Takdim

İslâmî ilimlerde usûl olarak meseleye giriş yaparken usûl-i fıkıh ve fıkıh mevzularını öncelikle inceledik. İslâmî ilimlerin birbiriyle ilgisi ile farklı usûl ve yaklaşımlarını işaretledik. İslâmî ilimlerdeki usûllerin kendi alanlarıyla sınırlı olduğunu ve meselenin “İslâm’ı anlamada usûl” noktasına geldiğini gördük. Esas belli: Kur’an ve Sünnet. Ancak onları nasıl anlayacağız? Bu da usûl meselesidir. Usûl ilminin tefekkür ve hikmete dayandığı tezi etrafında, usûlde yenilik ve ilm-i ledün mevzularına temas edeceğiz. İslâm tarihindeki büyük usûlcülerden misal vererek ihtiyaç olan yeni usûl sisteminin şartlarından da bahsedeceğiz. Usûlsüzlüğe bir misal olarak selefîlik ve reformistliği tahlil ederken, mezheplerin esasında bir metodoloji-usûliyet olduğunun altını çizeceğiz. İşin temelinin bilgi ve varlık meselesi ve bunun da ahlâk ve usûl davası olduğunu göreceğiz. Çözüm yoluna dâir fikirlerimizi ise gerekçeleriyle birlikte net bir şekilde ortaya koymaya çalışacağız.

Dört bölümden oluşan çalışmamızın birinci bölümünde, usûl ile ilgili bazı kavramlar izah edildikten sonra, fıkhın anlamının ilk asırlarda geniş olduğu ve daha sonra daralmaya uğradığı izah edilecek ve İslâm’ı anlamada üç yöntemden bahsedilecektir.

Usûl ve Usûl-i Fıkıh

Usûl mevzunun ilimden önce tefekkür ve ahlâk ile ilişkili olduğunu hatırlattıktan sonra bazı ilmî kavramlar üzerinde duralım. Usûl, usûlü’d-din ve usûl-i fıkıh (usûlü’l-fıkıh) kavramları ve aralarındaki farkları kısaca izah edelim.

Usûl, kelime olarak asıllar demek olup metod, yol, yöntem mânâsında kullanıyoruz. Usûlü’d-din, dinin asılları demek olup temel inanç esasları olan akâid ilmi mânâsınadır. Usûl-i fıkıh ise, delillerden hüküm elde etme yollarının bilinmesi demek olup dinî esasları doğru anlamanın kurallarını koyar. Usûl-i fıkıh, her ne kadar fıkıh yâni amelî hükümlerde yoğunlaşsa bile küllî manada usûl mevzularıyla en çok ilgilenen alandır. Burada usûl, İslâm hukukunun esasları, metodoloji mânâsına gelir.

Yazımızın başlığında kullandığımız usûl kavramının ise küllî olarak İslâmı kavrama yöntemi olduğunu ve bu manâda bir usûl geliştiren İmâm-ı Âzam, İmam Gazâlî gibi büyük usûlcüleri buna misal olarak verebiliriz. Büyük usûlcüler yanında hadis usûlü, fıkıh usûlü, kelâm usûlü, tasavvuf usûlü gibi İslâmî ilimlerin kendi alanıyla sınırlı usûlleri olduğunu biliyoruz. Ancak hadis usûlü sadece hadis ile tefsir usûlü sadece tefsir ile ilgilenmesi gibi bu ilimler kendi alanlarıyla sınırlıdırlar. Bütünle ilgilenmezler.

Çalışmamızın temel sorusu şu temel usûl problemidir. Kur’an ve sünnet ölçüleri yerli yerinde, ancak biz onlara nasıl bakıyoruz? Bu problemi irdeleyip çözümüne dair düşüncelerimizi serdedeceğiz.

