İnsanlık tarihinin aynı zamanda, içiçe geçmiş dilimler halinde, bir kültür, mimarlık, iktisad, siyaset vs. tarihi olduğu, yani topluca bir medeniyet tarihi olduğu aşikâr. Medeniyet, en büyük beşerî fenomen; diğer tüm fenomenler gibi dışarı doğru sonsuzca genişleyen, ama bir merkeze kati bir şekilde ihtiyaç duyup oraya doğru toplanan ve en merkezî noktası “hayalleşen/metafizikleşen” bir fenomen... Bu, sürekli içinde olup yaşattığımız bir vakıa. Diğer bir aşikâr husus ise, tüm kuralları ve nihayetinde tüm varlık düzenini, bir nevi çekim kanunu gibi, kendine bağlayan merkezî bir kuralın mevcudiyetidir. Yürüttüğümüz bu muhakemede bile tesiri görülen bu kural, İbda Mimarı tarafından formülleştirilmiş haliyle “her şey galibine tâbidir” kaidesidir. Bu âlemşümul/evrensel kaide, aynı zamanda insanlar tarafından bir aksiyon meselesi olarak görülürse ilke hüviyeti de alır; sistematik bir şekilde uygulandığında, ideolojilerin iç düzenini sağlar. Kısacası bu kaide ve ilkenin her halükarda kabulü zaruridir; kimi zımnen kabul eder, kimi ise alenen... Öte yandan insanların kabulünden bağımsız, en üstten en alt seviyeye kadar, insanlık da dâhil, varlığın her katmanında faaliyetini sürdürür durur. Reddi mümkün olmayan bu ilkenin varlığı dahi, bütün varlığın birlik, yani “tevhid” etrafında dizildiğini, mevcudiyeti “zorunlu” Varlık olmadıkça, varlığın/âlemin ortaya çıkamayacağını göstermektedir; tabii nasibi olana… Ve herkes tersinden ya da düzünden o “bir”i aramakta…
Elbette, bütün felsefe ekollerinin ana meselesi, bu varlık konusu olmak durumundadır; materyalistlere göre galib olan, -görüldüğü üzere kaideye itiraz yok-, bütün her şeyin etrafında döndüğü her türüyle madde iken, idealistlere/ruhçulara göre ise, galib olan, maddenin de üstündeki bir varlıktır, ki tüm çeşitleriyle madde ona bağımlıdır. Elbette materyalistler (materyalistler deyince son iki asrın Batılı veya Batılı zihniyetli bilim adamı ve felsefecilerinin kahir ekseriyetini kast ediyoruz.), madde alemini kendinden ibaret görüp varoluş sürecini “mecburen” determinist bir yaklaşımla sebeb-sonuç zinciri içinde ele almak durumunda olduklarından, hem maddenin kendisini hem de insanî varoluşu açıklayamıyorlar; insan nereden geldi, niye var, kendisini aşan hislere niçin sahib, vs. Tonlarca kitaptaki bir yığın kuru kalabalığın içinde, bu mevzuyu çerçeveleyebilecek sadra şifa tek cümleleri yok. Kısacası varlık meselesinin izahına girişildiğinde, istikamet doğrudan metafiziğe kayıyor. Yani ister istemez bütün izah teşebbüslerinin oku ruhçuluğa işaret ediyor, oradan da, yukardaki verdiğimiz kaide doğrultusunda, tevhide, yani Mutlak Varlık’a yöneliyor; Mutlak Faal Allah’a… Yani, her şeyin galibi ruh meselesinin bizi önüne getirip bıraktığı yer “mutlak” galibin Allah olduğu gerçeğidir. Yakinen hissettiğimiz, duyduğumuz, böylece zihnen de ispatlanıyor: Hayatın hakikati, ruhî hayatta.



