Paranın mahiyeti.
..
Bomboş devrimizin, insan ruhunu dolduran yegâne sistemi olan İBDA muhatap anlayışı, parayı hasrı içine alarak ve aslına bağlayarak, misyonunu bu mevzuuda da ifâ etmiştir.
“Yevmiye: “Bomboş bir devirdeyiz!...” Asfar: Sırlar. Boş şeyler... Asfer: Bomboş şey. Kızıl. Islık çalan... Firâs: Çok fazla kırmızı nesne... Firâset: Zihin uyanıklığı. Süvârilik (Kaptan). Yiğitlik (Cihad). Anlayış kabiliyeti.” (1)
İBDA’nın, bomboş devrimizin tek yiğitlik ve anlayış mihrakı oluşunu, mevzuular ve meseleler içinde ele alacağız.
Parakutâ’ eseri vesilesiyle ve oradaki işaretlerin delâletiyle mevzuumuza girelim.
Parakutâ’da “tasarruf” başlıklı yevmiye’de Üstadın şu ifadelerine dikkat çekiliyor: “Tasarrufu iktisat etme, zannederler... O da var, ama tasarruf, bir şeye hâkim olmaktır...” (2)
Eşya ve hadiselere hâkim olmak... Parayı zapt ve teshir etmek...Yani, paraya tasarruf (hâkim olmak)... Paranın mahiyetini yorumlayarak paraya hâkim olmak.
Varlık varlıkla bilinebiliyor ancak... Varlığı varlıkla kavramak ve eşyanın mahiyetine vâkıf olmak... Öyle ki, varlığın bilinememesi ve mahiyetinin açıklanamaması Mutlak Varlık’ın bilinememesine yol açar... Eşyanın mahiyetini ve içyüzünü yorumlayarak herşeyi aslına bağlıyan İBDA mihrakı, paranın mahiyetini de bize yorumlar... Böylece İBDA, “tevhid sırrı”nın da koruyucusu oluyor... Şeriatın hakikatiyle korunması da gerçekleşmiş oluyor... “Paranın ‘tevhid sırrı’ ile ne ilgisi var?” demeyelim... Çünkü, “gölgede bulunan mahiyet onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir.” Demek ki mesele “tevhid sırrı” ile ilgilidir...
“Bildiren” Allah olduğuna göre, eşyanın mahiyetini kavramak için dindeki gizliliklerin açık edilmesi gerekiyor. Demek ki, te’vil ve tâbir gerekiyor... Yani, “irfan”... Parakutâ’da “irfan” şöyle tarif ediliyor: “Fıtrî istidat eseri olarak inceleyerek tefekkür edip bilmek; buna ilm-i ledün ve İlm-i Rabbânî de denir.”
Eşya ve hadiselerin mahiyetlerini yorumlamak te’vil ve tâbir etmekle mümkün... Bu da irfan, yani ilm-i ledün’le mümkün... Eşya ve hadiselere tasarruf demek olan ilm-i ledün... Hâkimiyet, tasarruf, mahiyet, te’vil ve tâbir, kuvvet, ilm-i ledün kelimelerinin mânâları bir hizadadır...
Paraya hâkim olmak için, paranın, İslâm’a nisbetle te’vil ve tâbiri gerekiyor... Paranın mahiyetini yorumlayabilmek... Mânâ-sûret ilişkisi ve insan meylinin hakikatinin gösterilmesi halinde işte paranın mahiyeti:
“Kalbler, ihtiyat icabı mala meyleder... “Sûret olmadan mânâlar ebediyyen bilinemez” hikmeti icabı, sözkonusu meylin hakikatini bilmeyen ve mânâda malı putlaştıran insan, şayet sûretin geçici ve zamanla mahvolan mahiyetini idrâk etseydi, tıpkı “kâfir putlarda neyi aradığını bilseydi zındık olmazdı” hesabı, ihtiyatı Allah’ta ve Allah’ın Resûlü ile bildirdiği ölçülerde arardı. “Samirî’nin öküzü” misalinde insanların mala atfettikleri değerin, doğrudan doğruya malın zatiyle puta dönüşümü ne kadar da mânâlı!...”(4)
Kendi yonttuğuna tapan insan misâline düşmemek için, sûret olan paranın mahiyetini idrâk etmek ve paraya tasarruf (hükmetmek) şart... Malûm olduğu üzere, insanın sûreti de sonuçta kurukafa ve iskelet haline dönüyor...
Paranın te’vil ve tâbiri
....
Paranın, İslâm’a nisbetle te’vil ve tâbiri gerekiyor, demiştik. Bu da paradan “ayrı bir şey”... Bir şeyin mahiyetini keşfetmek için gereken te’vil ve tâbir, o şeyden ayrı bir şeydir. Meselâ: “İslâm’a muhatap anlayış” ile İslâm ayrı bir şey... İslâm’a bakan göz ile İslâm’ın aynı olmayacağı gibi... Nesne ile ona bakan gözün ayrı olması gibi... İslâm’ın tatbiki için gereken “Tatbik Fikri” de, İslâm’dan ayrı bir şeyi gerektiriyor. Tıpkı, ilm-i ledün gibi; şer’î ilim dışı, fakat Şeriatın dışında değil... Bilakis bu sahalarında tasarruf edilmesini Şeriat emrediyor. Ayrı bir şey olması, aykırı ya da karşısında mânâsına gelmiyor... Hem bir, hem ayrı... Asıl ile gölge arasındaki ilşki gibi...
Paranın “kuvveti”...
“Para kuvveti” bahsinde şöyle deniliyor; “Kuvvet: Sükűnette bulunan cisimleri harekete, harekettekileri sükűnete getirmeğe muktedir olan sebep. (Kuvvet tesir ettiği cisimlerin haricindedir)”(5)
Demek ki, paranın kuvveti, paradan “ayrı bir şey”... Parakutâ’nın takdiminde de bu hususa işaret ediliyor: “Tesir ettiği cismin dışında bulunan kuvvet ve sebep keyfiyeti.” Bu tesbit, Üstad’dan işaretlediğimiz “tasarruf” kelimesinin mânâsiyle örtüşüyor. Çünkü, eşyaya tasarruf için, eşyadan ayrı bir şey gerekiyor... Zaten parada da, paradan ayrı bir şey bulunuyor... “Güç affı”, “hâkimiyet aracı olarak kabulü”, “değer” gibi paradan ayrı şeyler sözkonusu...
Yukarıda aktardığımız üzere tasarruf; iktisat etme değil, hâkim olmak, yakalamaktır. Yani, iktisadın da üstünde, iktisada da pençesini geçiren bir mânâda... Demek ki, “hayata bakış tarzı” ile paraya hâkimiyet kurabiliriz ancak...
