Nick Stafford’un yazdığı Ahmet Levendoğlu’nun Türkçeye tercüme ettiği, daha doğrusu tercüme etmeye çalıştığı, fakat beceremediği “Nehrin Solgun Yüzü” isimli oyun, Üsküdar Tekel Sahnesi’nde seyirciyle buluştu; ben de seyretme imkânı buldum.

Oyunun muhtevasına geçmeden evvel şu suali yöneltmek isterim: Devlet Tiyatrosu’nda oynanan oyunların metinleri alâkalı merciiler tarafından inceleniyor mu acaba? Bu sorumun sebebi, oyun içerisinde kullanılan uydurukça dil. Aklımda kalan “us ve uygarlık” kelimeleri çok uydurukça.

İnsan kelimelerle düşünür, kelimeler insanın hayal gücünü şekillendirir. Ve insan, geçmişin ve hayallerinin arasında yani “şu an”da yaşar. (1)

Nehrin Solgun Yüzü oyununu, Levend Öktem (David Desouza) sırtladı. Yoksa diğer oyuncuların performansı geri plânda kaldı. Oyun İngiltere’de (Londra) geçmekte. David Desouza’nın kızının (Katherina Desouza) öldürülmesi ya da kaybolması üzerine dönüyor. Baba Desouza, kızının Kevin tarafından öldürüldüğünü düşünüyor. Çünkü izler Kevin (Serhan Süsler)’ı işaret ediyor.

Kevin tutuklanıyor. Cezaevindeki hücresine sürpriz bir mektup geliyor. Fay (Üzüm Arat) adında bir hanım. Daha sonra anlıyoruz ki, Fay ile Kevin arasında bir gönül bağı var. Bir süre sonra mektuplaşmaların yerini cezaevinde karşılıklı görüşmeler alıyor. Okul yıllarında birbirleriyle münasebeti bulunan çift arasında, yıllar sonra yeniden bir heyecan cereyan ediyor. Fakat ikisi de evlenmiş. Hatta Fay’ın eşi, akıl hastanesinde yatıyor. Fay ve Kevin’ın arasındaki mektuplaşma ve görüşmeler çoğalınca, Fay ister-istemez Kevin’in katil olmadığını düşünüyor.

David Desouza da, ikilinin aralarında ne döndüğünü bilmek için, Fay’in peşine dedektif takıyor. Bir süre sonra David, kendini açık ediyor ve Fay ile daha yakından görüşmek istiyor.

Bunlar olurken gardiyan da Fay’a Kevin’a, başka kadınlardan gelen mektuplardan bahsediyor. (Burada cezaevlerine gelen ziyaretçilere uygulanan psikolojik baskıyla yıldırma politikasını görebiliyoruz.) Fay, bu mevzuu ve David Desouza mevzuunu mahkûm Kevin’a açıyor. Kevin, David Desouza’nın Michael (Kevin’e göre Michael onu cezaevine tıktıran, iftira atan bir kişi, oyunda sadece adı geçiyor) olabileceğinden şüpheleniyor. David de Fay’ın Michael olduğundan şüphelendiğini anlamış olacak ki ona Michael ile görüştüğünden bahsediyor. Oyun bu minvalde gelişiyor.
Oyun en son David Desouza’nın bir koltukta oturup konuşmasıyla bitiyor. Oyundan bana kalan şu ifade oldukça alâkamı çekmişti: “Belirsizliklerle iç içe dolu dünyada yaşıyoruz!”

Öncelikle oyunun çok uzun olması pek çok seyirciyi sıktı. Bunu telefonlarında saate bakanları gördükçe, ki arada ben de bakıyordum, anladım. Tiradlarda kullanılan kelimeler uydurukçaydı, uzunluğu ve bazı oyuncuların ifade ediş biçimleri eksikti.

Farklı kültürlerin oyunları, bizim dilimize iyi bir biçimde tercüme edilemediğinden; ortaya iyi eserler çıkmıyor. Vaktiyle Ahmet Vefik Paşaların yaptığı adaptasyon oyunlarını bu meselede mantıklı buluyorum.

Fakat oyunun şüphe ve merak uyandırıcı olması da ayrı bir hâdise. Saate baktığınıza pişman edici bir merak ve acaba katil kim dedirten bir polisiye şüphe mevcuttu oyunda.

Uzun süreden sonra seyrettiğim bu oyunun ortalamanın üzerinde olduğunu söyleyebilirim. Bende alâka uyandıran bir husus da bulunuyordu oyunda. Oyunda netice olarak “katil şu” fikri verilmemesi, seyirciyi düşündürme yolundaki çabası mühim bir noktaydı. Öyle ya, koskoca dünyada bir şeylerin parçası olmak için gayret ediyoruz, kimileri de tam aksine hareket ediyor. Belirsizlikler olmasa, ümitvar olabilir miydik acaba? Peşindeyiz, hakikî belirsizliklerin...
 
1-Bu meseleye dair bkz. Edebiyat Mahkemeleri, Necib Fazıl Kısakürek

Baran Dergisi 574. Sayı