve Taraf.

Mevzumuza bağlarsak, ana çizgiyi İbda olarak, ikinci çizgiyi de İbda’dan olarak işaretleriz. Yani İbda ve İbda-C olarak vasıflandırabiliriz. Büyük Doğu-İBDA ise İslâm değil, İslâm’dandır. Ne kadar İslâm’a uygun olsa bile İslâm’la eşit görmek, doğru değildir. Çünkü İslâm’a muhatap anlayışın kendi cehd ve gayreti vardır ortada. Mesela: Tefsirler, tefsiri yazan kişinin adıyla anılır. Beyzavi tefsiri, Celaleyn tefsiri vs. gibi. Kur’an-ı Kerim’e ne kadar uygun olsa dahi o tefsir Kur’an olamaz. Kur’an’dan olarak bir şahsın yaptığı tefsirdir. Kur’an’a uygunluğunca makbul ve yücedir. Tefsire Kur’an demenin küfür olacağını da hatırlatalım. Bunun için yaptıklarımız İslâm’a uygun olsa bile, İslâm adını değil, kendi ismimizi koymalıyız. Şahıs ismi olacağı gibi grup ve cemaat ismi de olabilir. İslâm kitabı, İslâm dergisi, İslâm derneği, İslâm partisi demek doğru değildir. Çünkü bunların hiçbiri İslâm değildir, İSLÂMDÂN’dır.

Ayrı bir isimde çıkarmanın bir faydası da, yaptıklarımızdaki hatanın kendimize, doğrunun ise İslâm’a atfedilmesidir. Yaptığımız işe, şahıs veya zümre adımızı belirten bir isim koymayıp İslâm kelimesini isim olarak kullanırsak bazı mahzurlu durumlar doğar. Çünkü bizim ortaya koyduğumuz düşünce ve eylem İslâm değil, İslâm’dandır. Kendi anlayış seviyemize göre İslâm’ı idrak etmekteyiz. Avam bir kişinin İslâmî anlayışı ile ilim-idrak sahibi bir fikir adamının anlayışı, İmam Gazali’nin, İmam Rabbani’nin anlayışı, sahabenin anlayışı, ve en sonunda Resûlullah Efendimizin anlayışında derece derece farklılıklar vardır. Hepsinin nisbeti Kur’an olmasına rağmen kabul edersiniz ki, fark vardır. Dolayısıyla şuur seviyemize göre hakikat seviyesi değiştiğinden, bütün şuur seviyelerinin üstünde olan çağlar üstü Mutlak Fikri seviyemizle özdeş tutmaktan sakınmalıyız. Resûlullah Efendimiz, sahabilerin, velilerin şuur seviyesinde olamayacağına göre nisbetimizi iyi tayin etmeliyiz.  Büyük mezhep imamlarımızın, bâtın yolu kahramanlarının, sahabilerin ve en başta Resûlullah Efendimiz’i Kur’an’dan yaptıklarını ölçü almak zorunluluğumuz meydandadır. Yoksa onlarsız Kur’an’a el atmak Kur’an’ı anlamamakla neticelenir. Şuur seviyemizin üstündekileri tanıyarak haddimizi bilmek zorundayız. Bu farktan ve diğer nedenlerden dolayı inandığımız sistemden hareketle bizim ortaya koyduğumuz verimi isimlendirmenin şahsiyetli bir tavır olduğuna inanıyoruz. 

İbda diyalektiğinin kurucusu  ve İbda külliyatının sahibi bellidir. İbda Mimarı kurduğu fikir sistemine bir isim vermiştir. Nisbetini, usulünü, yolunu izah etmiştir.
 
Taraf. 7. Sayı, Eylül 1991