Azra Erhat’ın Mitoloji Sözlüğü’ndeki Asklepios maddesinden özetle:

Asklepios efsanesi Anadolu topraklarında neşv ü nema bulmuştur. İnsanları hastalıktan kurtarıp iyileşmelerine vesile olan Asklepios, hastaları iyi ede ede ölüme meydan okumaya başlayınca, “ölüler diyarı Tanrısı” Hades’in şikâyeti üzerine tez elden Tanrılar Tanrısı Zeus’un hışmına uğrar ve onun gönderdiği bir yıldırımla yere serilir. Asklepios’un son deminde yazdığı reçete bir otun üzerine düşer. Yağan yağmur reçetedeki yazının mürekkebinin ota (dolayısıyla da toprağa) karışmasına vesile olur. Ve böylece, her derde deva sarımsak bitkisi meydana gelir.(1)

Yağmur vesilesiyle toprağa karışan ölümsüzlüğün reçetesinden doğan bitkinin adı, sarımsak!

Latince adı “Allium Sativum” olan sarımsak, yüzyıllardan beri bütün dünyada hem sofraların vazgeçilmez bir yiyeceği ve hem de çeşitli hastalıklar için şifa amacıyla kullanılan bir bitkidir. Anavatanı Hindistan olan (Dikkat! Bu mevzu, Hindistan bölgesine indirilen Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın cennetten getirdiği ud kokusu, diğer bir ifadeyle de ud-i hindî ile de ilişkilendirilebilir gözükmektedir!) ve mutfaklardan eksik olmayan sarımsağın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Arkeolojik kazılardan elde edilen bulgulardan, tarihin ilk çağlarından itibaren, meselâ Sümerlerin ve sonrasında eski Mısırlıların sarımsak hakkında bilgi sahibi oldukları ve onu bir tür ilaç olarak kullandıkları anlaşılmaktadır. Mısırlılar sarımsağı ölümcül hastalıklara karşı bir ilaç olarak kullanmışlardır. Sarımsak bitkisinin tanrılara ait kutsal bir bitki olduğuna inanan Mısırlılar, ölümsüzlük sembolizmine yol verdiğinden ötürü olsa gerek, ölen bir insanın mezarının üzerine bir diş sarımsak bırakırlardı. Bir not olarak ilave etmek gerekirse, Anadolu’da pek çok evin giriş kapısına bir demet sarımsak asılıdır. Hastalıktan uzak kalmak, dahası ölümden uzak kalmak için mi, yoksa ölümsüzlüğe duyulan iştiyakın bir neticesi midir, doğrusu bilinmez. Yoksa “kem göz insanı mezara kor!” hakikatinden mülhem, “nazar değmesi”ne karşı bir tedbir olarak mı kapıların giriş kısmına sarımsak asılıdır, bu mevzuda da tatmin edici bir cevap bulmak çok zordur. Ancak, Allah Resûlü’nün sarımsak hakkında “70 derde devadır” meâlindeki hadîsi malûmdur. Hadîsin zâhiri mânâsı dikkate alındığında, ebced değeri 70 olan Ayn harfine karşılık, Ayn kelimesinin lûgat mânâsının “göz” olması çok düşündürücüdür. Diğer taraftan, tarihi kayıtlardan anlaşıldığına göre, meselâ Gize Piramidi’ni yaptıran Firavun Keops (IV. Hanedan), inşaat sırasında işçilere bol miktarda sarımsak yedirmiştir. Yine tarihi kayıtlardan anlaşıldığına göre, İsrail oğulları tarafından Mısır’dan Filistin’e getirilen sarımsak, daha sonra bütün bir Anadolu’ya, dolayısıyla da sistemli düşüncenin veya felsefenin anavatanı olan İyonya’ya kadar yayılmıştır. Haçlı seferleri sırasında ilk defa Fransa’ya getirilen ve bu şekilde Avrupa’nın öğrendiği sarımsak, bugün dünyanın hemen her yerinde yetiştirilmektedir.(2)

