Modern düşünce ve modern insan tipi, Cristóbal Colón (Cristofer Colombus) ’un Amerika’yı keşfiyle birlikte şekillenmeye başlar. Yeni yeni biçimlenmeye başlayan modern insan tipinin bu topraklarda yaptığı kıyım iyi okunmalı; ta ki “ insan zalimdir ve cahildir” ölçüsünden idrakimiz nispetinde pay alalım. İspanyol Altın Çağı olarak bilinen dönem(1492-1651), aynı zamanda modernitenin fikri alt yapısını oluşturan emperyalist fikir adamlarının da çağıdır. Katolik Hıristiyan hâkimiyetini her türlü kaygının önüne çıkaran bu düşünürler, batıyı Antik Çağ Kültürü’yle buluşturan Endülüs kültür mirasından beslenirken, onu inkâr ve tersyüz etmişlerdir.

Sömürgecilikle birlikte modernite de hızla yayılırken, “keşif” ve “fetih” kavramları da kolonyalizmle eş anlamlı hale gelecektir. Artık üzerinde milyonlarca insanın yaşadığı, hatta medeniyetler kurduğu topraklara el koymanın; insanını kıyımdan, işkenceden geçirmenin ve köleleştirmenin adı bundan sonra keşif ve fetih olacaktır. Bu zulme buldukları hukuki gerekçe ise şu: “Siyasi hâkimiyet meşruiyetini tabii hukukta buluyorsa, Hıristiyan olmayanların kendilerini tabii yasalar uyarınca yönetmekten âciz oldukları kesin kanıtlarla belirlendiğinde, bu hâkimiyet eksikliğini gidermeye yönelik insancıl bir karar alınabilir…” Ne kadar insancıl (!) değil mi? Batılı bir âlimin aktardığına göre: “Avrupa kilise tekelinde bilgi kırıntılarıyla gün geçirirken, Endülüs’te hemen hemen herkes okuma ve yazma biliyordu.” Dini, fikri her türlü özgürlüğün de merkeziydi.

“Peygamberler Tarihi’nin salkım saçak görüntüleri” halinde, en iptidai toplumdan devlete kadar her çağın düşünce temelini oluşturan, hakikatin mutlak tecessümü kabul edilen fikirler vardır. Bu Antik Çağ’da varlık fikriydi. Orta Çağ’da bunun yerini tanrı fikri aldı. Rönesansla birlikte doğa fikri öne çıkarken, Aydınlanma’da bu yücelik mertebesine toplum yerleşti. Geç dönem moderniteyle birlikte, mutlaklık atfı fert ve ferdin hakları çerçevesinde hukuk demokrasisine yapılmaktadır. Her çağda iktidarın niteliğini belirleyen, ona haklılık- meşruluk kazandıran düşünce bu fikirlere dayandırılmaktadır. Siyasi iktidarını bir haklılık-meşruluk zeminine dayandırmayan iktidar modeli yoktur. Siyasi iktidarın tamamen milli hâkimiyet görüşüne dayandığı ya da mânevi bir güç atfıyla kutsallaştığı veya kurumsallaştığı düzenleme biçimlerinde, bir prensipler ya da kanunlar manzumesine gönderme yapılmadan siyasi iktidarın kullanılması mümkün değildir. Her durumda karar alma-emir verme yetkisini elinde bulunduran bunu ne adına kullandığını söylemek, meşruiyet kazanmak zorundadır. Hiç bir toplum iktidara haklılık verenin ne olduğuna rıza göstermeden kendini idare ettirmez. İktidarın emrinde caydırıcı ve zorlayıcı güç gereklidir. Fakat kaba güç iktidarın sadece bir yüzüdür. Yönetilenlerin karar alma-emir verme yetkisini elinde bulunduranların otoritesini kabul etmeleri, meşruluk ve haklılığına saygı duymaları gerekir. Otoritesiz güç her türlü kamu düzenini imkânsız kılar ve kaosa yol açar. Rızaya dayanmayan güç, kaba güç olarak kalmaya mahkûmdur. Nitekim; Amerika’nın keşfinde, İspanyol sömürgeciliğine karşı, yerliler yerli kalmak, topraklarını, kültürlerini korumak için savaşıp ölürken; köklü Afrika Uygarlıkları’ndan getirilen Afrikalılar uğrunda ölecekleri bir gayeleri kalmadığından yaşamayı, köle olmayı tercih ettiler.

Montesquieu’nün kuvvetler ayrılığından muradı: Ruhban sınıfını ve soyluları kralın tasallutundan korumaktı. Yoksa, idare biçimi ister mutlakiyet, ister cumhuriyet ya da günümüzdeki “ modern krallık” şeklinde olsun, toplumdan ayrıcalıklı sınıfları soyutladıktan sonra, halkın kalanı için kuvvetler her zaman “ bir” oldu. Yasayı yapanda uygulatan da yürütmedir. Söz konusu olan, yasaya bağlı kalmakla mükellef yargının, sistemi besleyen ve sistemden beslenenler lehine özelleştirilmesidir.”İktidarın kaynağı, iradenin kimin olduğu, iktidarın kullanılışına haklılık verenin ne olduğu mevzuunda tutarlı bir izah getiremeyen görüşlerle idare eden ve idare edileni “gerçek” ve “âdil” çigisinde birleştirebilmek, “iyi, güzel ve doğru” ölçüsünde bir toplum yapısı kurabilmek mümkün değildir.”