Bu soruyu biraz açalım. Ed-dîn ile et-tedeyyün (dinleşme) aynı şey değildir. İslâm ve Müslüman birbiriyle özdeş değil. “Din” ile “dinden olma” farkı gibi. Dinin kendisi yâni “ed-dîn”, nassları ile ortada durur, sâbittir, değişmez. Et-tedeyyün ise bizim dini anlama biçimimizdir, şuurumuzdur. Bunda ise zaman ve zemine göre değişim olur. Şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesi de değişir. Tefekkür ve aksiyon cehdi olarak da algılayabileceğimiz bilinçte yenilemeyi bırakıp İslâm’ın nasslarında değişikliğe gidilirse büyük yanlış olur. Bugün modernizmin yaptığı budur. Üstad Necip Fazıl gayet veciz bir şekilde ifade etmiştir: “İslâm yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerek. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek… Güneş yenilenemez. Göz yenilenir.”(1)

Önce fıkıh ve fıkıh ilmini ele alalım.

Geniş ve Dar Mânâsıyla Fıkıh ve Fıkıh İlmi­­

İslâm’ın ilk asrında fıkıh kelimesinin anlamının geniş olduğunu, usûl ve sistem ifade ettiğini belirtelim. “Fıkh” ve “fehm-anlayış” kelimesi lugatta bir mânâdadır. Allah Resûlü İbn Abbas’a, “Allah’ım onu dinde anlayışlı kıl!” diye dua etmiştir.(2) Hadiste geçen “fekkihhu fî’d-dini­­- dinde anlayışlı kıl” ifadelerinden fıkhın İslâmın bütününü kapsayan mânâsı görülüyor. Âyetlerde ve başka hadislerde de işaretlendiği üzere, fakîh kavramından ahlâklı, anlayışlı, ferasetli müminler kastediliyor.

Daha sonra fıkıh kelimesi anlam daralmasına uğradı ve fürû-i fıkıh (fıkıh ilminin nazarî kısmı dışında kalan amelî-tatbiki bölümü) meseleleriyle uğraşan ilme tahsis edildi. Öyle ki, fıkıh ilmi denince, fürû-i fıkıh anlaşılır oldu. Bu mevzuya İmam Gazâlî İhya kitabında dikkat çekerek, devrin fakihlerinin lian, icare, seleme gibi furû bahisleri hakkında ciltler dolusu cevaplar verdiğini, ancak tevekkül, ihlas ve riyadan kaçınma mevzularında soru sorulduğunda durakladıklarını söyler.(3)

İmam-ı Âzam’ın, “Fıkıh, kişinin leh ve aleyhindekileri (hak ve vazifeleri) bilmesidir” şeklindeki tanımı da, fıkhı geniş anlamda ele alıyor. Bu tesbitin orjinali şöyle: “el-Fıkhu, marifetü’n-nefsi mâ leha ve mâ aleyha”. Günümüz fıkıhçıları ise bu tanımı almıyor, fıkhı, ibadet, muamelât ve ukubât alanlarıyla sınırlıyor, ahlâkı onun dışında bırakıyor. Burada usûl açısından bir sorun doğar. Hatta bu usûl meselesi esasa taalluk ederek, ahlâk boyutu olmayan şekilci ve kuru bir İslâm anlayışına yol açar. Esasa götüren usûlün esastan önce geldiğini, usûlsüz vusûlün olamayacağını hatırlatmış olalım. Çalışmamızın başında ifade ettik: Kur’an ve sünnet ölçüleri yerli yerinde, İslâmî metinler kayıt altında, ancak bizim ölçülere yanaşma usûlümüz ne, hangi bakış açısıyla ölçülere yanaşıyoruz?

