Sonuç ve Değerlendirme

Esasında, I. Dünya Savaşı’nın galibi İngiltere ve müttefikleriyle Millî Mücadele’de doğrudan bir muharebe olmamış, sadece Yunanistan’la savaş yapılmıştır. İngilizlere tek kurşun sıkılmadan İstanbul, Boğazlar, Marmara ve Trakya bize bırakılmıştır. Bunun sebebi nedir? İşte Lozan’ın içyüzü bu soruda gizlidir.

Batı’da nadir bulunan dürüst tarihçilerden Arnold Toynbee, Millî Mücadele yıllarında Anadolu’ya gelip, Yunan vahşetine bizzat tanık olmuştu. Batı’nın psikolojisini şöyle ifade eder Toynbee:

“Batı’nın İslâm’a karşı duymuş olduğu şuursuz hiddet, İslâm’ın her türlü gelişmeye uygun olmayışından değil, İslâmî çizgiler üzerindeki ilerleme ya da duraklamalara karşı tümüyle ilgisiz oluşumuzdandır. İslâm’ın hayatımıza alternatif bir sistem önermesine gerçekten içerleriz. Doğru ya da yanlış, bu alternatif, tarafımızca hakir görülür ve hâlihazırda buna bağlanan halkların önünde durulmadığı takdirde, bunların bir hamlede bize yetişerek, kendilerine sunmak zorunda olduklarımızın en iyisine tümüyle sahip olacakları da içimizden geçer.” (1)

Arnold Toynbee, kitabın ilerleyen sayfalarında “Yunanlılar ne kadar Helen’i temsil ediyorsa (...) Osmanlıların Ortadoğu kültüründe bile hissedilebilir bir Helenistik karakter vardır.” der. Ve “göçebe kanı” yani barbar ithamını eleştirir.(2) Ve Türkler için, “umutsuz bırakıp çılgına çevirmek suretiyle onlara en büyük zararı vermişizdir.” der ve devam eder: “Cesaretleri kırılsa da gücenerek içlerine kapanmış değillerdir. Bizleri, kendimizi fevkalade nadiren gördüğümüz bir ışık altında, haklı bulduğumuz eylemleri vicdansızca uygulamalar için paravan olarak kullanan ikiyüzlüler olarak görmekte ve bize karşı duydukları büyük hınç zihinlerini ziyadesiyle meşgul ettiğinden dönüp de kendilerine bakmaya fırsat bulamamaktadır.”(3) 

“İstikbâl İslâmındır. Denenmemiş tek o var” sözü de Arnold Toynbee’ye ait, Necip Fazıl hülasa olarak bunu nakleder.

Tarihte yaşanan hâdiselerin ve bugünün hakikatine sarkabilmek için bütün oluş ve olamayışlarımızla muhasebemizi yapmak ve soylu bir dünya görüşünden bir tarih çizgisine varmak yegâne yoldur. Batı’nın tuzaklarını da ancak bu şekilde aşabiliriz.

Sorgulayıp tefekkür etmeden Batı’dan gelme bilgilere aynen bağlanan, bunu da rahatına geldiği için yapan ve tarihi Batının gözlüğüyle okuyanlara dikkat etmek gerekir. Böyleleri ilim ve hakikat haysiyetini pek önemsemez, çıkar ve maaşlarından başka bir şeyi düşünmezler. Kapitalist-pragmatist anlayış ve eğitim-kariyer sistemi de maalesef bunu destekliyor. Öyle ki rejim İslâmî olsa ve önlerine İslâmî metinler konsa, onu da kuru kuru tekrar ederler. Ne imanında, ne küfründe samimi olmayan insanlar, ilim, hakikat ve tarihin önünde mahkûmdur. Kendi hâl izahını yapamayanların tarihî, ilmî ve fikrî izahlar yapması beklenemez; zaten tutarlı ve inandırıcı da olmaz. 

Şu hususa da temas etmek istiyoruz. Üstad Necip Fazıl’ın tezlerini, “tarihçi değil, ilim adamı değil” gerekçesiyle reddedenler şunu bilmelidirler ki, mütefekkirler tarihçinin ve ilim adamının önünde giden tesbit, teşhis ve terkip sahipleridir. Onların sistem ifadesindeki görüşlerinin tarihî belge ve akademik kalıplara dökülmesi ise ilgililerinin işidir.

