Büyük Doğu coğrafyası çok şiddetli sancılar içerisinde kıvranıyordu uzun zamandır. Bir çokları bu sancıları ölümcül bir hastalığa tutulmuş olmaya bağlarken, bugün yakinen görüyoruz ki, bu sancılar, kutlu bir doğumun, yeniden dirilişin sancıları… Kuduz kâfir leşini toprağın kabul etmemesi gibi, üzerinde tezgâhlanan Batı politikalarını ve işbirlikçilerini bir türlü kabul etmiyor ve bir süre sonra kusmaya başlıyor Büyük Doğu coğrafyası. Birinci Dünya savaşı sonrasında İngiltere ve Fransa tarafından çizilen sunî çizgiler ortadan kalkarken, oyuna sonradan dâhil olan ABD’nin daha dün yaptığı hesaplar da berhava olmuş vaziyette. Geçmişten alacak olursak, bin sene boyunca “İslâm’a Muhatab Anlayış” ile huzur ve refah rengine boyanan, dokuz haçlı seferinde binlerce haçlıya mezar olan bu topraklar, hafızası yerine gelmiş bir dev gibi yeniden silkiniyor ve misilsiz bir hürriyet savaşına hazırlanıyor. Üstelik bu sefer yeni bir anlayış, dil, kültür, “Mutlak Fikre” muhatab “Bütün Fikir” merkezinde…

Musul’un geri alınmasıyla beraber yeniden harlanan hürriyet mücadelesine bir giriş yaptığımıza göre meseleyi parçalar hâlinde açarak değerlendirelim.
 

Irak

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, 1991 Körfez Savaşı esnasında teşhisi koymuştur; “Saddam Batının tekerine çomak soktu.” Evet, bu tarihe kadar Roma savaş arabaları gibi bir oraya bir buraya saldıran Batı’nın, 1991 senesinde çomak sokulan tekeri, 2001 senesinde İkiz Kulelerin yıkılmasıyla tamamen kırılmış ve Batı, tek tekerlekli arabasıyla ekseni etrafına fırıl fırıl dönmeye başlamıştır. Irak’ın 2003’te Amerika tarafından işgâl edilmiş olması da bu gerçeği değiştirmeye yetmemiştir. Zaten bilindiği üzere ABD, elindeki onca teknik imkâna, askerî güce ve muasır(!) medeniyet seviyesine rağmen Irak’ta tutunamamış ve iktidarı küfrün kadim işbirlikçisi olan Şiîlere bırakıp kaçıp gitmek zorunda kalmıştır.

Bugün gelinen noktada iktidarı eline alan Şiîlerin 10 senedir Sünnîlere ettikleri zulüm tahammül sınırını aşmıştır. Demokrasi palavrası altında ülke nüfusunun neredeyse yarısını oluşturan  Sünnîlere %20 temsil hakkı tanıyan, Cuma namazından sonra yapılan protesto gösterilerinde göstericilerin üzerine keyfî şekilde ateş açan, El-Kaide operasyonu diye Sünnî mahalleleri bombalayan, Sünnî bölgelerinde devlet olmanın hiçbir gereğini yerine getirmeyen Şiî rejim, Irak'ta fazla bile yaşamıştır.

Bugün gelinen noktada iki unsur ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi Saddam Hüseyin’in askerî dehası, ikincisiyse senelerdir Şiî zulmünden bunalan Sünnî aşiretlerdir. IŞİD’in rolüne gelecek olursak, yangın çıkması için bütün şartların bir araya geldiği Irak’ta, çakmağı çakmıştır.

Saddam’ın askerî dehası dedik. Amerika Irak’ı işgâl ederken, Basra Körfezi'nden yaptığı çıkartma Bağdat’a kadar ciddî bir direnişle karşılaşmadan ilerlemişti. Bağdat’da beklenenin aksine o gün için kolay düşmüş ve bu durum Amerika’nın subayları satın aldığı, içme suyuna bir şeyler karıştırdığı, hatta uydudan subliminal yayınlar yaparak askerlerin direnmesini önlediği gibi şehir efsanelerini de peşinden getirmişti. Oysa ki ABD’nin Irak’a yerleştiği günden, Irak’ı terk ettiği güne kadar geçen zaman zarfında saldırıya uğramadığı, kayıp vermediği tek bir gün bile olmamıştır. Bu demektir ki, Saddam Hüseyin karşısındaki güçlü orduyla meydan savaşı yaparak bütün bir orduyu telef etmek yerine savaşı uzun vadeye yaymıştır. Bugün, Saddam’ın komutanlarından İzzet İbrahim El Durî’nin sevk ve idaresindeki Sünnîlerin Musul’u geri almış olması ve Bağdat’a doğru yönelmeleri bunun en kesin ifâdesidir. 1991 senesinde Batı’nın tekerine çomak sokan Saddam, şehadetinin sekizinci senesinde yüz metre değil, maraton koşucusu olduğunu göstermiştir.
 

Batı

Bir kamyon düşünün, son hızla giden bir kamyon. Şoför mahallinde araba kullanmayı bilmeyen birisi var ve kamyonun frenleri de boşalmış vaziyette. İşte Arab Baharı’nı en iyi şekilde özetlediğine inandığımız benzetme. İllâki birileri bu kamyonun altında kalacak ve illâki bu kamyon bir yere toslayacak.

Batı tarafından bugüne kadar yalnızca demokrasi talebi olarak anlaşılan Arab Baharı, Irak’ta Musul’un işgâl edilmesiyle beraber yeni bir istikâmete doğru kıvrılmıştır. Devlet-i Aliyye’nin yıkılmasından sonra Batı tarafından çizilen sunî sınırlar ve sunî aidiyet merkezleri işlevini yitirmiş ve aidiyet fikrinin merkezine yeniden İslâm yerleşmiş durumdadır.