Naklî ve aklî ilimler yanında usûl ve fürû’da da müctehid olan İmam Mâtürîdî’ye göre ise fıkıh, bir şeyi benzeri olanını da kavrayacak şekilde bilmektir. Ona göre fıkhın bir diğer anlamı, eşyayı varlık sebebini, iç yüzünü, hakikatini, ayakta tutan faktörü de kavrayarak bilmektir. İlimle fıkıh arasındaki farkı belirtmek için de ilmin doğrudan bilgi, fıkhın ise vasıtalı olarak elde edilen bilgi olduğunu, Cenab-ı Hakk’a “âlim” denildiğini ama “fakîh” denilemeyeceğini ifade etmektedir.(4)

Müslüman âlimler başta mezhep imamlarımız olmak üzere dinde bir usûl ortaya koymuşlardır. Zaten mezhepler, metodoloji-usûliyet demektir. Mezhepler, dini anlama usûlüne ihtiyaçtan doğmuşlardır. Mezhep, “din” üzere yol demektir. Allah’a giden yol; Allah’ın rızası yol… Hedefle yol birbirine mutabık oldu mu, “yol her şeyin esası ve gayesi” olur; dinden ayrılmaz, vasıta rolü ile dinden olur. Zaten dinin bir mânâsı da hakikate ulaştıran mezhep demektir.

İlk dönem usûl-i fıkıh kitaplarında “Arapça lafızları nasıl anlayacağız, mecaz nedir, zâhir ve bâtın anlam nasıldır?” şeklinde tasavvuf ve kelâm usûlünü ilgilendiren bahisler vardır. Başlıklarda değil de satır aralarında bu husus görülür. Ayrıca, usûl-i fıkıhtaki elfaz (lafızlar), bilgi (marifet), delil, hüküm ve içtihat bahisleri de kelâm usûlüyle alakalıdır. İlk dönem âlimlerinde ilimler ayrı olmadığı için usûl ile ilgili kurallar eserlerinde serpiştirilmiştir. Ancak erken dönemde doğrudan yazılan usûl eserleri yoktur. Meselelere çözümler bulurken hâliyle bir usûl de ortaya çıkar, müstakil eserler ise daha sonra yazılır. Usûl fikri, fürû eserlerden önce var idi. Aksi halde bu meseleler çözülemezdi. Önce problemin çözümü gelmiş, usûl ile ilgili teorinin yazımı ise sonra. Şöyle de diyebiliriz, işin tabiatı gereği usûl eserleri daha sonra yazılmıştır.

İlk dönem fakihlerin ileri görüşlülüğüne bir misal verelim. İmam Mâlik, daraltmaya yol açmasın diye kendi usûlünün devlet eliyle her yerde uygulanmasını kabul etmemiştir. Çünkü her kural, her usûl bir daralmadır aynı zamanda. Ancak kural da koymazsak kaos olur.

Sahabîler döneminde İslâmî ilimlerde hem bütünlük hem de geniş bir ufuk vardı. Fakîh sahabîlerin düşünce ufku geniş idi. Daha sonra siyasî vb. sebeblerden İslâmî ilimlerde bir daralma oldu. Fıkıh kavramında daralma olduğu gibi usûl-i fıkıh kavramında da daha sonra daralma olduğunu belirtelim. Ancak peşinden gelen mütefekkir ve ahlâkçı âlimler, çok yönlü (multidisipliner), karizmatik ve merkez şahsiyetler olarak bakışı genişlettiler, yeni bir sistem-usûl getirdiler. Dört mezhep imamlarımız yanında İmam Eş’ârî, İmam Gazalî, İmam Mâtürîdî, Ebu’l-Muîn Nesefî, İmam Rabbânî gibi isimleri de sayabiliriz.