İnsanın para ve malı da hâkimiyet aracı olarak gördüğünü belartelim. İnsan, yaratılışı gereği hâkimiyete meyillidir. İBDA Mimarı’nın İmam-ı Gazâlî’den işaretlediği şu husus: “Gazâlî, mayasındaki “rabbânî” özellik icabı insan ruhunun “rubûbiyet”i sevdiğini söyler.” (3)
İlm-i ledün (İlm-i Rabbânî) ile bağlantılı gördüğümüz şu kök bilgisini de bahsin devamından işaretlemek istiyoruz:
“Gazâlî’nin kullandığı “rubûbiyet” ve “rabbânî” kelimelerinin kökü olan “rab” kelimesi Arap dilinde, “Allah”ın isimlerinden biri olmanın yanısıra, “sahip, efendi, reis, mürebbi, bakıp gözeten, nimet veren, düzene koyan” gibi mânâlarda da kullanılır.”
Kuvvetin tesir ettiği cisimden “ayrı bir şey” olduğunu nakletmiştik. Te’vil ve tâbiriyle (ilm-i ledün), eşya ve hadeiselere pençesini geçiren ve onları tasarruf altına alan “asrın diyalektiği”nin kuvveti... Diyalektik, bir benzetme ile “arabanın hızı” ya; İslâm’ın hızı İBDA... Araba İslâm ise, onu yürüten de İBDA... Yürütülmezse, araba arabalığından bir şey kaybetmez, fakat müslümanlar olarak biz yaya kalırız. Hız, arabadan “ayrı bir şey”... Fakat hızı olmayan araba da gitmez...Bunlar birbirinden bu kadar ayrı, fakat bu kadar da gerekli... “Hem bir, hem ayrı”...
Ne para, ne anti para... İslâm, zıt kutuplar arası muvazenin üstün nizâmı... “Diyalektik, zıtların birliği teorisi” ya... “Parakutâ’, bunun para mevzuunda gösterilişi... Paranın mahiyeti bu... Eşya ve hadiselerin mahiyetini gören ve gösteren İBDA mihrakı, paranın da mahiyetini bize göstermektedir...
İslâm, her şeye hâkim... İslâm’a muhatap müslümanların yaşadıkları zamanı bütünleyerek bunu göstermeleri gerek... “Topluluk Hakikati” ile bütünleşecek bakışı ölçülendirmek... Yani, İslâm’a muhatap anlayış... Bu eser (Parakutâ’) vesilesiyle şu görüldü ki, para mevzuu bile “İslâm’a muhatap anlayış” davasıyla yakın alâkalıdır... Para mevzuu ile ilgili şunu hatırlatalım ki, Bütün’e (İslâm’a muhatap anlayış) bağlı bir şuur ile yaklaşılmadığı zaman iktisadî meseleler çözülemez. Çünkü bütün kaybedilirse paraya hâkim olunamaz. Zaten teferruatçılık şuuru bunu gerektirir.
Parakutâ’...
Parakutâ’nın bir mânâsı da, “para kuvveti” demek... “Kuvvetin tesir ettiği cisimden ayrı bir şey” olduğunu biliyoruz... Mühim olan o şeye sahip olmak... Eğer ona sahip olunmazsa süflî mânâsiyle para bizi yakalar ve kötü son gelir. “Samirî’nin öküzü”nü hatırlayalım... Ayrıca, Romalıların sefahat döneminde, patlayasıya yiyen, yedikçe kusan ve kustukça tekrar yiyenlerin akibetini de ibret gözümüzden uzak tutmayalım...
“Parası olan düdüğü çalar” zihniyetinin hâkim olduğu ve “ekonomik çağı” denilen bu devirde, diğer bütün meseleler gibi, paraya da diş geçirmek ve hâkim olmak şart... Paranın hükmettiği devirde paraya hükmedebilmek... İşte mesele bu!...
Eşya ve hadiselere hâkim olmanın temel ölçüleri şöyle işaretleniyor Parakutâ’da:
“Allah Kur’ân’ında, insanı kendisine halife olarak yarattığını ve onu eşya ve hadiseleri teshire memur ettiği emriyle, fâni ve ebedî, sahte ve gerçek dünyalara ve her ikisine karşı, insanî vazifelere ait sırrı bildirmiş ve ölçüyü vermiştir.”
“Müslümanlıkta dünya odur ki, mü’min onu zaptedecek, ona hâkim olacak, fakat onun esaret ve hâkimiyetine düşmeyecektir. Bu harikûlâde inceliği anlayan, on dakik “nüans-gamiza”lardan ibaret İslâm’ın dünya ölçüsünü de kavrar; ve bu vakte kadar eşya ve hadiselere İslâm adına nasıl tek taraflı bir gözle bakıldığını ve dünyanın nasıl elden kaçırıldığını görüp ürperir.”
İslâm tarihinde, paraya hükmeden birçok çarpıcı tablolara sahip olmamız yanında, (sadaka niyetine oturduğu evi vereninden, tacını tahtını yere vurup helâl kazanç gayesiyle dağlardan çalı çırpı toplayan velîlere kadar) , İslâm Birliği davasının sembolü Halife Yavuz Sultan Selim’in hazineyi ağzına kadar doldurduktan sonra mühürlemesi ve ondan sonra gelen hiç bir sultanın o seviye çıkaramamasını burada zikredebiliriz. İslâm’ın zirvede olduğu devirde hazine de ağzına kadar doludur. İslâm’ın hâkim olduğu çağda paraya da hâkim olunmuş ve hazine dolup taşmıştır. İlk hazineyi (Beyt-ül Mal) kuranın, 2.Büyük Sahabî Hz.Ömer olduğunu da belirtelim...
İslâm’ı hayata nakşetmeye dair bir fikir ve aksiyon mihrakı olan İBDA, ilâhî ölçüleri tekerleme gibi kullanan keleşlerden fikir ve aksiyonuyla ayrıldığı gibi, para mevzuunun da İslâm’ın hasrı içine nasıl alınacağını bize göstermiştir.
Parakutâ’, para mevzuuna çok değişik bir yaklaşım. Tamamen orjinal bir eser... Kusto, tüccâr ya; tüccârın para ile böyle oynaması normal sayılmalı. “Para, gayet tuhaf bir nesne, kaçak ve kurnaz” diyordu Kumandan... Ve, “Paraya yakıştırılacak en güzel alâmet tilki” diyordu... Demek ki paradaki tuhaflıkları da yakalamak Kusto Tâcir Tilki’nin işi...