Parantez: Yukarıda söylenenler, yâni sarımsağın serüveni, yazımızın muhtevası açısından çok dikkat çekicidir. Bu serüven, ruh ve akıl çerçevesinde şekillenen “horoz borcu” serüveni ile de ilişkilendirilebilir gözükmektedir. Hazret-i Âdem Aleyhisselâm üzerinden Hindistan ve oradan Anadolu’ya, Anadolu’dan İyonya’ya ve daha sonra Fransa merkezli Avrupa kıtasına ve oradan tekrardan Anadolu topraklarına iadesine kadar seyreden bir serüven!

Not: Osmanlı tarihinde sarımsağın tedavi edici yönü konusunda kayıtlar bulunmaktadır. Padişah 4. Mehmet’in Hekimbaşı olan Nasrullah oğlu Salih, 17. y.y.’ın ikinci yarısında yazmış olduğu bir eserde, sarımsağın özellikle kış aylarında gülsuyu ile beraber yenilmesi halinde, bağırsak parazitleri, ishal, yılan ve akrep sokması, kuduz köpek ısırması gibi rahatsızlıklara iyi geleceğini bildirmiştir.(3)

Osmanlı’dan çok daha önce, meselâ Osmanlı Devleti’nin de kendisini nisbet ettiği İslâm’da sarımsakla ilgili hadîslerin varlığı kaynak eserlerde sabittir. Ashab’dan Muğîre bin Şu’be anlatıyorlar:

“Bir gün yiyip (namaz kılmak üzere) Allah Resûlü’nün mescidine varmıştım, (ben) mescide girince Allah Resûlü (herhalde benden) bir koku hissetti ki, namazını bitirince, (meâlen):

Her kim şu sarımsak bitkisini yerse kokusu kendisinden gidinceye kadar bize (mescidimize) yaklaşmasın” buyurdu.

“Namazı tamamlayınca yanına varıp; Ey Allah’ın Resûlü, Allah için elini bana vereceksin, dedim. Elini lütfedip bana verdi, ben de elini tutup yemenimin arasından göğsüme götürdüm. O sırada ben göğsü sarılı idim. Göğsümün sarılı olduğunu anlayınca, (meâlen):

Senin özrün var” buyurdu.(4)

Allah Resûlü sarımsak ve soğan hakkında şöyle buyurmuşlardır, (meâlen):

Bunları yiyen mescitlerime yaklaşmasın. Eğer mutlaka yemeniz gerekiyorsa pişirmek suretiyle onlarda bulunan ağır kokuları gideriniz de ondan sonra yiyiniz.”(5)

Hadîs meâli: “Sarımsak yiyin ve onunla tedavi olun. Onun yetmiş hastalığa karşı şifası vardır. Eğer bana melek gelmeseydi ben de onu yerdim.”(6)

Sarımsak, antibiyotik özelliği olan bir bitkidir. Bağışıklık sistemini koruduğu gibi, tüm vücudu zararlı bakteri ve mikroorganizmalara karşı muhafaza etmektedir. Salgın hastalıkların önüne geçilmesinde de kullanıldığı bilinmektedir. Kısacası, sarımsağın sağlık yönünden faydaları saymakla bitmez.

Not: Sarımsak kelimesinin Arapça karşılığı sum’dur. Sum kelimesi İbranice kökenli muarreb bir kelimedir. Muarreb, Arapça olmayıp sonradan Arapçalaşmış kelime demektir. Bu tür kelimelerden meselâ kimisi İbraniceden, kimisi Aramiceden, kimisi Rumcadan pek çok kelime vardır Kuran’da. Dikkat edilirse bu tür kelimelerin geçtiği âyetler, söz konusu edilen toplumun diliyle bağlantılıdır. Meselâ; فوم (Sarımsak): Arapçadaki ثوم kelimesi ile benzerlik gösterir. Kur’ân’da, İsrailoğulları’nın Hazret-i Musa Aleyhisselâm’dan toprağın kendilerine sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan bitirmesi hususunda Rabbine dua etmesini istemeleri bağlamında geçmektedir. Âyette İsrailoğulları’ndan bahsedildiği için İbranice kökenli bir kelime kullanılmıştır.(7)

Evet; mitolojik anlatımlarda, Asklepios ile ilintili olarak sarımsak, her derde deva olmakla birlikte, ölümsüzlükle de ilişkilendirilmektedir.

