İslam mimarisi tevhid ilkesi üzerine bina edilmiştir. Ahenk, kıvam, sadelik, tefekkür… İyi, doğru ve güzel olan her şey tevhid inancında mündemiçtir. Çokluk içerisinde birlik hakikatinin tezahürüdür ve hayatımızın her alanına temaşa eder.

Modern mimarinin babası sayılanlardan Frank Wright şöyle der:

Mimari hayatın kendisidir. Hayattan uzak bir mimari olamaz. Hayatın yorumunun yapılması, mimarın gerçek görevidir çünkü binalar hayat için yapılmıştır.

Bu ifade mimarinin hem maddi hem de manevi boyutuna dikkat çekmektedir.

Le Corbusier mimariyi neredeyse tamamen maddi olarak ifade eder. Evi de ifade ederken “içinde oturulacak makine” olarak tanımlar. Batının makineye hapsolan düşüncesi herkesi ve her şeyi kuşatmıştır. Gelişen teknoloji ve onun getirdiği fetişizmi tahakküm altına alamayan her düşünce ve ideoloji makineleşmek mecburiyetindedir. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Bugün makine ruhlarda adeta putlaşmıştır. Garplı mütefekkirler basbas bağırıyor. Makineye ne ile tahakküm edeceğiz diye... Yalnız İslam ile…

Bugün mimari mi teknolojinin tahakkümü altındadır yoksa teknoloji mi mimarinin tahakkümü altında? Bu soruyu maddeci ve maneviyatçı iki diyalektik önünde irdeleyelim.

Teknolojiye mutlak güç ve irade olarak bakan yaklaşım, varlığın yasalarını gözetmeyen, parçadan hareketle bütündeki ahengi parçalayan teknoloji fetişizmidir. Teknolojinin putlaşmış olan bu gücü tüm güzelliklerden münezzehtir! Batı Hristiyan mimarisi Ortaçağ, Rönesans, Barok, Rokoko, Eklektik ve onu takip eden dönemlerin tarihi artarak giden yarı tanrı-yarı insan modelini inşa eden, güzellik tavrından uzaktır. Maddeyi üstün tutan bu anlayış nesilleri ve zihinleri iğfal etmektedir.

Bizde Tanzimat dönemine kadar geniş meskenlerde oturulurken Tanzimat sonrası dar ve meskenin kat yüksekliği küçük evlerde daha sonraları ise apartmanlar içinde oturuldu. Tanzimat döneminin fikir babalarından Mustafa Reşit Paşa mimari anlamda da Batılılaşmak için konut mimarisi hakkında araştırma yaptırıyor ve önüne iki dosya geliyor. Fransız ve İngiliz tipi konut mimarisi. Fransız konut mimarisi daha çok apartmanlar şeklindeyken İngiliz konut mimarisi bir veya iki katlı olup küçük de olsa bahçeli evlerdir. Mustafa Reşit Paşa, İngiliz tipi konut mimarisini seçiyor. Hemen keskin bir biçimde geleneksel mimarimiz reddedilmiyor; fakat geleneksel mimariye uygun yapılar da meydana getirilmiyor. Mimaride ne tam batılılaşabildik ne de kendi mimarimize sahip çıkabildik. Antik Yunan devrinde tasarlanan ızgara tipi konut mimarisine geçiş yaptık. Ve en nihayetinde günümüz mimari anlayışsızlığımıza vardık. Buna misal olarak yakın zamanda yapılan bir camiyi örnek verelim. Giresun’da yapılan semaver minareli camii. Hiçbir dönem yok ki, kendi geleneksel-öz mimarimize bu kadar ihanet edilmiş olsun. Gösterişçiliğin, aldatmanın, liyakatsizliğin ve her türlü çirkinliğin altın (!) çağını yaşadığı bu dönemde en büyük yansımasını mimari eserlerimizde yaşıyoruz. Mimari; ideolojinin taşlarla bezenmiş halidir bu. Turgut Cansever’in ifadesiyle “İdrak seviyemize göre inşa ederiz.” Maddeci diyalektiğin genel muhtevası bu şekilde diyebiliriz.