Parayı teshir cehdinin bir eseri olan “Parakutâ’”, ilm-i ledüne bir misâl... Kuta’: Düş yormak, rüya tâbir etmek” demek... Eserin alt başlığı “Paranın Romanı”... Roman: Masal, mesel, düş yormak... “Eşya ve hadiseleri murakabe ve öteleri kovalayıcı hayal gücüne” mevzuu romanın, eşya ve hadiseleri te’vil ve tâbir demek olan ilm-i ledün’le ilgisi malűm... Ayrıca romanda, hem fotoğrafçılık, hem ressamlık işinin birarada bulunması gibi, Parakutâ’da da işin ruh ve madde yönü birlikte ele alınıyor...
Para ve İrfan
Paranın “irfan”a benzetilişi üzerinde durmalıyız.
“Para ve irfan” bahsinden işaretlersek:
“İrfan, bilgi sahibi olmaktan ziyade, bilinen şeyler vasıtasıyla bilme hassasına ermektir. Bilme hassasına eren, bilmediği şeylerin de bir nevî âlimi olur. Nasıl ki parası olan, satın almadığı şeylerin de bir nevî mâliki sayılır.”
Para, mallar arasında, irfan ise bilgiler arasında joker gibidir. Yukarıdaki ifadelerin devamında ise şu hususa dikkat çekilir:
“Demek ki şu veya bu bilgi malından ziyade, mallar arasında müşterek kıymet vahidi olan manevî paraya yani ruh ve akıl kıvamına irfan demek lâzım.”
Bütün mesele ve mevzuuları çözücü şifre-anahtar mevkiindeki irfan (manevî para).... Öyle bir anahtar ki, onunla her odaya girilir, her kapı açılır... Tek tek odaların anahtarlarını temin etmeye çalışmak ve bu odaların birbiriyle alâkasını kuramamaktansa, bütün kapıları açıcı böyle bir anahtara sahip olmak daha akıl kârı olsa gerek!.. Malûm olduğu üzere, şifreyi bilmedikten sonra elinde bir tomar anahtarla gezmek de hiç bir işe yaramaz...
Asıl zenginlik “irfan”da... Para mevzuunda da benzer durum sözkonusu... Dünyanın bütün maddî kıymetlerine sahip olamayız, fakat maddeye tahakküm eden bir ruha sahip olursak bütün madde bizim olur. Maddeye esir olanların, maddeye sahiplik iddiası ise komiktir.
Paranın kıymeti, zati keyfiyetinden değil, insanların ona atfettikleri değerdendir. Yoksa avuçiçi kadar değersiz kağıt parçalarının ne kıymeti olabilirdi ki? “Değer” deyince temelde ruhî kabul ediş sözkonusu... Maddî paraların ona bağlandığı “manevî para”.... İrfan, “manevî para” demektir... Bütün paraları satın alma gücündeki “manevî para”... “Kanaat hazinesi” diye bir şeyin varlığını biliyoruz... Bizim inanışımızda her şey ruha bağlıdır ve paranın da ruha bağlanmasının “nasıl” ve “niçin”i izahını bulmuştur.
“İfrat halde tecrit” gözüne mâlik “kelâm ve mânâ toplayıcısı” Salih Mirzabeyoğlu, para ile kelâm arasında şöyle bir ilgi görüyor:
Para ve Kelâm
“Paranın kelâmı andıran bir yanı var... Hâle nisbetle mevcut olmayan mâzinin kelâm mahfazasında saklanması ve henüz gerçekleşmemiş istikbâlin onda hayal kaydıyla var olması gibi... Geçmiş emek ve geçmiş veya geçmeye mahkûm mal izâfî bir değer olarak paraya yüklenirken, süren ve hayâlî mal ve hizmet de onun izâfetine mevzuu oluyor...”
Paranın dile benzetilişi
“Para, malların mübadelesinde, dilin fikir mübadelesindeki rolünü oynamıştır.”
“Para ve çocuk” bahsindeki Lugatçe’den para’nın “parça” mânâsına da geldiğini görüyoruz:
“Para. Parça. Bâr: “Saçan, yağdıran, döken, ışık veren” mânâsına ek. Cüz. Küçük çocuk. Kıvılcım (Son ve Tek Kıvılcım?) Bir acı otun suyu... Kahramanlık göstermek... Sebep... Vasıta...”
Para; Parça... Parça’nın hakikatini öğrenmeye muhtacız... Çünkü parçanın bütünle alâkasını kestik mi, parça, tâbiri caizse paramparça olur. Günümüzün manzarası budur... Herşey paramparça... Aralarındaki münasebeti temin eden “Bütün Fikir” kaybolduğu için parçalar birbirini tahrip eder duruma gelmiş, kaos ve kargaşa herşeye hâkim olmuş... Parçalardan meydana gelen atomun patlamasından daha beter bir hâl doğmuş. Atom bombası patlasa, doğan felâketi herkes anlar, fakat “bütünlük şuuru”nun kaybedilmesinin atom bombasından daha büyük bir felâket olduğu anlaşılmaz. Fakat dünyamızda yaşanan büyük kargaşa ve bunalım bunun işareti olmakta... Günümüzde herşey, “cem olma”
ihtiyacını ihtar etmekte...
Para ve irfan ve ilm-i ledün...
Para; parça, cüz, küçük çocuk... Para ve çocuk... Çocuğun yakınlığı ve paranın yakınlığı... Çocuğun insanı teshir etmesi gibi paranın da insanı teshir eden bir yönünün bulunması... “Kalplerin ihtiyat icabı mala meyletmesi” hakikati de insanın paraya yakın olduğunu gösterir. Fakat bu yakınlığın hakikati ne? Bunun keşfi için, irfan (ilm-i ledün) gerek...
Parakutâ’da “Para ve irfan” ve “para ve çocuk” bahislerinden sonra gelen “çocuk ve irfan” bahsinde “irfan” şöyle tarif ediliyor:
“İrfan, fıtrî istidat eseri olarak inceleyerek tefekkür edip bilmektir. Buna “ilm-i ledün” ve “İlm-i Rabbânî” de denir.”(6)
“İrfan deyince, İlm-i ledün, te’vil ve tâbir, İslâm’a muhatap anlayış kavramlarını bir hizada düşünmeliyiz...
Allah’ın verdiği bir istidat eseri olarak, dindeki gizlilikleri açık ederek Allah’a yaklaştıran İBDA irfanı (ilm-i ledün de diyebiliriz) ile, Allah’a yakınlığı dolayısıyla büyükleri cezbeden çocuğun ilgisine dikkat: Allah’a yakın çocuk ve Allah’a yaklaştıran İBDA... Allah’a “vasıta” İBDA... “Yağmurun ALLAH ile ilgisi YENİ’dir” ve “çocuğun Rabbine ilgisi DAHA YAKIN’dır” hikmetlerini, İBDA’nın “yeni ve benzersiz”, “yakîn halini elde eden” ve “Allah’a yaklaştıran” vasıflarıyla birlikte düşünürsek, “Büyük Doğu bulutunu rahmet yağmuru gibi yağdıran İBDA”nın, neden müslümanlar için rahmet olduğunu ve müslümanları Allah’a yaklaştırdığını daha iyi anlarız.