Sarımsak kelimesinin Arapça karşılığı sum’dur, dedik.

Sum: Sarımsak: 546.

Ebu-l vakt: Vakit ve hâlin tesiri altında kalmayanlar. Vaktin babası: 546.

İslâm tasavvufunda ebu-l vakt, diğer bir ifadeyle de vaktin babası, insan-ı kâmil ile örtüşen bir mânâdadır. İnsan-ı kâmil, ruh ve beden terbiyesini gerçekleştiren kişidir. Diğer bir ifadeyle de, ruha (İslâm!) nisbetle nefs terbiyesini gerçekleştirendir. Fikrî boyutta mevzuya yaklaşıldığında ortaya çıkan netice, “İslâm Tasavvufu karşısında Batı Tefekkürünü hesaba çekmek” mânâsından başkası değildir.

Azra Erhat’ın verdiği bilgiden hareketle, ölümsüzlük reçetesinden doğan bitkinin adının sarımsak olmasına yukarıda dikkat çekmiştik. Sarımsak (sum) ve “Ebu-l vakt-Vaktin babası” kelimelerinin ebced değerinin müşterekliğine de ayrıca dikkat çektik!

Sarımsak: (صرمساق): 491.

Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 59+129+1302= 1490= 491.(8)

Sarımsak: (صارمساق): 492.

Tesellüb: Soyunma. Kocası ölen kadının matem elbisesi giymesi: 492.(9)

Sarımsak kelimesinin ebced değerine tevafuk eden tesellüb kelimesinin ifade ettiği mânâlar, horoz borcu mevzuunun billurlaşmasında çok kıymetli olsa gerektir. Meselâ “soyunma” mânâsının “çıplak” ve bunun da “tecrid” mânâsını mündemiç olması bir yana, “kocası ölen kadının matem elbisesi giymesi” mânâsının, “topalak otu” adıyla da bilinen ud-i hindi (kust-i bahr!) ile yakın ilişkisi bizi çok daha derine indirecek gibi gözükmektedir. Üzerinde duracağız. Ama önce, bizi ud-i hindîye götürecek olan “tesellüb” kelimesini muhtevası üzerinde biraz duralım.

Parantez: Tesellüb kelimesinin mânâlarından biri olan “soyunma”, çıplak mânâsıyla doğrudan ilişkilidir. Çıplak, eski Yunanca bir kelime olan Jimnastik kelimesinin de kelime kökü olan Gymnos kelimesinin karşılığıdır. Gerek eski Yunan’da, gerek Rönesans-Yeniden Doğuş Hareketi sonrası Modern dünyada ve gerekse günümüz Postmodern dünyada jimnastik, ruh ve beden sağlığının dengeli bir şekilde geliştirilmesini ifade eder. Bu arada, eski Yunan’da tüm jimnastik faaliyetleri, meselâ Modern Olimpiyat Oyunlarına da ilham kaynağı olan Antik Olimpia Şenlikleri’ne katılan tüm atletlerin yarışmalara çıplak olarak iştirak etmeleri kritik edilmeye değerdir. Bu mevzu müstakil olarak ele alınması gereken bir mevzudur. Ama yine de yeri geldikçe üzerinde duracağız.