Galib meselesine dönecek olursak, içinde iktisadıyla, siyasetiyle, kültürüyle, mimarisiyle bütün medeniyet tarihini yöneten, ruhî saiktir, maddî plan onun işleme sahasıdır ve bu yönüyle olmazsa olmazdır. Bugün Müslümanlık iddiasındaki “deistlerin” de dâhil olduğu akılsız akliyecilerin dediklerinin aksine, insanlık tarihi, tarihin tüm görünüşlerinin özünü oluşturan bir peygamberler tarihidir. İktisad ve siyaset tarihlerinin de birleştiği bu aynı köktür. Yine, bir yönüyle sürekli “tarih” olan iktisad ve siyaset sahalarına bakınca da aynı neticeye varır ve böylece birbirlerinden tecrid edilmek istenen bu sahaların aslında ne kadar birbiriyle içiçe, hatta ayrılamayacak derecede birbiri içinde olduklarını müşahede ederiz.
Bütün bu girişten sonra, peygamberler tarihinin aynı zamanda bir siyaset ve iktisad tarihi olarak da tezahür ettiğinin görüldüğü kanaatindeyiz. Elbette aksini iddia edenler var, ancak yukarıda üzerinde ısrarla durduğumuz galib kaidesi gereği, hepsi işi mistik bir maddecilikte bitirir ve, mealen, “elimizdeki bilgi bu kadar, varlık konusu da ÇÖZÜMSÜZ, o yüzden kafayı yormaya gerek yok; kalbinizi bozmayın, (materyalist) inancınızdan sapmayın” deyip mutlu mesut yaşayıp giderler. Komik geliyor ama olan biten bu. İbda Mimarı’nın “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” tesbiti, bünyesinde, peygamberler olmasaydı insanoğlunda ahlâka ve dolayısıyla ne iktisada ne de devlete (yani hukuk ve siyasete) dair bir bilgi olamazdı hakikatini taşır. Her bir ferdde gömülü insan olma potansiyelini açığa çıkaran peygamberlerdir. Allah’ın “rahmetim gazabımı geçti” ilahi kelamını bu yönüyle anlamak lazım; kendi varlığını idrak imtiyazı verilmekle kalmamış, potansiyelini açığa çıkaracak mutlak ölçüler de önüne konulmuştur insanoğlunun…

İktisad, yazı dizimizin başından beri sürekli vurguladığımız üzere, içtimaî bir hadisedir. Robinson Crusoe’nun tek başına düştüğü adada yaptığı faaliyetler, her ne kadar iktisad bahsi altında incelenebilse de, bizim ilgi sahamıza girmiyor. İçtimaî bir hadise olduğundan iktisadın bir devleti ilzam edeceği ise bir bedahettir. Birkaç yerde tekrarladık, ancak yine söyleyelim: İnsanlardan bağımsız çalışan, insanlara hükmünü geçiren bir tabiat kanunu halinde iktisadî kanunlar yoktur. Her toplumdaki kazanç ve birikim algısının farklı oluşu bile bunu isbata kâfidir. Ancak, insanların içine gömülü muharrik güçler ve bu güçlerin diğer her saha gibi iktisad sahasına yansıması vardır. Ahlâk bahsinde bu konuyu etraflıca işlemiştik. Sözü fazla uzatmadan hükmümüzü baştan verelim: İktisadı, en büyük içtimaî kurum olan devletler yönetir ve yönlendirir. Zaten devlet, hukuk vaz edip bunu uygulayabilen kurum anlamına gelmektedir ve iktisad, bu hukuk sahasından azade olamaz. Elbette İslâm ahlâkına sahib insanların yaşadığı bir ülkede hukukî müeyyideler belki işlevsiz görülebilir, ancak nihayetinde orada bile hukukî müeyyide düzeninin ve güçlü bir devletin varlığı şarttır. İktisadın kendi bağımsız kuralları olduğu iddiası, bu iddia işlerine gelen kapitalistlerin iki asırdır işleyip durdukları büyük bir yalandır. Hâlbuki aynı kapitalistler, zora düştükleri her durumda bu iddiayı bir kenara atmakta bir an bile tereddüd etmemişlerdir.