Burada şöyle bir çıkıntı yapalım: Allah ilm-i ledün’ü Şeriatta kendisine Resűl’ünün diliyle ibadet edilmesi için “fâkih-i idrâk sahipleri”, “yazı ve çizgi âlimleri” aracılığıyla getirmiştir. İlm-i ledün’ün (İBDA irfanı) Allah’a yaklaştıran yanı böylece anlaşıldı sanırız... İBDA’nın da Şeriatı hakikî olarak ve hakikatiyle koruduğu da...
Allah’a yakın çocuk ve Allah’a yaklaştıran irfan (ilm-i ledün, İlm-i Rabbânî)..... “Çocuk hikmeti” ile ilgili olarak, Üstad’ın çocuk şiirinden: “Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk”... BÜYÜK DOĞU ağacı içinde ağaç yetiştiren İBDA tomurcuğu... Büyük Doğu’nun çocuğu İBDA... “Babanın varlık sebebi olan çocuk”... Ve, çocuk da toplu gerçek... “Çocuk”un “arkadan gelen” ve “istikbâl” oluşu... İstikbâl İslâm’ındır... İstikbâl İBDA’nındır...
“Çocuk ve irfan” bahsinin akabinden gelen levhada, Üstad’ın “bu çocuk benim nasibim ve mutluluğuma vesile” mânâsındaki şiirinden ve Kumandan’ın takdim yazısını zevkle okuyuşundan bahsedilir. Bu rüyanın tâbiri de, BÜYÜK DOĞU’nun açılımı halinde zuhur eden İBDA fikir ve aksiyonu boyunca her dem ortaya çıkmakta ve gözler önüne serilmekte... Yani, tâbire fazla ihtiyaç bırakmamakta...
İlm-i ledün sahibi hâkim ve hâkim Salih Mirzabeyoğlu, eşya ve hadiselerin İslâm’a nisbetle te’vil ve tâbirini yaparak dindeki gizlilikleri gösterir ve böylece Şeriat Bütünü’nün bir parçası olurken, idrâklerdeki kirleri arındırarak Kurtuluş Yolu’nu bayraklaştırır... Parça, bütünün habercisidir... Bunun için İBDA: “SON VE TEK KIVILCIM”... Üzerine titrememiz gereken, “odun yığınının gizli bir köşesindeki tek bir kıvılcım noktasıdır. “Tek kıvılcım noktası” İBDA... “
TEK” ve “BİR”... Üstad’ın Kumandan’a söylediği şu sözden de açıktır: “Beni anlayan BİR TEK sen varsın”... Bize düşen ise, bu kıvılcımla çatır çatır yanmak ve yakmak...
Parakutâ’ ve Tilki Günlüğü....
Para; Pâr... bâr... pîr... bir?... Elime BİR genç geçti, PîR geçti; kendi geldi! İnşaallah seni ben yetiştireceğim!....” demişti Üstadımız Kumandan’a... Ve, “artık hiç şüphem kalmadı” diye Üstad’ın Kumandan’dan emin oluşunu bildirmesi... Kumandan’ın yazılarını kendisine dikte ettirip ettirmediğinin sorulması üzerine, Üstad’ın ziyaretçilerine verdiği, “tek kelimesine bile dokunmadığı” cevabı... Ve Abdülhâkim Arvasî Hazretlerinin lakabı da malûm: “Keremli PîR’lerin nazarlarına görünen.”
Parakutâ’da, I.Levhanın sonunda, sonu soru işaretli şöyle bir lugatçe veriliyor:
“Pâr... Bâr... Pîr... Bîr...?”
Pâr: Para. Parça. Cüz. Çocuk. Kıvılcım. Bir acı otun suyu. Sebep. Vasıta.
Bâr: Meyve. İlâh. Yük. Eziyet. Yâr. “Saçan, yağdıran, ışık veren”
“Pîr” ise: Yaşlı, Ulu. Reis. Herhangi bir meslek ve sanatın başlatıcısı, tesis edicisi mânâlarına geliyor.
“Pâr... Bâr... Pîr” malűm olduğuna göre “bîr” ne?
Hemen cevap verirsek, “Birr” tilki demek... Tilki Günlüğü... Yani “Ufuk ile Hafiye”.....
Üstad ile Kumandan... İki kişi. Ve, Üstad’ın “beni anlayan
bir tek sen varsın” dediği, “Pîr Kumandan, Bîr Kumandan...” “BİR”in gölgesi “BİR KUMANDAN”....
Rüya tâbirnâmesi hüviyetinde bir ilm-i ledün eseri olan Tilki Günlüğü ciltlerinde geçen “Bir Pîr Tilki” başlıklı bir vâridâtı da hatırlatalım ki, “Pâr... Bâr... Pîr... Bîr...” arasındaki yakın ilgi görülsün... Ayrıca “kutâ” da tilki mânâsına gelmektedir. “Paraya yakıştırılacak en güzel alâmetin “tilki” olduğu da belirtiliyor Parakutâ’da...
Seçtiğimiz şu “para” lugatçesi bahsimizi özetliyor:
Para: Parça. Çocuk. İrfan. Kelâm. Kusto. Tüccar. Bîr. Pîr. Tilki. Nebat ilmi. Uyku. Rüya. Rüya tâbir etme. Te’vil ve tâbir. İlm-i ledün. İlm-i Rabbânî...
İlm-i Ledün...
İlm-i ledün mevzuuna biraz daha yakından bakmaya çalışalım:
“Ledünnî ilim, Allah’tan ilhâm yoluyla mânâlar kavramak işi... İbadet, ukubât ve muamelâta ait ŞER’î meselelerde olduğu gibi LEDÜNNî mahiyetteki meselelerde de her mevzuu, kendi “usűl, esas ve kurallarıyla” ele alınabilir... Bu hakikate binaen, Şer’î olmayan mevzuuların dindeki ölçü ve ölçülendirmelere nisbeti, her mevzuun kendine mahsus keyfiyetine göredir” (7)
Kıyamete kadar karşılaşılacak bütün meselelerin çözümleri HAK DİN’de saklı olduğuna göre, zamanın meselelerinde bunu ortaya çıkarmak vazifemizdir... Zamanın kendine ait meselelerini çözmek, ancak dindeki gizliliklerin açık edilmesiyle mümkündür. Bu meseleler, “ibadet, ukubât ve muamelâta” dair işler olmayabilir. Esasen mesele pek de bunlar değildir. Çünkü bu meseleler zamanında açıklanmış, içtihad gerektiren hususlarda içtihad yapılmıştır. Günümüzde sorun, ledünnî mahiyetteki meselelerin çözülmesidir; Şer’î olmayan mevzuuların dindeki ölçü ve ölçülendirmelere nisbetinin gösterilmesidir. Asıl mesele budur. Yoksa, iman esaslarında, namazın kaç vakit ve kaç rekat olduğunda, içki içene, zina edene verilecek cezada, akitlerin nasıl olacağında bir ihtilaf yoktur. Sorun; ledünnî mahiyetteki meselelerdir; Ledünnî ilmin, Şer’î ilimlere nisbeti ve insan ve toplum meselelerine tatbikidir...
