Yönetmen Onur Ünlü (şairliği de varmış ama şiirlerini görseniz, şairliği de varmış demezsiniz), Twitter hesabından paylaştığı şu sözlerle arı kovanına çomak soktu:

“Hiç kimseye tahammül etmek zorunda değilim. Kimse de bana tahammül etmek zorunda değil. Öyleyse İstanbul’un 1453’teki işgalini fetih zanneden vasatlar beni takibi bırakırsa çok sevinicem.”

Gezi olayları sırasında duvarlara “Zulüm 1453’te başladı” diye yazan zihniyet ile yukarıdaki zihniyet arasında herhangi bir fark yok.

Gayet açıktır bu: Meseleye Bizans’ın, Batı’nın, Hristiyanların tarafından bakarsan, Stephan Zweig bile olsan, İstanbul’u işgal olarak niteler, bu büyük fethin değerini düşürmekten, Fatih’i cani, acımasız bir savaşçı olarak lanse etmekten imtina etmezsin.
Meseleye Türklerin, Osmanlıların, Müslümanların tarafından bakarsan, çağ açıp çağ kapatan, zekâsıyla, inancıyla, bilek gücüyle, topuyla, tüfeğiyle, Fatih’in İstanbul’u fethettiğini bilirsin. Söylemeye bile hacet duymazsın.
Şu “yerli ve milli” vurgusuyla kültür sanat faaliyetlerine yönelen İslamcılar, (yani basını, medyası, yayıncısı ve iktidarıyla), 2000’lerden bugüne, pek çok ismi popüler yaptılar. Bunlar arasında yazarlar, şairler, yönetmenler vardı. “Yerli ve milli” vurgusunun yıldız kadrosuna Onur Ünlü, Murat Menteş, Dücane Cündioğlu, Elif Şafak gibi sonradan gerçek yüzlerini gördükleri insanları dâhil ettiler. Elif Şafak’ın her yazdığı kitaba ödül verdiler. Cündioğlu’nu gördükleri yerde mikrofon uzattılar. Beşinci sınıf yönetmen olamayacak Onur Ünlü’nün “Beşinci Boyut” gibi Samanyolu TV’ye çektiği dizilerle de uyanmadılar. “Peygamber süper bir insan” diye şiir yazan adamı edebiyat dergilerinde taltif ettiler. Kime el attılarsa bugün karşılarında buldular. Kimi fetöcü, kimi “aydınlanmacı” Kemalist olarak karşılarına çıktı. Cündioğlu Atatürk’ün değerinden bahsederken, Ünlü Fetih’i işgal olarak nitelendirdi. Elif Şafak ise çocuk istismarını tasvir ettiği eseriyle ödül almış birisi olarak karşımıza çıktı.
Bu noktada ismi geçenlere yüklenmenin bir anlamı var mıdır bilmiyorum. Bence yok, çünkü ismi geçenlerin birçoğunun eserlerini ve eserlerinden tüten zihniyeti, yıllar önce bu sayfalarda tenkid etmiştim. Benim için o defterler çoktan kapanmıştı. Ama hâlihazırda ismi geçenlerin şiirlerini, hikâyelerini, denemelerini yayınlayan edebiyat dergileri, Onur Ünlü’nün bu çıkışının ardından ilişkilerini kestiklerini açıklamışlar. Bu haklı bir tepki midir? Emin değilim. Çünkü ona “değer”ini dün neye göre verdiysen, o şeyler hâlâ orada duruyor. Orada değişen bir şey yok. Söylediği bu cümle yüzünden ilişkini kesiyorsan, geçmişine dair bir nefs muhasebesi yapıp, nerede hata yaptık demiyorsan, haklı değilsin. Ünlü’nün eserlerinden tüten zihniyeti idrak edememe zafiyetini, zafiyet olarak kabul etmedikten sonra, aynı şeyi yaşamaya devam edeceksin demektir.