Bahsi toparlamaya çalışırsak: Fıkıh ile fıkıh ilminin aynı şey olmadığını söylüyoruz. Fıkhı geniş manasıyla de alırsak, “İslâm fıkhı” ile “İslâm olma”nın aynı şey demek olduğunu anlarız. Aynı şekilde geniş manası ile fıkıh ve bunun usûlü davasının, bütün üstüne örtülü parça hükmündeki fıkıh ilmi ve buna bağlı fıkıh usûlü ilmiyle de aynı şeyler olmadığını ifade edelim. Biri bütün, öbürü ise ona bağlı parça olup aralarında bütün-parça münasebeti vardır. Biz burada geniş manada fıkıh (İslâm olma) mevzuu üzerindeyiz. Her ne kadar bütüne dair bazı meseleleri ihtiva etse de, daha ziyade fıkıh ilmine hasrolunan usûl-i fıkıh ilmi tek başına muradımız değildir. Tekrar ifade edersek, İmam Gazâlî’nin de buyurduğu üzere, fıkıh, “talâk, i’tak, li’an, selem ve icare” meselelerini bilmek değildir. Ve fürû-i fıkıh meselelerine hasrolunan usûl bizim aradığımız usûl değildir. Biz, “İslâma muhatap anlayış” davası üzerindeyiz ve asıl meselenin bu olduğunu, aksi halde çözümsüzlük içinde kalınacağını ve içtimaî bütün meselelerle birlikte İslâmî ilimlerin de buna muhtaç olduğunu söylüyoruz.(5)

İslâmî İlimleri Anlamada Üç Usûl

İslâmî ilimleri anlamada usûl-i fıkıh açısından üç yöntem karşımıza çıkar. Bunları kısaca tanıtalım.

1. Fukâha Yöntemi: Bu metodun öncüleri Hanefiler olduğu için “Hanefiyye Metodu”da denir. Furû-ı fıkıh mevzularını usûle bağlayan yâni fıkıh ağırlıklı bir yöntemdir. Tümevarımı uygular. Hayatın problemlerinden yola çıkan, meseleci-kazuistik bir anlayıştır. Pratik ve çözüme yakındır. Tümevarım deyince şu noktayı belirtelim ki, “tüm”ü ifade eden Kur’an ve Sünnet yine temel esastır, ancak onlar hayata bir şablon olarak uygulanamazlar. Müslümanın memuriyet ve çabası (müctehid, müceddid, mütefekkir vs.) söz konusudur. Bunu şöyle bir misal ile açıklayalım: “Anayasamız Kur’an’dır!” sözü usûl açısından yanlıştır. Zira Kur’an, teknik mânâda bir anayasa kitabı değildir. Bu sözün doğrusu “Anayasamız Kur’an’dandır!” olmalı. Demek ki, ilim ve düşünce adamları Kur’an, Sünnet, İcmâ ve Kıyas diye bilinen deliller hiyerarşisine uyarak ve günümüz meselelerini de idrak ederek İslâma uygun anayasa yapmalıdırlar. İşte bu da tümevarım yöntemi olur.

Burada kısaca da olsa ehl-i hadis ile ehl-i re’y hakkında bilgi verelim. Ehl-i re’y (re’y ekolü), nasları akıl ile anlama ve te’vili de kullanma yöntemi olup fukaha yöntemi ile yakın alakalıdır. Esasen ehl-i re’y, İmam-ı Âzam ve Hanefîlere atfedilir… Ehl-i hadis (hadis ekolü) ise, nasları anlamada akla ve te’vile az yer veren bir yöntem olup İmam Şafiî, İmam Mâlik, İmam Ahmed b. Hanbel bu yöntemde durur. Bu ekolün de ehl-i re’ye yakın ve uzak olanları vardır. İmam Şafiî ve İmam Mâlik ehl-i re’ye yakın iken, İmam Ahmed b. Hanbel ise ehl-i hadisin uç kutbunu temsil eder.

Bu metoda göre yazılmış bazı meşhur usûl eserlerini sayalım: Cassâs (ö.370), el-Fusûl fi’l-usûl; Debûsî (ö.430), Takvîmü’l-edille; Pezdevî (ö.482), el-Usûl; Serahsî (ö.483), el-Usûl; Semerkandî (ö.533), Mizânü’l-usûl fî Netâici’l-ukûl, Abdulaziz Buharî (ö.730), Keşfû’l-esrar; Nesefî (ö.710) Menâru’l-envâr; İbn Melek (ö.855) Şerhu Menâri’l-envâr.