İlm-i ledün’ün zarurî olduğuna dair bir ölçüyü nakledelim:
Allah Resûlü, kendi sözleri üzerine aşılanmayan ağaçlarda hurma olmaması üzerine şöyle buyurur:
“__ Hurmaları aşılayınız... Sizler dünyanın işlerini benden daha iyi bilirsiniz!...”
İBDA mimarı Salih Mirzabeyoğlu, dindeki gizlilikleri açık ederek bu hadiste saklı hikmet pırıltıların bize şöyle gösterir. Parakutâ’dan özetlersek:
Dünyanın tecrübî işlerinde bâtından haber vermenin olmayışı ve Şeriat’ın emri gereği dünyalık verimlerini devşirmenin şart oluşu... Dolayısıyla “tatbik fikri”nin gerekliliği.... Sefilliği nisbetinde, ahiretin tarlası olduğu için dünyaya ehemmiyet verilmesi, yani dünya işlerini terkedip, dünya meselelerinden uzak yaşamanın men edilmesi... Ve, bütün ilimlerin kullandığı “tecrübe”nin, “tatbit mevzuu” olarak zarureti.... Hz.Ali buyuruyor: “Tecrübe, fayda ile birlikte, ayrı bir ilimdir”... Ve “İslâmî hükümlerin doğru olarak “uygulanma şekilleri” kendisinin devamı olan “kurtuluş yolcusu” için, “tecrübî hüküm”dür: Ve zincir, her biri kendi zamanını bütünleyerek gider.” “Hükmün doğru tatbiki”nden bahis, onun malûm oluşudur. Bu malûm oluşta, bazen hüküm görünür, bazen de hükmün mânâsı... “Topluluk hakikati’nden olan her “tecrübî hüküm” uygulandığı an da, bu tatbik İslâmî’dir, KURTULUŞ YOLU’dur.”
Aktarmaya çalıştığımız bu özetten de anlaşılacağı üzere, ilm-i ledün, Şeriatın tatbikiyle doğrudan ilişkili ve ancak “tecrübî hüküm”lerle Kurtuluş Yolu çizgisi kesintisiz devam edebilmekte... Demek ki, Kurtuluş Yolu’nun yürümesi için ilm-i ledün şart... Nesne ile nesneye bakan göz farkında olduğu gibi, ilm-i ledün ürünü olan “Tatbik Fikri” şart... Bakış işi, bu bakışı ölçülendirme işi... Te’vil ve tatbik işi... Tatbik; tecrübe işi... Yani, ilm-i ledün...
“Şer’î olmayan mevzuuların dindeki ölçü ve ölçülendirmelere nisbetini getirebilmek... İşte mesele bu!...
İlm-i ledün ve İBDA...
İBDA, dünyalık işlerin verimlerini kendine bağlayan muazzam bir diyalektik...” İslâm’ın hasrı dışında hiçbir şey yok” ya!... İşte bunun, yalancıktan değil, gerçekten gösterilmesi ilm-i ledün’le mümkün... Günümüz için gerekli ilm-i ledün ise: İBDA İRFANI... Dünyalık işlerin verimlerini, yani şer’î olmayan mevzuuları, dindeki ölçü ve ölçülendirmelere bağlayan İBDA’nın irfan gözü... Şunu tekrardan belirtelim ki, şer’î olmayan mevzuuların dindeki ölçü ve ölçülendirmelere nisbetinin yerine getirilmesi, şer’î bir mükellefiyet olup, “Ben kulumu eşya ve hadiseleri teshir için kendime halife olarak yarattım” ilâhî emrinin gereğidir.
Dünyaya bakış açımızın nasıl olması gerektiğini bize öğreten yukarıda sözkonusu ettiğimiz Hadis, dünya işlerinde tecrübenin ehemmiyetini, eşya ve hadiselere seyirci kalmamamızı, onları zapt ve teshir etmemizi ihtar etmekte... Belirli sebeplerden belirli neticeler çıkacağını da... İbda Mimarı’nın bize açtığı pencere vesilesiyle bu hadisteki sonsuz hikmet pırıltılarını bir nebze anlamış ve Allah Resûl’ünün muradına, doğru bakabilmeyi öğrenmiş olduk. Halbuki bu hadisi daha önce de duymuş, fakat böyle önemli mevzuulara işaret ettiğini ve bize muazzam bir diyalektik ölçüsü verdiğini anlamamıştık. Bu da bize ölçülere bakacak göz şartını ihtar etmekte... Ölçülere, ölçülerin istediği gözle bakabilmek... Ölçüleri doğru anlayabilecek ölçülendirme ölçülendirmeleri... Demek ki diyalektik, edep, te’vil ve tâbir ölçüleri olmadan hadislere ve ayetlere bakanlar, ölçüleri doğru anlayamazlar. İBDA’nın diyalektik, edep, te’vil ve tâbir ölçüleri olmasaydı, “Hurmaları aşılayınız.... Sizler dünyanın işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadisini “din ve dünya işleri ayrıdır” şeklinde, hadisin ruhuna ters bir şekilde de anlayabilirdik. Ölçüleri bunun gibi anlayan, “İlahiyatçı, ilim adamı, yazar-çizer” yaftalı birçok kellenin ortada dolaştığını ve bunların her gün başka bir herze yumurtladıklarını bilmekteyiz. Demek ki, Şeriatı doğru anlayabilmek için İBDA’nın diyalektik, edep, te’vil ve tâbir ölçülendirmeleri, “olmazsa olmaz” derecede şart...
