Muhtemel beklentilerimizin dışında kalan, hiç hesaba katmadığımız ve hiç farkına varmadığımız bir yerden bize ulaşan tecelliler ilâhîdir; sıradışı ve öngörülemezdir, kuşatıcı ve birlik özelliğindedir, onları harekete geçiren dinamikler farklıdır. “Biz her şeyden ümidimizi kesmiş” çaresizliğin ezilmişliği içinde “köşemizde beklerken ansızın çıkagelirler”, hayatlarımız üzerinde fevkalâde bir tesir gücüne sahiptirler.

Ne var ki, “Küllî Akıl”a ait melekelere ünsiyet kesb etmemiş insanın kendi bilgisi kendisine perdedir, gerçek-arınmış bir akla sahip olmadığı için gerçek anlamları algılayamaz. Mutlak olanın gücü karşısında aczini idrak edip hayret ve hayranlık hissiyle dolası gerekirken, ilâhî tecellileri ortaya çıkışlarından sonra geriye dönük bir öngörüyle değerlendirmeye; bunların zaten öngörülebilir bir alanın içinde olduğunu düşünmeye, açıklama peşinde koşmaya başlar. “Halkın aklı gözündedir, halk gördüğüne inanır” doğrusuna misâl, görüntülere takılıp kalır, ötesine geçemez. Bunların içinde en sansasyonel olanını açıklama diye etiketleyip hadiselerin üzerine yapıştırır. Olayların, kendi aklının kuşatamadığı, çok daha derin bir mantığı olabileceğini düşünmez.

Kılavuzluk edebileceği bir alanın üstüne yükselttiği kuru aklın kuru bilgisinin ürünü modellerle geleceğin üzerindeki sır perdesini aralayıp belirsizliği ölçebileceğini, sıradışı hadiseleri kestirebileceğini, hatta tarihin seyrini değiştirebileceğini vehm eder. Kâinatı, gayesi olmayan bir sürecin tesadüfî bir sonucu olarak gördüğü için, kaderin tüm bu kurgulara güldüğünü, aslında her şeyin bizim incelikli modellerimizi aşan ilâhî bir model istikametinde gerçekleştiğini göremez… Mücerred fikir istidadı kıt, şeylerin yapay kısımlarına mahkûmdur. Kurallara değil, sadece olaylara odaklanır, benzer öncellerden benzer sonuçlar doğacağını zanneder, “aynı”yı aynı olduğu şeyden farklı kılan dinamikleri kavrayamaz…

Evrensel değerler olarak eline tutuşturulan “kullanma kılavuzu” yanlış, dayandığı bilgi sakattır. İnsan, ciddi boyutta sınırlamaları olan, sadece gözlem ve deneye dayanan bu bilgiyle doğru hükme varamaz, doğru düşünce faaliyetinde bulunamaz... Kendisini tüm varlığıyla birlik ve bütünlük içinde göremez. Dünyaya gelmeme ihtimâlinin büyüklüğüne nisbetle yine de burada bulunuşunun Allah’ın meccanen bir lütfu olduğunu unutup yaratılış gayesi hilâfına bir hayat sürmeye devam eder. İnsanın talihsizliği de burada yatar, başına gelen tüm felâketler de bu yüzden gelir. Fakat, gerçekliği algılayışın sekteye uğradığı bir alanda yaşadığı için şüpheciliğini “iki yüzlü” maddeciliği kapitalizm ve sosyalizm veçhesiyle temsil eden felsefecilere değil de, Allah’a ve dine yöneltir.