2. Mütekellimûn Metodu: Mütekellim, kelâmcı / kelâm âlimi anlamında kullanılan bir terimdir. Asıl uzmanlık alanı kelâm olan âlimler, fıkıh usûlüne dair eser yazarken bu metodu kullandıkları için bu isimle anılmıştır. Bu metodla en çok eser veren âlimler, Şâfiî mezhebi âlimleri olması hasebiyle bu metod “Şâfiiyye metodu” diye de adlandırılır. Ayrıca bu metodu Şâfiîler dışında Mâlikîler ve Hanbelîler de kullanmıştır.

Bu metodun özelliği, usûl kuralları hayatın meselelerinden değil de, delillerin ve burhanların gösterdiği yönde ortaya çıkmış olmasıdır. Öncelikle delillerin desteklediği kuralları tesbit ve kabul etmişlerdir. Fürû’dan gelerek usûl tesbit etmemiş, usûlü tesbit etmiş ve fürû’ya hakim prensipler olarak va’z etmiş ve hatta fürû hükümlerine kitaplarında fazla yer vermemişlerdir.(6)

Mütekellimûn metodu, tümdengelim usûlünü izler. Meselelerden kurallara değil de, kurallardan meselelere sarkar. Bir benzetmeyle söylersek, eserden müessire değil de, müessirden esere gider. Mütekellimûn metodu teorik karakterde olduğu için hayatın dinamikliği ve değişkenliği karşısında sık sık kendini yenilemek zorunda kalır. Bu açıdan dinamik değil, statik olduğunu söyleyebiliriz. Hanefiyye metodu da denilen fukaha yönteminin ise, hayatın meseleleriyle ve çözümleriyle daha iç içe olduğunu ifade edelim. Çağımızda hızla değişen hayat şartlarına tatbik açısından Hanefiyye metodunun ehemmiyeti daha çok ortaya çıkar. Çağımızın meseleleri bu usûle ihtiyaca işaret ediyor.

Mütekellimûn metoduna göre yazılmış bazı önemli usûl kitapları şunlardır: İmamü’l-Harameyn el-Cüveynî (ö.487), el-Burhân; İmam Gazâlî (ö.505), el- Mustasfâ; Fahrüddîn el-Râzî (ö.606), el-Mahsûl; Âmidî (ö.631), el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm.

Usûl-i fıkıh kitaplarında fukaha metodu ile mütekellimûn metodunu birleştiren memzûc metoddan da bahsedilir. Bu metodu takip eden âlimler bir yandan delillerle destekledikleri mücerret usûl kaidelerini tesbit ederken, diğer yandan fürû-i fıkha dair meselelere de yer verip onların dayandığı usûl kurallarını açıklarlar. Bu metoda “memzûc meslek” dendiği gibi, “müteahhirûn mesleği” veya “müteahhirûn metodu” da denir. Günümüzde telif edilen eserlerde genel olarak bu metod takip edilmektedir. Önemli eserlerini zikredelim: İbnü’s-saâti (ö.694), Bedîu’n-nizâm; Sadrü’s-Şeria (ö.747), Tenkîhu’l-usûl; Tâcüddin İbnü’s-Subkî (ö.771), Cemu’l-cevâmi; İbnü’l-Hümâm (ö. 861), et-Tahrîr; Molla Hüsrev (ö. 885), Mirkatü’l-vusûl ilâ ilmi’l-usûl.(7)

Biz bu çalışmamızda, işin temelini teşkil ettiği için fukaha ve mütekellimûn metodu şeklinde tasnifi başa alarak üçüncü metod olarak da memzûc metoda değil, makâsıd yöntemine yer vermeyi tercih ettik.