Batı âlemi bu toprakların dilini, hâlini anlamaktan yana büyük bir acziyet içerisinde. Birinci Dünya Savaşı zamanında harab olmuş topraklara çizgiler çizip, kurdukları sunî ülkelerin başlarına işbirlikçilerini atamakla bu işin olmayacağını yeni yeni anlıyorlar. Bu sebeble de 1980 senesinden beri “Ilımlı İslâm” başlığı altında yeni bir din uydurup, Batılı ve Batıcılara karşı direnişin kaynağı olan İslâm’ı kurutmaya çalışıyorlar. Allah’ın hikmeti ve İslâm’ın bereketidir ki 30-40 sene boyunca tezgâhladıkları plan önüne çıkan ilk engelde devriliveriyor. 

Batı âlemi bu topraklarda hiçbir zaman hüküm süremeyeceğini, dilinin, anlayışının, itikadının, zulmünün buna yetmeyeceğini bir türlü kabul etmiyor, anlamıyor. Allah biliyor ya, bunu anlaması için ödeyeceği bedel, bugüne kadar işledikleri cürümlerin toplamından bile büyük olacak…
 

Türkiye

Büyük Doğu coğrafyasındaki bütün denklemlerin merkezinde öyle veya böyle Türkiye var. Olmak da zorunda esasında… Bugün Irak’ta Musul’un Sünnîler tarafından işgâl edilmesi, petrol anlaşması yapılmış olan Kürtlerin zengin petrol yatakları olan Kerkük’ü ele geçirmesi, petrol anlaşmasının karşısında duran Malikî’nin Musul’dan kaçan ordusu nedeniyle bütün dünyaya rezil rüsva olması, yine Kürt yönetiminin şimdilik fiilen olmasa bile Türkiye’ye bağlı hareket etmesi, İsrail’in Akdeniz’den çıkartacağı gazın nakledilmesi noktasında Türkiye’ye muhtaç olması, ama hepsinden önemlisi, bütün İslâm aleminde Türkiye'den beklenen kurtarıcılık  rolü… Şartlar Türkiye için hiç olmadığı kadar elverişli bir hâle geliyor ve bu hâl de çeşitli sorumlulukları peşinden getiriyor.  

Bundan sonrası için Türkiye’nin yapması gereken ne? Dergimiz sayfalarında defalarca sorduk; “un, şeker, yağ hepsi var da, bunların doğru şekilde orantılanmasını sağlayarak ateşin üzerine koyup karıştıracak irade nerede?” diye. Gelinen noktada şartlar en başta İbda Fikriyatını gündeme alıp, onun gösterdiği minvalde yürüme açısından Türkiye’yi zorluyor. Bu, böyle yazınca çok beylik bir lâfmış gibi görünebilir, bahsi açalım o vakit.

Türkiye el altından yaptığı işlerle Büyük Doğu coğrafyasında büyük işler başarmış olsa da, gerek gerçek bir ideal ortaya koyamaması, gerek montaj sanayine dayalı bağımlı ekonomisi, gerekse bölgedeki Batı işbirlikçisi rejim anlayışlarından farklı bir anlayışa sahib olmaması hasebiyle son noktada eli kolu bağlı kalmak mecburiyetindedir. Tam da bu manzara içerisinde İbda’nın ehemmiyeti ve zaruret hâline gelmesi net bir şekilde ortaya çıkan kaskatı hakikattir. Bugün dünya çapında ferd ve toplum meselelerine “Mutlak Fikre” muhatab “Bütün Fikir”le çözüm getiren, bu işi yaparken de şeriatten kıl kadar taviz vermeyen Büyük Doğu-İbda’dan başka fikir var mı? Varsa koysunlar ortaya konuşalım ama yoksa artık gereken derhâl yerine getirilsin.
 

Sonuç Olarak

Müsbet yahut menfî bakımdan Büyük Doğu coğrafyası oluk oluk kanıyor ve akan bu kanın durdurulması noktasında gerekeni yapmayan her Müslüman, bu vebale ortaklık ediyor. IŞİD vesaire bir kenara, küfrün ve işbirlikçilerinin Büyük Doğu coğrafyasında yaptıkları mezalim, tahammül sınırlarını fersah fersah aşmıştır. IŞİD yahut mahallî hadiselere bakılarak yapılan okumalarla bu durum anlaşılamaz. Tahammül sınırlarının aşıldığı Büyük Doğu coğrafyasında başlayan infialler, İbda mihrakında toplanıp şahsiyet buluncaya dek büyüyerek yayılacaktır. Senelerdir Batılıların ve Batıcıların yaptığı gibi, hemen bir şer odağı yaratıp vukuu bulanın ne olduğuna bakmadan etikete bakmak da en hafif tabirle aptallıktır.

Bundan sonra ne Amerika’nın askerî, ne İngiltere’nin sinsi, ne de İsrail’in ekonomik gücü bu kaosu durdurmayı başaramayacaktır. Bu kaosun durulması, “Mutlak Fikre” muhatab “Bütün Fikir” olan BD-İbda’nın yenilediği anlayışın hâkim kılınmasıyla mümkündür ve gerçek mânâda başka da çare, deva, çözüm yolu yoktur. Artık bu fikir durdurulamaz, belki biraz daha geciktirilebilir ve gecikmesine neden olanlar da arada geçen zaman zarfının ve bu zaman zarfında yaşananların hesabını vereceklerdir…


Baran Dergisi 388. Sayı...