İktisad-siyaset münasebeti, sıradan bir insan için gayet tabiî bir vakıa olsa da ve genelde yaşadıkları iktisadî sıkıntılara devayı devletten bekleseler de, iktisadın kendi kuralları olduğu iddiasını tabulaştırmış serbest piyasacılar için hiç de öyle değil. Onlara göre devlet, “yumuşak” yöntemlerle, faiz oranlarını kullanarak, para basarak, tahvil çıkarıp borçlanarak piyasayı yönetmelidir. Faize, sermayedarların gelirlerine vs. vergi koymamalı, hele hele ekonomik süreçlere asla doğrudan müdahil olmamalıdır. Bir gözetmen vazifesini üzerine almalıdır. Bu kesimin söylemleri iyi niyetli değil, azınlıkta olan ve devletin müdahalesi işlerine gelmeyen bir grubun sözcülüğünü yapıyorlar. Lakin bu retorikten bile anlaşılıyor ki, iktisad yarım, çeyrek falan değil, tamamen devletin ve onun siyasî anlayışının “tarassud ve tahakkümü” altındadır.

Siyaset, her ferde şamil, çok geniş kapsamlı bir kavram... Üstad’ın “bir anne bile çocuğunu paylarken diyalektik sahibidir” demesinden mülhem, her insanda, bir hedefe varmak için ona uygun davranışlar sergilemek biçiminde ifade edilebilecek bir siyaset anlayışı mevcuttur. Lakin bizim burada üzerinde durduğumuz siyaset, tek tek şahıs ve kesimlere değil de müeyyide gücünü haiz devlete ait olan kısmıyla ilgili...

İlk önce siyaset kelimenin lügat karşılıklarına bir bakalım: “Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış. Yurt yönetimi. Seyislik, at idare etme, at işleriyle uğraşma. Memleket idaresi. Ceza, idam cezası. Politika. Diplomatlık. Memleket idare etme sanatı. Devlet idare tarzı.” Siyaseti, devletin, -teoride- genel kamu menfaati adına, kamunun refah ve huzuru için tüm içtimaî sahalarda izleme kararı aldığı ilke ve tutumlar olarak da tarif edebiliriz. Bu ilke ve tutumlar, o devletin mahiyetinin yansımasıdırlar. Ülke içindeki farklı toplulukların siyasî görüşleri mevzumuzun hasrı içinde değil.

Günümüzde akademisyenler cenahındaki genel kanaat, özellikle materyalist telakkilerin tesiriyle, iktisadın, diğer her şey gibi bir üst yapı kurumu olan devleti ve dolayısıyla siyaseti şekillendirdiği yönündedir. Yukarıda, herşeyi güç ilişkilerinden ibaret gören bu düşüncedekilerin söylemlerinden kısmen bahsettik. Bu, ancak bir yönüyle doğru bir tezdir; zira işin hakikati, bir devletin siyasetinin de iktisadı, en az ondan etkilendiği kadar etkilediğidir. İnsan, Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi “hasta hayvan”dır; hayatını tek başına, izole bir şekilde idame etmesi neredeyse imkânsızdır. Bu sebepten, insanların hayatlarını idame için yeme, içme ve barınma ihtiyaçları varsa, aynı şekilde emniyet ve işbölümü ihtiyaçları da mevcuttur, ki bu da örgütlü bir çalışmayı gerektirir; biz buna devlet diyoruz. Yani bu ikinci kısım ihtiyaçlar kendiliğinden bir devleti zaruri kılar. Örgütlü bir yapıya yönelik ihtiyaç, yemeye, barınmaya olan gibi bir ihtiyaçtır. Materyalist telakkilerin sembol şahsı kabul edebileceğimiz Marks, “her şey galibine tâbidir” ilkesinin şuurunda olan diğer bütün felsefeciler gibi, mihrak bir fikri zaruri görüyordu. Bu yüzden de her tür beşerî olguyu maddeye bağlama itiyadındaydı ve görüşleriyle tutarlı olmak adına iktisadı en merkezî-geri kalan tüm unsurları belirleyen noktaya koymuştu; ama iktisadın böyle bir konuma yerleştirilmesi vakıaya aykırıydı. Zaten öyle olmasa, Marksizm-Leninizm’in devleti zabtetme/devrim yapma tasavvurları anlamsızlaşır. Yani Marksist devrim teorisi, bu açıdan altyapı-üstyapı tasnifine aykırılık göstermektedir. İbda fikir sisteminin kurulumunda baş mevkîi işgal eden “her şey galibine tâbidir” ilkesi icabı, bütün sistemlerin/düzenlerin “esas-usul” ilişkisi içinde neyin aslî belirleyici olduğunu tesbit etmek, çözüm üretmenin ilk adımıdır. İktisad-siyaset münasebetinde, süreç içerisinde iktisadî gelişmelerden etkilense bile asıl muharrik gücün devlet ve siyaset sahası olduğunu görüyoruz; yani tesbitimiz bu cihette… Zira iktisad, ibtidaî haliyle doğrudan bedenle, onun idamesiyle ilgiliyken, devlet düzeni daha karmaşık olmak durumundadır ve zihnin, dolayısıyla açılımı olduğu ruhun sahasına girmektedir. İktisad, siyaseti etkiler, ama siyaset doğrudan, elindeki müeyyide gücüyle, şekillendirir. Zira devlet olmadan, tarif edildiği şekliyle iktisad olmaz. Meseleyi müşahhaslaştırıp biraz yakından bakalım.