Devletler, kendilerine mekân olan kamu düzenini temin maksadıyla diğer her sahadan ziyade iktisad sahasında kurallar koyarlar; para basarlar, vergi ihdas ederler, olan vergiyi kaldırırlar, bazı iş sahalarını yasaklar, bazı yeni iş sahaları açarlar. Ticari kurallar koyar ve bu kuralları yürütürler. Meşruiyet tanıdığı bütün ticarî işlemlerin garantörlüğünü yaparlar. Bu o kadar alışılmış bir vakıadır ki, neredeyse hissedilmez ve herkes, ama herkes içine düştüğü her iktisadî sıkıntıda hemen tabiyetinde bulunduğu devletten medet umar. Devlet, hiçbir şeye karışmasa bile, -ki sadece para basmak ve kural koymakla aslında her tür iktisadî hadisenin tam göbeğindedir, burada karışmaktan kasdımız doğrudan ticarî işlerdir-, memur istihdam ederek ve “liberal”lerin bile kabul ettiği altyapı yatırımlarını yaparak iktisadı tamamen etkisi altında tutar.
Elbette devletin koyduğu iktisadî kuralların cemiyetin dokusuna, “fıtratına” mutabık olmaları zorunludur. Yine geldik her zaman olduğu gibi fıtrat meselesine…

Bir devletin icraatları, siyaset tasnifi içine girer. Devlet, muhteva/mazruf, siyaset ise onun görünüşü, zarfı. Devletler, tıpkı ferdler gibi, varlıklarını devam ettirmek isterler; bu istek, devlet gücünün müşahhaslaştığı siyasî kişilerde en yoğun halini alır. Devlet açısından varlığını idamenin yolu, her şey bir tarafa, üzerine kurulu olduğu cemiyet ve coğrafyaya intibak ile mümkündür; cemiyet ile aşağı-yukarı/yukarı-aşağı çift yönlü işleyişe sahib kanalları tesis ve coğrafî vaziyete uygun bir yapılanma, devletin devamlılığı için zaruridir. Bilhassa cemiyet ile irtibat kanallarının tesisi, o cemiyetin ahlâkî yapısına uygun kuralların ihdasıyla mümkündür.

Devletler, vergi koyup kaldırarak, para basarak, muhtelif yasak ve serbestiyet alanları husule getirerek, muhtelif müeyyideler uygulayarak, ezcümle bir hukuk siyasetiyle ülke iktisadını yönetirler dedik; ancak devletler, iktisadî faaliyetleri yoktan var etmezler. Tek tek insanlarda mevcut kazanma, hayatını idame ve rahat etme duygularının güdülediği muhtelif gayretlerin, toplu bir intizam içindeki iktisadî faaliyetler halini almasını sağlarlar. Ferdlerdeki hissî karşılığı açısından iktisadî faaliyetler yok edilemezler, ancak yönlendirilebilirler.

Bu noktada şöyle bir itiraz yöneltilebilir ki bir önceki yazımızda biz de buna değinmiştik: Devletlerin, diğer devletlerle münasebeti, kendi kontrollerinde değildir ve bu münasebetler çoğunlukla iktisadî mahiyettedir. Bu doğrudur, lakin devletlerin iktisadı tanzim konusunda söylediklerimizle çelişmez. “Her şey galibine tabidir” kaidesinin yürürlükte olduğu bir sahadır ve tesir eden ve kural koyan devletleri, “tam”, tesir edilen ve açık ifadesiyle insanî ve tabii kaynakları sömürülen devletleri “eksik” şeklinde tasnif ettiğimizde mevzu rahatlıkla anlaşılabilir. En nihayetinde en güçlü devlet –ister idaresine gizlice veya alenen hâkim, küçük bir zümre olsun, ister halkın daha büyük bir kesimi, isterse tek bir kişi- sıraladığımız hususları yerine getirirler. Yani devletlerarası münasebetler de kendiliğinden değildir ve güçlü olanların yönettiği bir siyasetin sonucudur.

Baran Dergisi 572. Sayı

İlk bölüm için tıkla