3. Makâsıd Yöntemi: Şeriatın maksadlarını göze alarak meselelere el atmaktır. Zira Yüce Allahın’ın koyduğu bütün hükümlerde mutlaka bir ana gaye vardır ve bu gayeler sonuç itibarıyla insanlar için bir maslahat sağlayıcıdır. Eğer Kur’an ve hadislerin zâhirinden anlaşılan mânâ, makâsıd prensibine uymuyorsa tev’il edilir. Naslardaki kapalılığı açmakta ve hüküm istinbatında makâsıd yöntemine başvurulur.

İslâm hükümlerinin gayeleri de denilen makâsıd prensibini üç dereceli olarak değerlendirmek mümkündür. Birincisi zarûriyât olup din, can, akıl, nesil ve mal şeklindeki beş zarurî değeri (zarûrat-ı hamse) korumak için düzenlemeler demektir. İkincisi ise hâciyyât olup insanların muhtaç oldukları düzenlemelerdir. Su olmayan yerde teyemmüme izin, hasta ve yolcular için oruç tutmama gibi. Üçüncüsü ise tahsîniyyât olup güzel ahlâka ve güzel âdetlere uygun düşen iyi ve faziletli davranışlardır. Câmiye giderken güzel elbiseler giymek, nafile ibadetler yapmak, âdab-ı muaşerete riâyet etmek gibi.

Makâsıd prensibini ilk defa müstakil olarak el-Muvâfakât kitabında Şâtıbî ele almıştır. Şâtıbî, tümdengelim, tümevarım, fukâha ve mütekellim yöntemlerine de yer vererek kitabın ismiyle mütenasip bir terkip yapmaya çalışmıştır. Bundan dolayı üçüncü yöntem olan makâsıdın kurucusu kabul edilir.

Hanefilik mezhebi tümevarım yöntemini izlediği için makâsıd yöntemine yakındır. Tek tek âyet ve hadislerden ziyade Şârî’nin maksadını ve sünnetin genel tatbikatını esas alan Hanefilik, bu açıdan da makâsid prensibine yakın kabul edilebilir. Hanefî mezhebinin fıtrata, insaniyete ve kolaylaştırma prensibine yaptığı vurgu da makâsıd prensibine yakın düşmektedir.

İmam Gazâlî’nin başta İhya olmak üzere bir çok eserinde makâsıd, maslahat ve hikmet açısından İslâmî hükümler incelenmiştir. Ancak İmam Gazâlî’nin eserlerinde makâsıda yer verse de mütekellûm metoduna yakın olduğunu ifade edelim. Hocası Cüveynî’de ise makâsıd mevzu terimleşmeye başlar. Ayrıca bu sahanın kurucularından sayılan İzzeddin b. Abdüsselam’ın Kavâîdü’l-ahkâm fî mesâlihi’l-enâm isimli ve Türkçeye İslâmi Hükümlerin Esas ve Hikmetleri ismiyle tercüme edilen eseri, el-Karâfî’nin el-İhkâm’ı, Şâtıbî’nin 4 ciltlik el-Muvâfakât’ı ve Şah Velîyyullah Dehlevî’nin Hüccetullahi’l-Bâliğa isimli eserleri müstakil olarak makâsıd ve hikemiyâta misal verilebilir. Son devrin âlimlerinden Tâhir b. Âşûr’un, Türkçeye İslâm Hukuk Felsefesi diye tercüme edilen Makâsidü’ş-Şerîati’l-İslâmiyye eseri de bu sahada zikredilmeye değer bir eserdir. Ayrıca Saîd Ramazan el-Bûtî’nin Davâbitu’l-Maslahat’ı da önemlidir.

