İçtihad, hem o ana kadar karşılaşılmamış bir olguyla alakalı maddî ehliyet ve manevî derinlik sahibinin İslâm’ın ana kaynaklarından istifade ederek muhtelif usullerle yeni bir hüküm oluşturması hem de bu hüküm çıkarmaya müteallik mezkûr muhtelif usullerin teşkilidir. Fetva ise, fıkıhta ona benzeyen bir hükümden yola çıkarak herhangi bir fiili kategorize etmektir. Yani içtihad yepyeni bir olgu karşısında İslâm hukukunun reaksiyonuna işaret ederken, fetva olan hükme göre fiilleri tasnif eder. Burada içtihadların usûliyatını, böylece mezheblerin oluşumunu tartışmak istemiyoruz. Bu hem çok uzun hem de konumuzla şu aşamada çok alakalı olmayan bir bahis. Lakin İslam’ın o gün bilinen dünyanın tamamını, birçok ülkeyi doğrudan, birçoğunu da kültürel olarak tesiri altına aldığı 12. Miladi asırda, artık bu kadar temas ve hadiseden sonra içtihad edilecek yeni bir meselenin kalmadığını, ondan sonraki dönemlerde karşılaşılan durumların mevcut içtihadlara nazaran fetva mevkiini işgal ettiğini söyleyebiliriz. Yani artık temel ve tali düsturlar bellidir, mesele sadece bunları muhtelif durumlara tatbik etmektir. Bu düsturların ticaret sahasına ait olanları arasında muhtelif kombinasyonların yapılmasında ise bir sakınca bulunmamaktadır.

Murabehe, mudarebe, müşareke, bey bil vefa, selem, faiz, vadeli satış gibi ticarî konularda dört mezhebde de sayısız içtihad mevcut ve bunlara kabaca bir göz gezdirdiğimizde bile hüküm olarak bugün kapitalist ekonominin köpürttüğü çeşitli “finans aletlerini” dahi kapsadıklarını hayretle müşahede ediyoruz. Bunun sebebi, kanaatimizce, ister mutlak ister mukayyet olsun müçtehid ulemanın üzerlerine aldıkları içtihad sorumluluğunu yerine getirirken sadece güncel meseleleri düşünmemeleri, olması muhtemel birçok mesele hakkında da hüküm beyan etmeleridir. Bu ise içtihad ile fetvayı ayıran bir diğer husustur. Fetvada, fetvayı veren müftînin önüne gelen mesele esas iken, içtihad bu kapsamla bağımlı değildir. Bu yüzden bir fetvadan, verildiği devrin genel bir görünümü izlenebilirken, içtihad devirler üstü bir mahiyet arz eder. Lügatte de fetva “sorulan bir soruya ehil bir kimsenin verdiği cevab, bir meselenin hükmünü belirten veya zorlukla karşılaşılan bir olay hakkında güçlükleri çözmek için verilen kuvvetli cevab” tanımı yapılmaktadır. Elbette İslâm fıkıh terminolojisinde ilk zamanlarda müftü ile müçtehid arasında fark bulunmamaktaydı, lakin zaman ilerleyip İslâm, coğrafî ve nüfus olarak büyüdükçe, müftü ihtiyacı artmıştır. Müçtehid sayısı, bu oranda artmadığından ve iletişim imkânları da kısıtlı olduğundan “kendisi içtihad edemeyecek bir ilim sahibinin, diğer müçtehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı ‘mecaz yoluyla müftü’ denilir.” (Ö. N. Bilmen, Islahat-ı Fıkhiyye, sh. 246) Burada söz konusu fetvanın da, içtihad şartlarına malik ehlince verilmesi gerektiğini ifade etmemiz gerekmektedir.

Diğer taraftan İslâm memleketlerinde ticarî hayatın uzun bir zaman dilimi boyunca canlılığını koruması, ticareti alakadar eden fetvaların sayısının çok geniş bir kapsamı muhtevi olması sonucuna yol açmıştır. Ezcümle, nasslarda mevcut hükümlerin ve sahabenin içtihadının çok olduğu bir meseledir ticaret ve sonraki gelen mezheb kurucusu mutlak müçtehidler ve onlara bağlı mukayyed müçtehidler de ticaret bahsini teferruatlı bir biçimde tahkim etmişlerdir. Öyle ki, artık günümüzde fetvalarla çözülemeyecek ticarî bir mesele kalmamıştır diyebiliriz. Buna, borsa, modern finansman enstrümanları (bono, tahvil, vs.) da dâhildir.