Günümüz iktisad dünyasına, “şirketokrasi” diye tabir edilen, büyük firmaların gidişatını tayin ettiği bir manzara hâkim... Ülkelerin kendi yağında kavrularak, kendine yeter bir iktisad siyaseti izlemesine izin verilmiyor. “Bir ekonomik tetikçinin itirafları” isimli kitabında John Perkins bu konuyu etraflıca, örnekler vererek anlatıyor. Hoş, bir ülkedeki sermayedarlar, iç piyasayı kullanarak ve devlet desteğini de yanlarına alarak belli bir birikime ulaşsalar dahi, uluslararası finans sistemine entegre olmadıkça, mal ihraç edememektedirler. Bu ise, sabit sermaye ve alt yapı yatırımlarını sür git finanse edecek bir kaynağa asla erişemeyecekleri anlamına gelmektedir. Ancak çok özel bir mal üretebiliyorlarsa ya da petrol gibi herkesin ihtiyacı olan bir hammaddeye sahiplerse, uluslararası finans sistemine “eyvallah etmeden” sisteme girebiliyorlar, satış yapabiliyorlar. İran ve Venezüella örneklerinde olduğu gibi. Bunun haricinde, uluslararası bankacılık ve finans sistemine bir şekilde eklemlenmek zarureti mevcut. Yani dünyayı yöneten kesim, çeşmenin başını tutmuş ve dünyanın geri kalanının nereye ne satacağına bile karışabilir hale gelmiştir. Bu faaliyetlerinde ise kendi firmalarının menfaatlerini önceliyorlar. Bu meselenin birinci yönü.