İslam mimarisi varlığı bir bütün olarak ele alır ve insanlığı tüm yönleriyle kuşatır. Sütunlar, kemerler, mukarnaslar, kiriş-kolon detayları, geçtiği akslar, kubbeler hepsi birbiriyle uyum içerisindedir ve bir ahenk belirtir. İslam mimarisinin en temel özelliklerinden biri de varlığın varoluş üslubu ve kâinat tasavvurunun biçimi ile yeni bir üslup ortaya koymasıdır. Osmanlı mimarisi, Selçuklu mimarisinin yeniden yorumlanıp, geliştirilmesiyle meydana gelmiştir. Fakat daha sonra “Osmanlı-Türk-İslam kültür değerlerinin ve bu değerlerin korunması gerekliliğinin, teknolojik başarılara kıyasla ‘önemsiz’ olduğu kanaati hâkim olmuştur. Bu inancın temelinde, gayri İslami bir varlık görüşü mevcuttur. İslam’ın temel prensibi tevhiddir. Yaratıcının-Allah’ın tekliği, varlığın tezahürlerinin bütünlüğünü görmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Bütünlüğü gözetmeyen analiz ve karar verme biçimleri bugünkü şehir yatırımlarımızı, plan ve kararlarımızı etkisi altına almaktadır.” (1)

İslam ve İslam sanatı nedir, sorusunun müşahhas cevabı olarak Süleymaniye veya Selimiye Camii’ni gösterebiliriz. Selimiye Camii’ndeki müezzin mahfilini ayakta tutan direklerden birinin üzerine ters olarak işlenmiş lale motifleri hakkında birçok hikâye anlatılır. Sinan, ters lalenin manasını Rabb’i karşısında bir acziyyet ve teslimiyet olarak ifade eder. Zarafetin, ihtişamın, yüceliğin, güzelliğin, doğrunun ve temizliğin birer mümessili halindedir. En büyük gayemiz bu tarihi, İslam mimarisini yaşatmak ve korumaktır. Şehir ve çevre planlaması da buna göre yapılmalıdır. Daha fazla tahribatın olmaması için gerekli önlemler alınmalıdır.

Bu mesele etrafında konuyu daha da açmak gerekirse İstanbul özelinde anlatmaya çalışayım. İstanbul neredeyse beş asır boyunca İslam aleminin ve insanlık tarihinin en ihtişamlı kültür merkezi olarak var olmuşken bugün ise fiziki çirkinlikler merkezi haline geldi. İstanbul bu halden nasıl kurtarılır, bunun muhasebesi ve çalışması yapılmalıyken yetkili mercilerde bulunan kimselerin umurunda değil. Gün geçmiyor ki tarihî mimarî eserlerimiz tahrip olmasın veya yağmalanmasın. Yapılacak ilk iş mevcut tarihî mimarî eserlerin ve bu merkezde şehrin strüktürünün muhafaza edilmesidir. Yeni bir şey ortaya koyamıyorsan elindekini muhafaza et prensibi her zaman çalıştırılmalıdır. Aşınmaya veya permeabiliteden veya başka bir sebepten dolayı deformasyona uğramış yapılar restorasyondan geçirilmelidir; fakat ülkemizde en büyük tahribat restorasyon adı altında yapılıyor. Hemen bir misal vereyim; Atik Valide Sultan Külliyesi Mimar Sinan’ın son eseri olarak bilinmektedir. 2015 yılında 440 yıllık Atik Valide Sultan Külliyesi’nin şifahane bölümü restore edilmiş. Görenler bilir, tarihe nasıl ihanet edilirmiş diye. Böyle bir şeyi Avrupa’da bulamazsınız. Restore edildikten sonra bir AVM’nin kafesi mi, bir gökdelenin giriş kısmında bulunan adi mekanlardan biri mi, yoksa tarihî mimarî bir eserimiz mi olduğunu asla anlayamazsınız. Yeteneksiz, tarih şuuru olmayan, materyalist mimardan, mühendisten başka ne beklenebilir ki? Gözlerini para hırsı bürümüş müteahhitlerin ellerine değil İstanbul, bir dönümlük arsa dahi bırakılmamalıdır. Hepsinden öte rant kapısı kapatılmalıdır. Sadece Atik Valide Sultan Külliyesi değil bunun gibi binlercesi; Ayasofya Orhan Camii, Battalgazi Külliyesi, Sinan Paşa Külliyesi vs. hepsi restore edilerek aynı akıbete uğradı. Tarihimize böyle ihanet eden firmaların lisansı iptal edilmeli ve en ağır şartlarda cezalandırılmalıdır, hepsinden önce bu firmalara bu işleri ihale edenler cezalandırılmalıdır. Çünkü tarihine ihanet eden her şeye ihanet eder.