Şeriatı hakikatiyle ve hakikî olarak muhafaza eden ilm-i ledün sahipleridir. Çünkü, Kurtuluş Yolu, “tecrübî hüküm”lerle eşya ve hadiselere tatbik edilebiliyor... Şeriatı hakikatiyle muhafaza edenler ilm-i ledün sahipleri olup, “faiz, icar, seleme, hayız, nifas” bahislerini âlimleri değildir. Hatta böylelerinin düştükleri kötü bir hal vardır ki, anlamadıkları için ilm-i ledün’e ve ilm-i ledün’ün getirdiği yeniliklere karşı gelirler ve yobazlığa düşerler. “Kuru akılcı”, “kitap yüklü merkep” ve “tekerlemeci” gibi vasıflar böylelerini ifade eder. Bunlar, İslâm’ın ihyâsı önünde engel teşkil ederler.
İlyasoğlu Mercimek Ahmed’in Kâbusnâme’sinde geçen bir sözü: “Kadı’nın tecrübesi sebebiyle olan görüşü de Şeriata eşittir, yani Şeriatla ilgili meselelere eşittir.”
Zamanımızda “Topluluk Hakikati”ne bakışı ölçülendirerek Kurtuluş Yolu çizgisini yürütmek... Tecrübî hükümlerin tatbik edilmesi.... Kıyamete kadar sürecek ‘doğru tatbik’ler... Bütüne bağlı parça mevkiindeki, her asrın kendine ait özelliklerini taşıyan “doğru tatbikler”... Bu da ilm-i ledün...
Zaman ve hâllerin değişimine ve her an yeni olan eşya ve hadiseler zeminine karşı, devamlı yenilik arzeden bir anlayış şart... Yani, İslâm’a muhatap anlayışı yenileme... Eşya ve hadiselerin her an yeniliği karşısında onları zapt ve teshir demek olan ilm-i ledün, yeni ve yenilik sırrındandır. “Eskimez, solmaz, pörsümez yeni” İslâm’ın ebedî genç ve yeniliği hikmetinden de, ilm-i ledün’ün ne kadar gerekli olduğunu sezebiliriz...
İlm-i Ledün ve Şeriat ve İBDA
İlm-i ledün... Dünyadaki bütün oluş verimlerini Şeriata bağlayan ilim... “İslâm’ın hasrı dışında hiçbir şey yok” hakikatinin dünyalık bütün iş ve oluşlarda gösterilmesi... Bütün insanî verimlerin, hakikat kutbuna bağlanması... Mutlaka hakikate zıt hiçbir şey olamayacağına göre, ilm-i ledün, bütün meseleleri ve dünyalık bütün işleri İslâm’a nisbetle ifadelendirebilmek, izah edebilmektir.... Aksi takdirde, “teoride müslüman, pratikte kâfir” gibi bir çelişki sözkonusu olur. Hayatta karşılaştığı meseleleri İslâm’a göre izah edemeyen, uğraştığı alanın İslâm’a nisbetini gösteremeyenlerde olduğu gibi... İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun, her türlü meseleyi İslâm’a göre ifadelendirebilir bir dil kurması boşuna değil, bu ihtiyaç için... Zamanın ihtiyacı için...
Allah’ın halifesi insan, eşya ve hadiseleri, öküzün trene baktığı gibi seyredemeyeceğine göre, “hayata bakış ve hayat tarzı” davasını, hayattaki her mevzuuda göstermek zorundadır. Eşya ve hadiseler karşısında koyun gibi güdülmek değil, “hayatı görecek pencere”ye sahip olmak ve bu pencereden hayatı yorumlamak... Yani, anlayış, yani dünya görüşü, yani irfan gözü şart...
İBDA, “dışarıyı görecek pencere”dir... “Para kuvveti” başlıklı lugatçeden “manzara” kelimesini, his ve sezgimize göre özetlersek: “Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam”ın görülen, bakılan, nazar edilen ve beğenilen İBDA vasıtasıyla açtığı pencereden görülen dünyanın güzel manzaraları, bu tadı alanlarca malûmdur. “Bakılan yer, görülen yer” İBDA olunca, görülen manzara da nefis olur. Mezbeleliğe bakanların, güzel manzara görmeleri elbette mümkün değildir...
Her türlü meseleyi İslâm’a nisbetle yorumlayan yeni bir “usûl, metod, diyalektik” getirerek eşya ve hadiseleri zapteden İBDA, bütün ihtişamıyla görünürken, “muhatap anlayış”, “tatbik fikri” ve “ilm-i ledün” davalarından anlamayanların eşya ve hadiseler karşısındaki keleşlikleri (öküzlükleri de diyebiliriz) her geçen gün daha açık bir şekilde ortaya çıkmakta...
Birazcık
feraset gözü olanların, bu farkı görmemeleri mümkün değil!.. Gözü kör olanlara ise söyleyecek sözümüz yok!... Görmemek için gözünü kapatanlara da!...
“Sin” ne demek?...
“Sin” ne demek?... Uykusu dahi fikir mesaisi ile dolu olan Kumandan’ı rüyasında meşgul eden “sin, iki kişi demek” meselesinin ilm-i ledün’e de işaret olduğu, “sin ve ilm-i ledün” lugatçesinde görülür: “Sin: Çin ve uyku, rüya, rüya yorma, söz, ifade, savaşmak, dövüşmek, sefirlik, risalet vazifesi, ağaçları aşılama, dişi hurmayı yarıp erkek hurmanın dalı içine koymak...”
Sin; uyku, rüya, rüya yorma... Mânâlarına geliyor... “Dünya hayatında görülenler, rüyada görülenler gibidir; yani tâbire muhtaçtır.” .....Demek ki, dünyada görülenleri tâbir eden “anlayış mihrakı”na ihtiyacımız var... Zaten sin, tâbir demek...
İBDA Mimarı’nın takdim yazısını araması... Rüyalarında bile bu takdim yazısını arıyor... “Rüyaların izinde, tâbirlerin peşinde” süren bir kovalamaca... Ufuk kaçıyor, Hafiye kovalıyor... Takdim yazısını bulmak için kılı kırk yarıyor; çetin imtihanlardan geçiyor... “Âşıklık lafla olmaz, buna delil ve burhan gerekiyor”du; öyle de oldu... Âşıklığın delil ve burhanları ortaya çıktı.
Dev bir eser serisinin doğmasına da sebep, İBDA Mimarı’nın yıllarca peşinden koştuğu takdim yazısı, Üstad’ın dostuna arattığı bir şifre idi. Bu şifreyi çözme çile ve arayışı, İBDA Mimarı’na bir hazine buldurur. Büyükler böyledir:
“__ Dost elinize yapışıp kendisini aratmak için sizi kapı kapı gezdirir!”