Her kelimede olduğu gibi, tesellüb kelimesinde de, “zıt kutuplararası muvazenenin üstün nizamı”ndan izler vardır. Bu, her bir kelimenin ruhun temsilcisi olmasından kaynaklanan bir durumdur. Tam da bu noktada Kust(10) kelimesini hatırlatmak isterim. Evet; tesellüb kelimesi, çıplak mânâsını mündemiç “soyunma”, örtü mânâsını mündemiç “kocası ölen kadının matem elbisesi giymesi” mânâlarını cem eder… Neyse, mevzuu daha fazla dağıtmadan, sarımsak kelimesinin ebced tevafuklarından olan tesellüb kelimesinin mânâlarından ud-i hindî, diğer bir ifadeyle de kust-i bahr mevzuuna sarkmak için, Hüseyin Esen’in “İslâm Hukukunda Ölenin Ardından Kadının Yas Tutması” isimli çalışmasından kısa bir özet sunalım: 

“Hadîslerde ve Arapça kaynaklarda yer alan ve Türkçeye yas tutmak veya matem olarak çevrilebilecek olan kelime “hidad” veya “ihdad” olarak yer almaktadır. Bu kelimeler, “sınırlamak” ve “engel olmak” anlamlarına gelen “had” kelimesinden türetilmiştir. Nasara, darabe ve ef’ale babdan. Sülasi baplardan kullanıldığında “hidâd”, bu işi yapan kadına da “Hâdd” veya “hâdde”, ef’ale babından kullanıldığındaysa “ihdâd”, bu işi yapan kadına da “muhidd” veya “muhidde” denilmektedir. Kadının sıfat olarak müzekker/eril bir kelime kullanılması, bu fiilin erkekler tarafından yapılmadığını, sadece kadınlara has olduğunu göstermektedir. Arapçada aynı anlamı ifade etmek üzere “teslîb” ve “tesellüb” kelimeleri de kullanılmaktadır. Bu kelimeler sözlükte, kocasının vefatından sonra kadının yas tutması, süslenmeyi/ziyneti terk etmesi ve hüzün elbiseleri giymesi anlamındadır. İhdad ile tesellübün eş anlamlı kullanılması yaygın olmakla birlikte ihdadı, kadının kocası için yas tutması anlamıyla sınırlayan, buna karşılık tesellübü koca dışındakiler için tutulan yas ve üzüntüyü de içine alacak şekilde geniş anlamlı görenler de vardır.

“Türkçemizde kullandığımız “matem” de Arapça kökenli bir kelime olup Arapça telaffuzu “me’tem” şeklindedir. Kök anlamı itibariyle iki şeyin bir araya gelmesi ve toplanmayı ifade eden me’tem, genellikle kadınların hüzünde ve bir ölüm sonrasında bir araya gelmelerine denir. Me’tem kelimesi zamanla ölenin ardından hissedilen derin üzüntüyü, çığrışma ve ağlayıp sızlamayı ifade etmeye başlamıştır. İslâm öncesi Arapların me’tem dolayısıyla ortaya koydukları söz ve davranış şekilleri için niyaha-evha (feryat ederek, çığlıklar kopararak ölüye ağlama, ağıt yakma), nedb-nüdbe (ölenin iyiliklerini sayıp dökerek ağlama), risa-mersiye ve na’y (ölüm haberini yayma) gibi kelimeler kullanılmıştır.

“İhdad kavramı bir fıkıh terimi olarak -aşağıda geleceği üzere ayrıntılarda farklı görüşler bulunmakla birlikte-, kocası ölen veya boşanan kadının üzüntüsünü yansıtmak amacıyla belirli bir süre süslenme, güzelleşme ve kokulanma gibi işlerden imtina etmesini ifade eder. İhdad, İslâm âlimleri tarafından kadınlara mahsus bir iş olarak görülmüştür. Sözlüklerde kelimelerin anlamları verilirken hep kadınlardan bahsedilmesi bunu gösterir. Ayrıca yas tutmanın meşru kılınmasının hikmeti, yani amaç ve hedefleri de hep kadınlara yöneliktir. Diğer taraftan Hz. Peygamberin birçok hadisinde yas tutmayla ilgili hükümler kadınlara hitaben söylenmiştir. İslâm ilimleri de erkek için ihdadın söz konusu olmadığı hususunda görüş birliği içindedirler.