Böyle bir kimsenin özü karanlık, iç dünyası pistir. Tutkuyla bağlandığı maddî âlem, Rabb’ine karşı beslediği kötü zan fıtratın gücünü tüketmiş, kalbin nurunu söndürmüştür. İlâhî inayete mazhar olacak bir istidadı kalmadığı için hiçbir şey üzerinde etkili olmaz. Çünkü, “âlemde her bir şey Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharıdır.” Ve “zahir mazharın istidadının hükmüyle sınırlanmıştır.” Dolayısıyla, cezanın ve ödülün tesirini gösterebilmesi, insanın güzelliğin kaynağıyla buluşabilmesi için öncelikle ilâhî inayete mazhar olarak bir bünyeye sahip olması, varlığa dair tüm bilgiyi içinde barındıran tecelli nurunu kabule istidadının olması gerekir… Kendini bilmesi, kendini bildiği nisbetde Rabb’ini bilmesi, bilgisizlikten temizlenmesi, hür ve bağımsız bir varlığa dönüşmesi, tecelli nurunu kabule istidadı kadardır.

Çağımızda, Mutlak Bir’den anlık bir parıltı hâlinde yayılan, bu nurun mü’min gözlerde yuvalanmasını temin edebilecek, köklerinden koparılmış, kendi hazinesinin dilencisi konumunda yaşayan topluma yeni bir ruh, yeni bir kimlik ve şuur kazandırabilecek tek-bütüncül yapı; apaçık bir hakikatler bütünü olan ve bütünü kuşatan Mutlak Fikir’den hareketle temellendirilmiş Büyük Doğu-İBDA Dünya Görüşü’dür. Ne var ki, “suretler olmadan mânâlar asla tecelliye gelmeyeceği” gibi, “büyük bir ses”de, sesine sadâ olacak bir kitle olmadan, bu kitle döl verecek bir olgunluğa erişmeden sesine mâkes bulamaz. Çünkü, bir fikrin topluma sirayet edebilmesi, toplumun genel çerçevesine yerleştirilebilmesi için “yapısal formlar”a ihtiyaç vardır, bunlar olmadan bir fikir yayılamaz… Zevk hâlleri makul suretlere sokulmazsa, ilim ve mâlûm çerçevesine indirilmezse anlaşılmaları mümkün olmaz.

Oysa, ne fikri sadece ideolojik yönüyle benimsemeyi yeterli gören, bir türlü bünyeleştiremeyen insanımızda zevk hâllerini temsil ve te’vil yoluyla akılların kavrama kapasitesine yaklaştıracak fikrî kuvvet ve basiret var, ne de ilhâm, idrak ve keşf yolları kapalı, entelektüel meraktan mahrum aydınımız, bu “Büyük Gerçeklik”i kavrayacak sıradışı bilginin sezgisine sahip. En koyu hamaseti retorik hâline getirenler de, rejim destekçiliğini aydın sınıfına girmenin olmazsa olmaz şartı olarak görenler de gerçekliği algılayışın sekteye uğradığı bir alanda yaşıyorlar… Hiç birinde, meseleleri meselenin istediği seviyede ele alacak, çözümüne konseptual bir yaklaşım geliştirebilecek, “kendinden zuhur” hâlinde, hayatın her alanında farklı görüntüler altında ortaya çıkıp belirleyici olan “müdîr fikir”i tanıyacak ve takdir edecek şuur ve zihnî yetenek yok. Tüm ilgi ve meraklarını, klişe konulara odaklanan, bunlar üzerine kafa yoran, parça parça hakikatlerle “bütün”ü kuşatmaya çalışan felsefecilere yöneltmiş durumdalar. Ele aldığı fikri istediği gibi eğip büken, çarpıtan, kendi çıkarları istikametinde kullanan, “meşhûle hürmet tavrı” içinde olmamaktan doğan sorunları “büyük belirsizlik ilkesi” bağlamında sunan bu “entelektüel sahtekâr”lara hiç sorgulamadan inanırken şüpheciliklerini; bunların bir ömür boyu yakalamak için peşinden koştuğu şeyleri aydın olmanın sorumluluğu içinde ve şuurlu bir biçimde reddeden, “kurtarıcı fikir”leriyle “kurtuluş yolu”nun taşlarını döşeyen, bizleri bütünleyen (selâmete çıkaran) bütünleyicilere yöneltiyorlar. Oysa “bütün”e özlem duymayan, bütünün arayışı içinde olmayan ve bütünün düzeni için çaba sarf etmeyen insan plastikleşmiş bir zavallıdır, değersizdir, “kayıp”tır; yok hükmündedir.