Üstad’ın ölümünden sonra Kumandan’ın başbaşa kaldığı soru şu oldu: “takdim yazım nerede, hangisi?”... Ve “ölüm”ü kurcalayışı... Çünkü, “ben kimim?” demek “ölüm nedir?” diye sormayla eş... Ve, meçhul “ölüm”ün malûm haline gelişi... Ölümünden sonra da Üstad’la sıkıfıkılığın devam etmesi, hatta çok daha ileri boyutlarda... İki kişi arasında, birini ölümünden sonra da devam eden böyle bir ilişki... Öyle ki, bu ilişki sonucunda hayat-ölüm-rüyâ gibi muammaların derinlemesine çözüldüğünü, Tilki Günlüğü gibi emsalsiz dev bir eserin doğduğunu, Kumandan’ın hüviyeti olan ilm-i ledün’ün tezahür ettiğini söylersek, iki kişi arasındaki böyle bir ilişkinin Sokrat ve Eflatun’dan daha ileri olduğunu farkederiz.
İki kişi arasındaki yakınlaşma, sarmaş-dolaş olma... İki kişinin hemhâl olması... Efendi Hazretleri ile Üstad ve Üstad ile Kumandan... Üstad’ın alıcı verici rolünü ve “Üç ışık” hikmetini düşünürsek Üstad ile Kumandan’ın yakınlığının Efendi Hazretleri ile Kumandan’ın yakınlığı demek olduğunu da anlamış oluruz. Tabiî şunu da belirtelim:”Büyük velîler öldüklerinde, hayatta olduklarından daha çok tasarruf ederler...” “Hâkimvarı Necip Fazıl” ve “Abdülhâkim Mirzabeyoğlu”...
Üstad Kumandan’a, “Bir takdim yazım olacak. Bütün hüviyetinle görüneceksin!” demişti... İBDA Mimarı da “Hüviyetim Sin” diyor... İBDA Mimarı’nın hüviyetini, başlıklar halinde “İstikbâl İslâm’ındır” eserinden özetlersek:
Lugat ilmi...
Cem-ül cem_ Hakikatlerin hakikati makamı...
Vehbî; ruhanî feyz yolu...
Artık görünme zamanı: Kendinden zuhur...
Tasarruf edilenin tasarruf gözü... Gözde yuvalanan Allah’ın nuru olması ve herşeyi Büyük Doğu çerçevesine sokabilen İBDA’nın irfan gözü: “Ben mâleden bir gözüm ve gözümde yuvalanan nur, büyüklerimin!....” diyor İBDA Mimarı...
Rüyaların eşyadan daha gerçek bir buuda oturtulması... Rüyaların biçildiği kumaştan yaratılışın bizzat ispatı:”Tilki Günlüğü-Ufuk ile Hafiye”
Üstad’ın Derviş Muhammed rüyası... Derviş Muhammed; 21; sin... Derviş Muhammed: Kaptan Mirzabeyoğlu...
Kaptan Mirzabeyoğlu: Kaptan Kusto Müslüman... Dünya çapında bir hadise: Kumandan Salih Mirzabeyoğlu
Kumandan’ın TEK, BİR ve PîR oluşu...
Yavî... 6 sayısı... Yavî, tilki demek...
Dünyanın Beklediği Büyük İslâm İnkılâbı... Yürüyen El...
Yüzyıla Hâkim Adam...
İstikbâl İslâm’ındır... İstikbâl Üç Işık’ındır...
Muhatap Anlayış... Te’vil, Tâbir... (Sin; ilm-i ledün)
“Hüviyetim, Sin” diyen İBDA Mimarı....
İBDA Mimarı, “Hüviyetim Sin” diyor... Sin’in mânâsı, bütün yukarıda söylediklerimizde mevcut... Zaten bütün bunlar Sin’in topluca ifadesi... Mevzuu biraz açmamız icap ediyor:
İBDA Mimarı’nın bir vasfı da “Nesli Han-Han Nesli” ....Yani, hüküm koyucu oluşu... Geçer hüküm sahibi hâkim ve hâkim Mirzabeyoğlu... Terkibi hükümler koya koya yürüyen “Han Nesli” ....Çağımızın meselelerine hâkim ve, çözümlerini hüküm olarak serdeten... Zamanımızın hâkimi ve sahibi misyonu... Zamanın mânâsıyla mutabakatı olan anlayış sahibi... “Büyük İrşad Kutbu”nun “yürüyen el”i... “Zaman O’nun bölgesi” ...Demek ki, zamanımızda Şeriatın geçer hükümlerini koyacak ve bunları yürütecek olanın İBDA olduğu anlaşılıyor... Ve, koyduğu hükümlerin de Şeriat olduğu anlaşılıyor... “Şeriat, merkezden muhite bütün mukadder oluşlarıyla “dinin heyeti mecmuası” olduğuna göre, zamanın hal ve şartlarına göre İBDA’nın koyduğu hükümlerde Şeriattır... Zamanın değişen şartları ve kendine mahsus hallerine göre geçer hüküm koyan İBDA anlayışı... Allah Resûlü’nün “Ümmetim içindeki İsrail Peygamberleri gibidirler” diye buyurduğu “Basiret Ehli” ...İsrail Peygamberlerinin de değişen şartlarda hükümler koyması gibi... Değişen şartlara göre Allah ve Resûlü’nün muradına uygun yeni ve geçer hükümler koyan İBDA Hakikati... Allah Resûlü’nün Kur’ân’da geçen adı “Sin” ...Demek ki, Allah Resûlü’nün vârisi İBDA...
Hâkim Salih Mirzabeyoğlu’nun, yürüttüğü hükümlerle ve geçer hüküm koymasıyla her yerde olan “Nesli Han-Han Nesli” hüviyeti, ilm-i ledün sahibi olmasından da anlaşılmaktadır.
Geçer hüküm koyma (Nesli Han-Han Nesli) vasfı ile İBDA’nın Cem-ül Cem, Hakikatlerin Hakikati makamı arasındaki ilgiye temas etmek istiyoruz:
“Sin”, “Cem” ve...
Sin’in bir mânâsı da “Cem” ....Cem-ül Cem, hakikatlerin hakikati makamı... Hak ile halkı birlikte müşahede... Yani İBDA’nın makamı...
Çağımızda her şey o kadar dağılmış ki, “Cem” eden bir misyona acilen ihtiyaç var.. Her şey o kadar dağınık ve parçalanmış ki cem olmaya, hiçbir asırda bu kadar ihtiyaç duyulmamıştır... Herşeyin birbirinden ilgisiz, dağınık ve paramparça olduğu çağımızda, herşeyin yerli yerine oturtulması, nisbetlerin inşası şart... Öyle ki, şartlar, eğer şimdi olmazsa bir daha hiç olamayacağını ihtar etmekte... Demek ki zaman cem etme ve cem olma zamanı... “Dünya bir kahraman bekliyor; bir fikir kahramanı... Hadi bakalım inşaallah... Biz fikircimizi yetiştirmeye bakalım... Bomboş bir devirdeyiz!” diyordu Üstad Kumandan’a... “Dünyanın 500 yıldır beklediği mütefekkir namzedi” diyordu Üstad Kumandan’a. “Dil ve mânâ toplayıcısı” vasfının sahibi İBDA Mimarı her şeyi yerli yerine oturtan, bütün mânâ ve hikmetleri cem edendir... Diyalektiği ile de, hakikati yerli yerinde kullanandır.