“Türkçemizde yukarıda açıklanan ihdad kelimesini tam olarak karşılayacak bir kelime bulunmamaktadır. Çünkü her iki tabir de hem erkek hem de kadın için kullanılmaktadır. Hâlbuki konumuz olan ihdad sadece kadınlar için geçerlidir. Türkçede buna yakın olan “yas tutmak” ve “matem” tabirleri vardır. Bu iki tabir genellikle eş anlamlı olarak kullanılmakta ise de, matem daha çok ağlayıp inlemeyi; yas ise büyük acı ve üzüntüyü belirli davranışlarla dışa vurup belli etmeyi ifade ettiğinden, biz “yas tutmak” tabirini kullanmayı tercih ettik.

“İhdad ile yakın ilişkili bir terim de iddettir. İddet; Kocanın vefatı, boşaması veya fesih sebebiyle evliliğin sona ermesi halinde, kadının beklemesi gereken belirli süredir. Bu süre kadının hamileliği, aybaşı görüp görmemesi, boşanma ve kocanın vefatı gibi durumlara göre farklılık arz etmektedir. İddet ile ihdad arasındaki ilişki şöyle açıklanabilir: İddet, genellikle yas tutma işinin zarfı konumundadır. Yani kadın, yas tutma işini genellikle iddet süresi içinde yapar. Bu açıklama sadece kocanın vefatı, boşaması veya feshi sebebiyle evliliğin sona ermesi halinde yas tutan kadın için geçerlidir. Bunun dışındaki yas tutmalarda mesela bir yakınının ölümü halinde üç günlük yasta olduğu gibi, yas tutmanın iddetle ilişkisi bulunmamaktadır. Velhasıl her iddet bekleyen yas tutmaz, her yas tutan da iddet beklemez. Ancak bazı yas tutanlar, bunu iddet beklerken yerine getirirler.(1)

İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası”ndan: “Ud-Öküz, Boğa Burcu’nun bir ismi. Yıldızı “Zühre Venüs” yıldızı olan bu Burc’un simya safhası, “Sabitleme”: 1009= 10: Cug-Öküz Boyunduruğu… Sabitlenen: Kocası ölmüş kadının İddet müddeti boyunca sürünebileceği koku, Ud-i Hindi isimli nebat ve bu Hadîs’le sabit…”(2)

Hadîs meâli: “Kadın, bir ölüye üç günden fazla matem tutamaz. (Giyiniş tarzını tahdid edemez. Ancak kocası için dört ay on gün müstesna: Boyalı elbise giymez, “asb” denilen (basit boyanmış beyaz elbise) müstesna. Sürme de sürmez, temizlenmesinin ilki hariç koku sürünmez; o da “kust” veya “asfar”dan bir parça.”

Asfar: Sıfırlar. Boş şeyler… Asfer: Sarı. Uçuk benizli. Soluk. Kızıl. Islık çalan. Bomboş şey… Sıfır: Hiçbir sayı olmamak!..”(13)

Yine İBDA Mimarı’nın “Tilki Günlüğü –Ufuk ile Hafiye-” isimli eserinden: “Ben-nefs”ten geçerek “öz ben-kader” sırrını hissedilir hâle getirme ve kimliğini bulma, borç olarak herkesin gücü yettiğince yerine getirmesi gereken borç… Hafiye’ye gelince; o, şahıs ve dava kimliğini, kader sırrını kurcalama hakikatini, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin yanağındaki “hindî-ben”den ifraz olan mânâyı kelâm sırrı üzerinde “kust”ta bulur ve “kust”tan ifraz olan mânâlar serisinde de onları tesbit ederken, bu cümleden olarak “Aktar”a çatmış bulunuyor…”(14)