Bu noktada bir parantez açıp içtihadların değişip değişmeyeceği meselesine değinmek istiyoruz. Ehliyet sahibi bir müçtehidin yaptığı içtihadlar, ancak kendisi tarafından değiştirilebilir; bu bir usûlî kuraldır. Ancak bir konudaki iki farklı içtihaddan (burada bahsettiğimiz içtihad farklılıkları mezheblerin kendi içindeki farklılıklardır) hangisinin benimseneceğine dair, takva ve ilimde en üstün olanların görüşlerinin daha muteber kabul edileceğine dair de bir usûl vardır. Mesela Hanefi mezhebinde İmam-ı Azam’ın içtihadları, tek tek diğer imamlardan (Muhammed, Ebu Yusuf, Züfer) üstündür. Ancak bu da mutlak bir kaide değildir; çoğu kere İmam-ı Ebu Yusuf’un veya İmam-ı Muhammed’in münferit içtihadları Hanefilikte hâkim görüş haline gelebilmiştir. Burada zamanla değişen örf ve adetlerin tesiri ihmal edilmemelidir. Yani cemiyetin yapısına ve ihtiyaçlarına mutabık içtihadlar, hatta mukayyed bir müçtehidin mutlak olanlara aykırı bir içtihadı dahi olsa, mezheb ulemasınca aslî uygulama kabul edilmiştir. Burada önemli olan bir müçtehidin, bütün sorumluluğu üzerine alarak, olan veya olması muhtemel bir meselede hüküm vermesidir. Ümmetin selameti için bu zorunludur. Bu konuyla alakalı en mühim husus da kendini gösteriyor: Müçtehid “kim” olacaktır? Büyük Doğu’daki temel prensiplerden şahsiyetçilik prensibinin, bütün bir içtihad müessesesinin özünü teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Kısacası bir konuda yapılmış bir içtihadın değiştirilmesi, güncellenmesi vs. bir durum söz konusu olamaz. Sadece ve sadece mezheb uleması arasında oluşan teamül gereği öne çekilmiş ve avam arasındaki tatbikatı kendi üzerinden yapılmış herhangi bir içtihad yerine onun alternatifi bir diğerinin kabulü mümkündür. Ancak bunu yapmak da fetva vermeye ehliyeti olan kişilerin harcıdır ve bu ehliyetin en olmazsa olmaz ciheti, bir batın nisbetinin mevcudiyetidir. Böylesi kişiler münferiden dahi olsa bu şekilde öne alma meselesinde salahiyet sahibidirler. Burada unutulmaması gereken diğer bir husus da, içtihadlar arasından ulema tarafından benimsenip uygulananlar ümmeti zora sokmayıcı, zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı olanlardır. Fıkıhta dış hatları, ana esasları belirleyen nassların haricinde kalan fer’î konular içtihadın kapsamı içine girmektedir. Nasslar içtihada konu olamazlar. Bu içtihadlardan uygulamada Müslümanları zorlayıcı olanlar yerine maslahatlarına uygun olanlar teamül haline gelmişlerdir. Mesela İmam-ı Azam’ın vakıf kurmayı, hele ki zürrî vakıf kurmayı zorlaştırıcı içtihadına mukabil İmam-ı Ebu Yusuf’un bu muameleleri son derece kolaylaştırıcı içtihadı Hanefî uleması arasında kabul görmüştür. Hülasa günümüzde uygulanmayan bir içtihad, aslında Müslümanların maslahatına çok uygun görülmediğinden gölgede kalmıştır. Tam bir genelleme yapmak doğru olmasa bile, bu gün dört mezhebin fıkhî mahiyetinin fon rengini oluşturan içtihadların en kolaylaştırıcılar olduklarını, aksi durumlarda ise, zaruret hallerinde mezheblerin birbirlerinden hüküm ödünç alma cevazının bulunduğunu ifade edebiliriz. Yine mesela zürrî bir vakfın tesisine, Malikî mezhebinde, kurucu kişinin çocuklarının onayı olmadan cevaz verilmediğinden, Maliki mezhebinin hâkim olduğu memleketlerde böylesi vakıfların kurulması için İmam-ı Ebu Yusuf’un içtihadı kullanılmakta ve vakıf senedlerine bu hüküm konmaktadır.

O yüzden Üstad’ın içtihad kapısının kapalı olup olmamasıyla alakalı hususta işaret ettiği iki noktadan asıl önemlisi kanaatimizce içtihad yapacak birisi çıksa bile önünde içtihad yapmasını gerektiren bir konu bulunmadığıdır. Bize lazım olan tüm İslâm hukuku kaidelerini bir “küll” halinde, çözüm getirici/ibdacı kurumlar üzerinden tatbik edecek ve hiçbir noktasını esnetmeye çalışmayacak yeni bir anlayıştır.

(Bahsimize devam edeceğiz.)


Baran Dergisi 587. Sayı