Günümüzde bilhassa modernistler tarafından maslahat kavramı çok istismar edilir. Onlar kendi sapkın anlayışlarına geçit bulmak için bu şer’î prensibe sarılırlar. Ancak bizim bahsettiğimiz makâsıd prensibi, Kur’an ve Sünnet ölçülerine bağlı ve Ehl-i Sünnet çerçeveyi de muhafaza ederek çağın yeni sorunlarına dinamik çözümler kazandırmaktır. İslâmın çağlar üstü vasfını ve her çağda tatbik edilebilme özelliğini göstermektir.

Mütefekkir Necip Fazıl’ın hikmet-i teşri (şeriatın incelikleri) ve makâsıd prensibine güzel bir misal olarak nitelenen ve İlahiyat ve Diyanet camiasında ders kitabı gibi okutulması önerilen(8) İdeolocya Örgüsü kitabını, çağımızın önemli bir eseri olarak zikredelim.

Usûl tasnifleri ile kafaları karıştırmak istemiyorum. Ancak bahsettiğimiz üçlü şemada da yer alan İslâmı anlama usûlünde şöyle bir üçlü gelenekten de bahsedebiliriz: Beyân, Burhan, İrfan. Bu tasnife göre fıkıh ilmi beyâna, kelâm ilmi burhana, tasavvuf ilmi ise irfana denk gelir. Beyâna dayalı burhan olduğu gibi burhana dayalı beyân da söz konusudur. Önceki tasnifle bu tasnifi mezcedersek: Burhan yöntemi fukaha yöntemine, beyân yöntemi ise mütekellimûn yöntemine denk gelir. Bundan dolayı İmam-ı Âzam burhan yönteminde, İmam Şâfıî ise beyan yönteminde durur. İrfan yöntemi, hikmet açısından makâsıd yöntemi ile örtüşse bile tasavvuf (irfan) yönteminin, ahlâk ve kalbî derûnilik açısından bütün usûlleri kapsayıcı bir yönü olduğunu ifade edelim.

Zâhirci ve bâtıncı diye bir ayrımdan da söz edebiliriz. Zâhir ehli ve bâtın ehli ayrımı olsa da Ehl-i Sünnet anlayışı bunları farklılıkları içinde bir arada mütalaa etmiştir. Bunun formülüsyonu,”zâhir hissesinde bâtında” ve “bâtın hissesinde zâhirde” tecelli etmek şeklindedir. Tabiî bunların da uçlarda gezenleri vardır. Kat’î zahirci ve lafızcı olan Zâhiriyye/Selefiyye/Vehhâbiyye yanında şeriatın zâhiri ölçülerini inkar ederek sapkın-din dışı bir ekol olan Bâtınıyye de vardır. Biri ifrat öbürü tefrit iki uç kutup.

(devam edecek)

Dipnotlar

1-Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s. 565.

2-Buhârî, Vudû, 10; Müslim, Fedailu’s-Sahâbe, 138.

3-İmam-ı Gazâlî, İhyau Ulumiddin, trc. Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yayınları, İstanbul, 1975, Cilt I, s. 60.

4-Ahmet Ünal, Bir Fakih Olarak İmam Mâtürîdî, ed.Şaban Ali Düzgün, Mâtürîdî’nin Düşünce Dünyası, Kültür ve Turizm Başkanlığı, Ankara, s. 226.

5-Salih Mirzabeyoğlu, Sahabilerin Rolü ve Manası, İBDA Yayınları, İstanbul, 2014, s. 48-49.

6-Fıkıh usûlü ile ilgili bakınız: Zekiyüddin Şâban, İslâm Hukuk İlminin Esasları, trc. İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2017, s. 42.

7-Muhsin Koçak-Nihat Dalgın-Osman Şahin, Fıkıh Usûlü, Ensar Yayınları, İstanbul, s. 28.

8-Ahmed Hamdi Yıldırım, “Savunma Refleksiyle İslâm Anlatılmaz”, Baran Dergisi, sayı 609, 2018, cilt xxiv, s. 11.

Baran Dergisi 728.Sayı