Evet, sarımsak kelimesinin ebced değeri üzerinden Ud-i Hindî’ye kadar böylece sarkma imkânı bulduk. Ud-i Hindî ve Sarımsak arasında ince bir bağlantı olduğu kanaatindeyiz. Sözkonusu ince bağlantıda kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarını hatırlatan durumlar vardır. Elde ettiğimiz bulgular çerçevesinde söylersek, sarımsak nefsi, ud-i hindî ise ruhu temsil ediyor gözükmektedir. Asklepios’un reçetesinden toprağa damlayan mürekkebin (yazı, kalem, kelam, ruh!) yağmurla (rahmet!) hemhal olması neticesinde sarımsağa yol vermesi, ruhun bedenle birleşmesinden meydana gelen nefsi (nefs-i emmare!) hatırlatıyor. Allah Resûlü’nün mescide yaklaşmama mevzuunda sarımsak ile ilgili mübarek sözleri dikkate alındığında, bu mevzu daha da berraklaşmaktadır.  

Horoz borcu mevzuuyla doğrudan ilişkili olarak gördüğümüz bu mevzuya ud-i hindî üzerinden devam edeceğiz.
 
Dipnotlar
1*https://issuu.com/uguner/docs/azra_erhat_-_mitoloji_sozlugu

2*https://www.diyadinnet.com/YararliBilgiler-98&Bilgi=sar%C4%B1msa%C4%9F%C4%B1n-faydalar%C4%B1

3*https://www.diyadinnet.com/YararliBilgiler-98&Bilgi=sar%C4%B1msa%C4%9F%C4%B1n-faydalar%C4%B1

4*Ebu-Davud, C.4. H.no:3826

5*Ebu-Davud, C.4. H.no: 3827

6*Ramuz El Ehadis, C.2. H.no:4258; https://www.youtube.com/watch?v=CbhqNnilNsc

7*https://dillerbahcesi.wordpress.com/2015/01/13/kurandaki-muarreb-kelimeler-ibranice/

8*Salih Mirzabeyoğlu, Furkan –Lugat-ı Salihûn-, İBDA Yayınları, İstanbul, sh. 520.

9*Salih Mirzabeyoğlu, Furkan –Lugat-ı Salihûn-, İBDA Yayınları, İstanbul, sh. 521.

10*Salih Mirzabeyoğlu: “Bir şeyi herkesin bilmesi; kendini hüneriyle tanıtma… Kendini hüneriyle tanıtma; bir şeyi araştırarak öğrenmek… Bir şeyi araştırarak öğrenmek; bir şeyin hakikatine ererek, tetkikten sonra karar vermek… İnceden inceye araştırıp tetkikten sonra karar verilen ve karar verildikten sonra inceden inceye araştırmaya mevzu olan; kust… Eski bir Fransızca-Türkçe lûgatındaki karşılığı ile kust; deniz akakirlerinden bir akakir… Akakir; ilaç yerine kullanılan nebâti kökler, ilâç hammaddesi… Hadîs-i Buharî’de “talâk-boşanma, boş olma” bahsinde geçen kust; “Hindî ve Bahrî ile yapılan “suût” denilen ve buruna dökülen deva balı… Ve “müshil tesiri” çerçevesinde bu deva balı” bahsiyle ilgili hadîs: “Size ûd-u Hindîyi tavsiye ederim. Çünkü onda yedi şifâ vardır. Onunla, boyunda acılı olan Uzza hastalığında (burun vasıtasıyla) tedavî yapılır. Onunla Zâtül Cenb’den (ağızdan dökülür) kurtulunur.” (Tilki Günlüğü, c. 3, sh. 461)

11*http://dergipark.gov.tr/download/article-file/221193

12*http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-b-yedi-tasarruf-ahlaki-397-h3940.html

13*Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, -Ufuk ile Hafiye-, İBDA Yayınları, c. 3, İstanbul, sh. 462.

14*Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, -Ufuk ile Hafiye-, İBDA Yayınları, c. 3, İstanbul, sh. 462.


Baran Dergisi 584. Sayı