İkinci olarak, dünya ticaretine hakim rezerv para, ABD doları... Yani her ülke tarafından kabul edilen para, dolar... 1930’lardaki kapitalizmin büyük krizinden para basarak çıkma düşüncesiyle “altun” standardı terkedilmiş, daha sonra, 2. Dünya Savaşı’nın ardından (her yüz doların on doları) gibi mahdud bir mikyasla altın standardına geri dönülmüştü. Bütün dünya paraları da dolara endekslenmişti. Ancak piyasada dönen dolar ve dolar bazlı tahvil o kadar yükselmişti ki, gerçekte o kadar altın yoktu; olsa bile ABD’nin bunu karşılayacak gücü yoktu. Nihayet 1971’de dolar-altın sistemi kaldırıldı ve dolar emisyonu serbest bırakıldı. Artık doların tedavüldeki hacmi, ABD darphanesinin basma kapasitesiyle sınırlı, yani teoride sınırı yok. 2008 yılına kadar dünyada yaklaşık 2 trilyon dolar tedavüldeyken, bu tarihten sonraki 6 yıl içinde 4 trilyon dolar daha piyasaya sürülmüş, yani iki katı… Bu para basma süreci büyük bir iştahla da devam ediyor. Piyasada gezen dolar arttıkça, değeri azalır diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz; zira rezerv para olduğundan, emisyon hacminin sınırı, dünyadaki mal tedavülü kadar. Bu miktar arttıkça, ABD, karşılıksız olarak o oranda para basabiliyor. Zaten para da artık bir sayıdan ibaret. O kadarını bastığı bile şüpheli; elektronik ortamda bile oluşturuluyor bile olabilir. Bir not olarak şunu da ilave edelim: Bu zaman zarfında, yani 2008-2014 arası, Avro, Japon Yeni ve İngiliz Poundu’ndan da trilyonlarca yeni banknot basılıp kendi iç piyasalarına sürülmüştür, ancak bu paralar ABD dolarına göredir; yani aslı rezerv para ABD dolarıdır. Dolar, dünyadaki tedavülünden dolayı, diğerlerinin aksine hemen yurtdışına çıkar. Bu paranın binde birini lira olarak biz bassak, ülkemizde enflasyon bir-iki ay içinde birkaç kat artar, çünkü bizim paramızın yurtdışından talibi yoktur.
İmdi dolar gibi fizikî bir tahdidi olmayan, arkasına ABD’nin askeri gücünü ve uluslararası finans ve bankacılık sistemine hâkimiyetini almış, üstüne üstlük, sırtı asla yere getirilmesin diye de, yazarımız Ömer Emre Akcebe’nin belirttiği gibi, “petrole” bağlanmış bir paranın rezerv para olduğu bir dünyada iktisadî hadiselerin kendi kuralları içinde işleyen olgular olduğunu kim iddia edebilir? Bilakis, olay tamamen siyasîdir ve siyasî tercihler minvalinde ilerlemektedir. Bugün dünyaya hâkim müesses bir nizam var ve iktisad, bunların elinde bir “sopa ve havuç” vazifesi görmektedir. Yani bugün bir ülkenin siyaseten bağımsızlığından söz etsek bile, tam bir iktisadî bağımsızlıktan söz edemiyoruz. Hele ki o ülke siyaseten bağımsız değilse, iktisaden hiç değil. Dünyaya egemen olan, Batılıların iddia ettiklerinin aksine, Batı liberalizmi değil, Batı despotizmidir. Kuralları koyan, istedikleri zaman değiştiren onlar... Bunu yaparken de hiç kimseye hesap vermeyen yine onlar… Bütün bir kürre-i arzın böyle bir tasallutun altına sokulması, bize istikbaldeki İslâm ihtilalinin niçin global çapta olması gerektiğini izah etmektedir. Ezcümle, sıradan ve kendiliğinden bir olgu ile uğraşmıyoruz. O yüzden bu meseleyi ele alma biçimi, her şeyden evvel, ideolojik ve siyasî olmalıdır. Ve o yüzden bu bahis Üstad’ın “şah eseri” İdeolocya Örgüsü içinde yerini almıştır. Yani iktisada şeklini veren esasen siyasettir, siyasî kararlardır.

Şöyle bir itiraz ile karşılaşabiliriz: İktisadın doğrudan insan hislerine hitabeden cihetini, insanın hayatını idame için yapıp ettikleri olduğu vakıasını red mi ediyorsunuz? Hayır, bilakis bu hislerin asıl iktisadı merkeze alan görüşlerce, sadece büyüme, üretim ve tüketim eksenli bir dünya tasavvuru olanlarca reddedildiğini söylüyoruz. İktisadın bugün bir algı idaresi olduğunu söylüyoruz. Global oligarklar, ABD eliyle “sanal rezerv para” sistemini denetimleri altında tuttukları sürece, iktisaden kim ne yaparsa yapsın, onların değirmenine su taşıyacaklarını söylüyoruz. Asıl sermayenin para, mal, yer altı ve yer üstü zenginlikleri olmadığını, insan azmi ve bilgisi olduğunu söylüyoruz. İnsanın kazanma arzusunun, sahib olma güdülerinin sapkın olmadığını, sadece bunların tedbir siyasetiyle müsbet istikamete döndürülmesi lazım geldiğini, iktisadî gelişme ve refahın devlet eliyle, onun murakabe ve doğrudan müdahalesiyle yürütülmesi gereken süreçler olduğunu söylüyoruz.

O sebepten de dünya çapında verilmesi gerekenin iktisadî değil, siyasî bir savaş olduğunu, siyasetin yöneteceği bir savaş olduğunu, zira iktisadın siyaseti izlediğini söylüyoruz. Yoksa ABD niye elinde o kadar silah bulundursun, dünyayı belki yüz kere yok edecek nükleer silahı üretip stoklasın?

Bugüne kadar yaşananlar bir tarafa, son Zarrab hadisesi bile iktisad, siyaset ve dolayısıyla ahlâk düzeni ile alakalı İbda’nın tezlerini desteklemiyor mu?

 

İkinci bölüm için tıkla