Bu ıslahat ve devrimlerin hiçbiri aşağıdan yukarı veya toplumla birlikte olmamış, hepsi tepeden inme ilan edilmiştir. Toplumla sosyal mukavele tesis edilemediği gibi zorla benimsetilmeye çalışılmıştır, hukukî terimle söylersek irade sakatlığı vardır. Kemalist eğitim tesiriyle sonraki nesiller, bu irade sakatlığını unutmuştur. Fakat Kemalizm’in verdiği en büyük zarar idraklerin iğdiş edilmesidir. Hiçbir kavramın içinin doldurulamaması, insan ve toplum meselelerini çilesinin çekilmemesi sonucu gerileme ve körleşme olmuş, ileri geri tekerlemesi ve “çağdaş” laflarından ibaret bir sığlık cumhuriyetin ilim ve fikir hayatını hülasa eder olmuştur.

Bizim eğitim sistemimizde İslâm, kasıtlı olarak öğretilmediği gibi aslında Batı da bilinmiyor. Eğer Batı gerçekten bilinseydi, oluş çilesi çekmeden onları taklidle bir yere varılamayacağı anlaşılırdı. Tanzimat ve Meşrutiyet’le başlayan Batı dürtmesi reformlara da bu gözle bakmak lazım. Ve Abdülhamid gibi bir sultanın devrilip, İttihat ve Terakki tarafından kısa sürede İmparatorluğun batırılmasını, sebep ve sonuçlarıyla bilmeliyiz. 

Bir döneme tarihî hakikatler penceresinden ve tabii ki millî ruh kökümüze bağlı olarak baktık. Eskinin taklidini yahut saltanatı savunan yok muhakkak. Osmanlı’nın son döneminde yeni bir anlayış ve sistem ihtiyacı kendini dayatmaktaydı. Ama bunu yerli ve millî değerlerimizden çıkarmalı idik. Bu köksüz gidişe dur diyen bir dünya görüşü bunu yapabilir. Köksüz bir çiçek bile yetişmezken bir toplum nasıl yaşar? Batı ile hesaplaşmamız ve kendi kimlik-kişiliğimiz için bu şarttır. Tarih muhasebemizde de bu yapılmalıdır. BD-İBDA dünya görüşü bu köksüz gidişe dur diyen, bu ülke topraklarından çıkma, orijinal bir görüştür. İslâm’ın hakikatini vermede ve Batı ile savaşmamızda, pusula değerindedir.

Şu hususu da ifade edelim ki, tarih felsefesi ve tarih muhasebesi yapmak, tarihçilerden ziyade fikir adamlarının işidir. Batı tarihçisi Blondel’in “Batı önce tarihçilerini yetiştirdi, sonra tarih yazdı” sözünü hatırlatmak isterim. Bir hatırlatma da şu olsun: Batı Rönesans ve Aydınlanması’nın ardında Yunan aklı, Roma nizamı, Hıristiyan ahlâkı var. Onlar geleneklerini harmanlarken bize laikleşme ve modernleşme uğruna gelenekten kopmayı dayattılar. Batı’nın ilmî ve teknik buluşları için görüşümüz, “hikmet mü’minin yitiğidir, nerede bulursa alır” hadisi mucibince, Batı’dan da, Doğu’dan da sağlıklı bir “müellif/telif edici bünyeye” hikmet-bilgi almanın gayet tabii olduğudur. Fakat nasıl ki Japonya’dan bilimi alınca Japonlaşmıyoruz Batı’dan da bilimi alınca Batılılaşmak gerekmez.
 
Dipnotlar
1-Arnold Joseph Toynbee, Türkiye’de ve Yunanistan’da Batı Meselesi, Yeditepe Yayınları, İst, 2008, s.421-422.
2-Toynbee, a.g.e, s. 426
3-Toynbee, a.g.e, s. 447


Baran Dergisi 599. Sayı

05.07.2018