Üstadımızın “Hiç kimseye hiç bir şey borçlu değilsin” dediği Vehbi feyz sahibi Salih Mirzabeyoğlu’nun, Allah vergisi ve kendi gayretiyle elde ettiği ilm-i ledün ile, kılı kırk yaran tahlil ve tecrit tavrı... “İfrat halde tecrit” sahibi... Nerede bir mesele ve hikmet görse, ilâhî istidadı gereği, o mânâyı ve mevzuu avlayan; hatta öyle ki kâinatı kalburdan geçiren cins zeka... Nerede bir mânâ ve hikmet bulsa toplayan ve hasrı içine alan, mânâların fethedicisi... “Büyük Doğu çerçevesine giren her şey Büyük Doğu’nundur” diyen ve bütün mânâ ve hikmetleri bu çerçeveye sokabilen “feraset gözü...” Bu hayatta görülenleri tâbir eden irfan (ilm-i ledün) sahibi Salih Mirzabeyoğlu, uykusunda bile tefekkür edebilen, ALLAH’IN BAHŞETTİĞİ İDRÂK GÖZÜ’DÜR... Allah’ın bahşı ve türlü çilelerin sonucunda, İBDA Mimarı’nın tâbir gözü, hayatı yorumlayan ve bizim için yegâne Kurtuluş Nizamı’nı işaretleyendir... Dünyayı avucunun içi gibi okuyan ve hayatın romanını yazan ASRA HÂKİM YENİLEYİCİ...
Sin, tâbir demek... Sin, ilm-i ledün demek... Eşya ve hadiseleri te’vil ve tâbir ederek aslına bağlayabilmek ve her şeyi yerli yerine oturtabilmek. Adalet, eşyayı yerli yerine koymaktır zaten... Zamanımızda, İBDA’nın tâbir diline şiddetle muhtacız!...
Bir ruhta iki beden...
“Sin, iki kişi demek...” Üstad ve Kumandan... Bir ruhta iki beden... “Benim en yakınım sensin, işte o kadar!... diyor Üstad Kumandan’a.... Sin, Ahmed demek... Ahmed de dost demek... İki dost... Bir ayniyetin birbirine denk iki kanadı halinde İKİ YENİLEYİCİ... İslâm’a muhatap anlayışın niçinini Üstad, nasılını Kumandan yeniliyor. İBDA Külliyatının arka kapaklarındaki, Üstad’la Kumandan’ı yanyana gösteren kafa motifleri bu mânâyı sembolize ediyor.
İslâm’a muhatap anlayışla, dünya hayatında görülenleri yorumlayan iki kişi... Uykuları dahi fikir mesaileri ile dolu olan asrı yenileyen iki kişi... İnsanların bilmedikleri mevzuuları uyku ile uyanıklık arasında(yakaza) idrâk eden iki cins zekâ... Eşya ve hadiselere fikrin tahakküm edici dişini geçiren ilm-i ledün sahibi iki kişi... İki âlem arasındaki münasebet ile ilâhî münasebet ilmi. “Hoca ile talebesi arasındaki münasebet” ile bitkilerdeki esrar bahsinde geniş bilgisi olmak...
Üstad’ın kendisine vereceğini söylediği takdim yazısını ararken doğan ilm-i ledün... İki kişi arasındaki ilişkiden doğan ilm-i ledün... Üstad Kumandan’a, “Bir takdim yazım olacak. Bütün hüviyetinle görüneceksin” demişti.... Bütün hüviyetiyle görünecek olan Hakîm Mirzabeyoğlu’nun “hüviyetinin sırrı” ilm-i ledün olarak beliriyor... Sin’in ilm-i ledün’le ilgisi malûm olduğuna göre, Kumandan’ın hüviyetinin de aynı zamanda ilm-i ledün olduğunu söyleyebiliriz...
Ahmed, iki kişi demek... Dal da iki eliftir... Dal, Hakkın delilidir. Yani, İrşad Erbabı’dır: İKİ YENİLEYİCİSİ...
Neticeten....
“Sin, iki kişi demektir... Ufuk ile Hafiye... Üstad ve Kumandan... Baba ve çocuk gibi; hem bir hem ayrı: BD-İBDA.... Asıl ve gölge gibi de anlayabiliriz bu iki kişiyi... Sahibini izleyen “GÖLGE...” BÜYÜK DOĞU’nun gölgesi İBDA...
Allah’a yakın iki kişi... Allah’ı yakından gören ve kalb gözü açık olanlara gösteren iki kişi... Allah’ın Kur’ân’ında: “Ey görmesini bilen basiret sahipleri, ibret alın” buyurduğu üzere... Mü’min odur ki yüzüne bakınca Allah’ı hatırlatır... Bu “İki çehre”ye bakanlar Allah davasından başka bir şeyi hatırlayamaz... Hayatı ve gayesi Allah olmuş, Allah’ta fâni olmuş, Allah’ın gölgeleri...
İlm-i ledün’ün dinamiklik, yenilik, te’vil ve tâbir, eşya ve hadiseleri zapt ve teshir demek olduğunu belirtmiştik... Sahip olduğu ilm-i ledün vasıtasıyla hareket ve canlılığı temsil eden İBDA’nın, sürekli değişen eşya ve hadiseler zeminine İslâm’ın damgasını vuracak tek sistem olmasının nedeni böylece anlaşıldı sanırız. İnsan ruhunu dolduracak ve bugünkü esaretinden kurtaracak
tek bir sistemdir İBDA... Gerisi boş vesselâm!...
“İlim Çin’de de olsa dileyiniz” Hadisini, Allah’ın bahşettiği idrâk gözü (İBDA Mimarı) şöyle yorumluyor: “Sin’de de olsa!...” ......Demek ki bize düşen vazife, İBDA ilmini dilemeliyiz, aramalıyız, öğrenmeliyiz, özümlemeliyiz!...
Dipnotlar
1) Salih Mirzabeyoğlu, Parakutâ’, İBDA yay. Sh.26
2) A.G.E. Sh:44
3) A.G.E. Sh:115
4) A.G.E. Sh:149
5) A.G.E. Sh:46
6) A.G.E. Sh:31
7) A.G.E. Sh:39
Akademya 10. Sayı