Dolayısıyla, Türkiye öncelikle, insanın değişmediği bir yerde hiçbir şeyin değişmeyeceğini görmeli, bu kuşatılmışlıktan sadece direnerek yahut dayanıklılık göstererek kurtulamayacağını anlamalı, “olan”nı “olması gereken”le kesiştirecek, zehri şifaya tahvil edecek bir “bünye”ye sahip olmanın önemini kavramalıdır. Kendisine dayatılan kararlara uymak, klişe konulara odaklanmak, bunlar üzerine kafa yormak yerine, bunları şuurlu biçimde reddeden, kriterlerini ve kararlarını kendi tercihiyle belirleyen, kurtuluşunu kendi köklerinde arayan bir ülke konumuna gelmelidir. Tüm yaptıklarını birilerine hoş görünmek için değil, kendi hür iradesiyle ve Müslüman bir ülke olmanın şuuru içinde yapmalıdır. Bu şekilde davrandığı takdirde, bunun zarafet ve asaletindeki gerçek değer insanımızın davranışlarına da yansıyacak, zamana ve meselelere bakışımız daha farklı, hayatımız daha anlamlı olacaktır. Bu yolda içeride ve dışarıda önemli adımlar atıldı, atılmaya da devam ediliyor. Bu da dininin, dilinin ve devletinin tiryakisi olan insanımızı sevindiriyor. Kendisini nefs emniyeti içinde hissediyor ve giderek yersiz korkularının ezikliğinden kurtuluyor.

İngilizlerin dikte ettiği bir kararla müzeye çevrilen Ayasofya’nın seksenaltı yıl sonra yeniden ibadete açılması, bu yolda atılmış önemli bir adımdır. Cihan imparatorluğu kimliğine yeniden dönüş, yeniden fetihtir. Hep çevrede tutulmuş, görgüsüz, eğitimsiz bir kitle gözüyle bakılmış, hor görülmüş İslâmî kimliğin yeniden tarihe dönüşü, yeniden doğuşudur. Şayet, insanımız 15 Temmuz’da kendi iktidarını sokakta kurmasa, Türkiye güçlü olmasa bu adımı atamazdı. Türkiye’nin güçlü olmasından rahatsız olan “modern haramiler” ve bunların geçmişini tümüyle red ve inkâr eden, laik dinsellikle ve sembolleriyle bütünleşmiş uşakları Ayasofya’nın ibadete açılmasından da rahatsız… Tek varlık sebebi hâline getirdikleri, varlıklarını anlamlı kılan ilkeler, ülküler çöpe atıldı mı, laiklik elden gitti mi telâşındalar. Telâşlanmakta haklılar, ama henüz umutlarını da yitirmiş değiller. Çünkü “enayi dümbeleği” olduğunu asla bilemeyecek kadar enayilere has bir ayrıcalığa sahip bu kitle, “sen ne söylersen söyle ben bildiğimi sallarım” hesabı, zihnine yerleştirdiği ve bir türlü değiştiremediği bakış açısıyla sadece görmek istediğini görüyor, duymak istediğini duyuyor. Umudun ve temenninin yol açtığı bir körlük içinde, hâlâ bir ümit ışığı bekliyor. Kuşaktan kuşağa geçerek gelen düşünce kalıplarını değiştirmeleri aslında kendileri için iyi olurdu. Çünkü, Ayasofya’nın ibadete açılması, Mavi Vatan projesi ve Karadeniz’de bulunan doğalgaz rezervi gibi daha hesaba katmadıkları, farkında olmadıkları pek çok sürprizle karşılaşacaklar. Hased, nefret ve kinle dolu kalpleri, beklentilerinin dışında gerçekleşecek olan bu tecellilere dayanamayabilir.

Aylık Dergisi 192. Sayı Eylül 2020