Öyleyse burada problem “yerli ve milli” dediğimiz şeyin ne olduğudur? Bir “kültür davası” olmayanların, çalakalem içini doldurmaya çalıştığı “yerli ve milli” lafı, her durumda geçerli sihirli bir kelime grubu değildir maalesef. İçinde biraz gelenekten, biraz görenekten, biraz İslam’dan kavramlar ödünç alınarak yapılan işlerle, köklü, sistemi kurulmuş, dünün bugünle, bugünün gelecekle irtibatı kurulmuş, neticeleri öngörülmüş bir kültür programı oluşturmak mümkün değildir. Olmadığı gelinen noktada ortaya çıkmıştır.

Herhalde Tanzimat’tan bugüne “Türk Aydını” dediğimiz zümrenin değişmeyen ve bu gidişle de değişmeyecek olan en temel yetersizliği, hiçbir meseleyi temelinden kavrayamamasıdır. Bütünüyle kavrayamadığı meselelerin ucundan kıyısından edebiyat parçalayarak, dikkat çekip popüler olmaktan başka gaye tanımayan, (sağcı veya solcu veya İslâmcı) Türk Aydını dediğimiz zümre, Salih Mirzabeyoğlu’nun tabiriyle “sahibi olmadığı mânânın maliki görünmek”ten öteye geçememiştir.
İmânında da, inkârında da samimi olmayan bir “Türk Aydını” zümresiyle muhatap olduğumuzdan, görünen (Televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde, dergilerde sürekli boy gösteren) ve popüler edilen bu isimlerin dışında, belki daha derinlikli ve değerli insanları da ademe mahkum etmiş olduk.

Salih Mirzabeyoğlu’nun “Kültür Davamız-Temel Meseleler” isimli eseri orada duruyor. Okuyanları anlamıyor, anlayacakları okumuyor, bazı okuyanlar fikir tırtıklayıp adını anmıyor, böylece Türkiye’nin en temel meselelerinden biri olan “Kültür Davamız” üç-beş soytarının sirk gösterisi alanına dönüşüyor. Bu havai fişeklerin patlatıldığı, göz gözü görmez ortamda da, hakikiler, samimiler, derinlikliler kaybolup gidiyor.

Salih Mirzabeyoğlu “Büyük Muztaribler-Düşünce Tarihine Bakış” isimli eserinin 4. cildinde (ki o eser, Divan Edebiyatı’nın değerlendirildiği eşsiz bir eserdir) şöyle yazar:

“Müzede sergilenen eşyaya döndürülen, tekerleme gibi öğrenilip–tekerleme olarak aktarılan İslâmî verimleri, asıllarını asla tahrip etmeden hayata sokmaktan büyük bir İBDA hamlesi mi olur? Yaptığım budur.”

İşte o ibda hamlesinin kıyısından geçemeyenlerin panayırında, ne yazık ki, edebiyat, şiir, sinema, tiyatro, resim, fikir ve de ilim sahasında, yani topyekûn kültür davamızda, hakiki bir oluş çilesine talip olamayanların sathi, psikolojik ve nefsi yellenmelerinden başka koku, ses ve ritim duyulmuyor.

Yerli ve milli edebiyat, yerli ve milli tiyatro, yerli ve milli sinema, yerli ve milli şiir… Böyle bir kategorizasyon mümkün müdür?

Üstad Necib Fazıl’dan (“Çerçeve” isimli eserinin birinci cildinde) “yerli ve milli” dediğimiz, geçmişe özlem, geleceğe bön bakan, bugünü yaşayamadığı için anlayamayan “aydın” zümresine, yıllar yıllar öncesinden, “kültür davamız”ın ne olmaması gerektiğine dair bir ikazla meseleye şimdilik nokta koyalım:

“Babadan kalma kültüre tâbi olmak değil fakat mâlik olmak şart!.. Tarih, o kültüre mâlik olmaksızın, onun fethettiği topraklar üzerinde mülkiyet iddia eden millete güler.”

Baran Dergisi 647. Sayı