Restorasyondan sonra tarihî mimarî değerlerimizin kaybolmasına neden olan başlıca diğer iki şey hızlı nüfus artışı ve mültecilerin düzensiz göçü... Yine İstanbul özelinden devam edelim. Nüfusun hareketlenmesine ve artışına sebep olacak başlıca şeyler sanayi ve ticaret merkezlerinin bulunmasıdır. Düzensiz şehir yapılanmaları ve şehri düzensiz yapılaştıran şehir planlamacıları geldiğimiz noktanın en büyük sebeplerindendir. Yapılacak tek şey sanayi bölgelerini Anadolu’nun diğer yerlerine planlı bir biçimde dağıtmak ve İstanbul’un asli hüviyetine kavuşmasını sağlamak.

İslam-Türk mimarisi, İslam’ın dinamik varlık görüşü ile Türklerin göçebe hayat tarzından doğan kültürleri ile bütünleşerek var olmuştur. Türkevi’nin kargir olmayıp ahşap temelli olmasının temel nedeni de budur. Kesiksiz akışkanlık gösteren hayata karşı her an hareket edebilen evler inşa etmişlerdir. Ahşaptan meydana gelen Türkevi’ni gerektiği takdirde taşıyabilirsiniz. Ahşapların maharetli bir usta tarafından sökülmesiyle ikinci bir defa neredeyse tamamı kullanılabilir. İşte hareketli varlık anlayışına uyum budur. “Allah daima şendedir” ayeti kerimesi, Allah’ın daima yaratma halinde olduğunu ifade eder. Daima bir hareket ve devri daim vardır. Geçmişte “İstanbul’da da, bütün diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi, hayatın akışının oluşturduğu varlığın dinamik düzeninin bütünleşmesiyle insanlar bahçelerini yaparak korumayı, dünyanın güzelliğini her an bizzat yaşamak ve daha da güzelleştirmek yolunda varoluşlarının tabii, zaruri meşgalesi haline getirmişlerdir.” (2)

Yirminci asrın başlarında Martin Wagner, Henri Prost, Herman Elgötz gibi uzman şehir planlamacıları İstanbul’a davet edildi. Amaçları şehrin planlarını dizayn etmek. Cumhuriyet devrimlerinin hepsinin Batı kopyası ve yabancı menşeili olduğu gibi şehrin planlanması da öyle oldu. Prost 1938’de İstanbul Nazım Planı’nı hazırladı. İstanbul’un şu an ki çirkin görünümünün baş müsebbibi Prost ve onu davet edenlerdir. Muhafaza edilen yerlerin imara açılmasını sağladıktan sonra da trafiği o bölgelerden geçirerek İstanbul’un tarihi strüktürünü, tarihin tozlu sayfalarına göndermiş oldular. İstanbul’un bitmeyen trafik çilesi de bundan dolayıdır.

Geleneksel tarihi mimarisini küçümseyen, geleneğinin veçhelerini ve cephelerini idrak ve anlama yeteneğinden mahrum olan yabancı kültürlerden etkilenilmesi sonucu aktarılan ruhsuz, şematik ve ilkel şehir geometrisi temayüllerini, kendi öz tarihi gerçeklerini hiçe saymayı gelişme sanan sözde şehir planlamacılarının hazırladığı imar planları Anadolu’da mimarinin ve mimari kaygının yok olmasının temel sebebi olmuştur.

İçinde bulunduğumuz mimari kargaşadan kurtulmanın ilk şartlarından biri teknoloji ve her türlü gayri insani akımların boyunduruğu altından kurtulmaktır. Batı-Hıristiyan kültürünün ruhban sınıfının altında insanın günahkarlığa dayanan trajik ve demagojik aleminin veya çağı tahakkümü altına alan makinenin diğer bir ifadeyle modern makine çağının ezici ve yok edici temelindeki Batı Hıristiyan kültürünün yerine, dünyayı güzelleştirmeyi ibadet sayan İslam geleceğe temel teşkil etmektedir. Böylece geleceğimiz de muhafaza altına alınmış olacaktır.

Kaynaklar:

1- Turgut Cansever, İstanbul’u Anlamak, 4. Basım, 2015, sf. 22

2-Age sf. 32

Aylık Baran Dergisi 6. Sayı