“Suretler olmadan mânâlar asla tecelliye gelmez” Hakikati bağlamında, mânânın kendini vermesi giydirdiğin surete nisbetledir ve giydirdiğin suret de hâlin kadardır. Tıpkı, gözlem ve deneye dayalı verilerden elde edilen bilgilerle kurulu düşünce sistemleriyle “mutlak prensiplerin” elde edilemeyişinden ileri gelen”, kuru akıl ve kaba mantık ürünü anayasalar, yasalar, bilim, teknoloji, sanat eserlerinin mihraksız tümevarımın zafiyetiyle malül olması gibi. Bunlar hayata ufuk ve düzen kazandıran, hayatın kuşandığı formlardır. Ortaya çıktıkları andan itibaren gayet mükemmel, hayatla âhenk içinde intibaı verseler de hayat zamanla bunları aşındırır, kesintisiz hayatı kuşatamaz olur ve hayatla çatışmaya girerler. Hayat bunlardan kurtulur ve hemen yanıbaşında oluşan yeni bir form içinde kendini ifadeye geçer. Zira, “kesintisiz hayat ruhi hayattadır.” Ve “dünya her ân tam ve hayat her ân mümkün… Bu tam ve mümkünlük’ ün, maddeden insana ve şuura seyrinde; hepsi, gerçekliği ile tam, gerçekleşmeden önce ise mümkün olarak var. Bu mânâ içinde de, geçmişten bulunulan âna kadar gelen- şimdi, hâlihazır!-, kendi tamlığı içinde; ve ömrü, bu tamların eklenmesiyle oluşmuş tamamlık hâlinde. Aynı şeyi, varlık bütünlüğü içinde, bütün varlıkların gerçekleşmesi olarak da alabiliriz: Varlık, tamlıklar hâlinde tamamlığa giden” dir. (Madde Nedir-S.Mirzabeyoğlu)

“Bir şey’e dair delil olmamasıyla, o şey’in olmadığının delili farklıdır.” Ne yazık ki bilim çevrelerinde sık sık karıştırılır. Sonuçlarına da hiçbir günahı olmayan halk katlanmak zorunda kalır. Tıpkı, entelektüel sahtekârlıklarını bilim kılıfına sokup yutturan modern tıbbın, anne sütünü iptidai bir besin maddesi kabul etmesi sonucu, emzirilmeyen çocukların bunun sıkıntısını ömür boyu çekmesi gibi. Yıllar sonra hayati önemi haiz olduğu anlaşılınca, anne sütünün faydaları üzerine makaleler döktürenler de çalışmalarını gözden geçirme ihtiyacı duymayan aynı çevreler oldu. Benzer şekilde, müesses nizamın çıkarlarına ters düştüğü için, yayılmasına izin verilmeyen fikirlerin maruz kaldığı uygulama da toplumda buhranın kaynağı olmaktadır. Başvuracağımız,” mutlak prensipler” den elde edilen bir sistemin olmayışı, insanın eşyayı düzene koyma, tanımlama ve aralarında bağ kurma ihtiyacını; dünyanın karmaşıklığından, kaosundan uzaklaşma isteğini imkânsız kılarken, birçok psikolojik bozukluk ve insanın çevresi üzerinde kontrolünü yitirme duygusu da buna eşlik etmektedir.

Etrafında yükseltilen “sükût senfonisi”ne rağmen çağımızın fikri temelini oluşturan “yönlendirici ilke” Büyük Doğu- İBDA’dır. Ne malum diyenlere cevap Georg Simmel’den: “Kendine özgü bir karakteri olan her büyük kültür çağında, bütün entelektüel hareketlerin temelinde yatan ve aynı zamanda onların nihaî amacı olarak görünen özgül bir fikir saptayabiliriz. O çağın, bir soyutlama olarak bu fikrin bilincinde olup olmaması hiç fark etmez – o fikrin sadece, anlamı ve önemi ancak daha sonraki nesillerce kavranabilecek düşünsel bir odak noktası olup olmadığı da fark etmez. Kuşkusuz bu tür fikirler çok farklı ve çeşitli kılıklar altında ortaya çıkar, her biri farklı unsurlarla karşıtlık içindedir; yine de o fikir, o çağın yönlendirici ilkesidir.” Tabii ki sözümüz, bu yükseklik karşısında bu tenezzülü anlamayan , “sen ne söylersen söyle ben bildiğimi sallarım” hesabı, epistemik kibrinde boğulmuş “fikir ve ilim kalpazanlarına” değil. BD-İBDA’nın doğrulayıcılık mihrakı olma özelliğini ve sahihliğini içselleştirmiş, entelektüel zarafet ve asaletin birlikteliğini şahsında tüttüren has idrak sahiplerine. Zira, bu birliktelik muhteşemdir. Tıpkı, İbda Mimarı’nın şahsında olduğu gibi...