İnsan meselesini hayvanî insiyaklarla başlatıp maddî zenginlik ile bitirmeye çalışan; ruhçu bir bakış açısını haiz olmadığı için ferdî ve içtimâî kemâl yollarını sımsıkı tutmuş; ferdî özgürlüğün bayraktarlığı iddiasında olsa bile ferdin şahsiyetini inşa ve muhafaza etmesine imkân tanımayarak tek tipleştiren Batı Medeniyeti’nin, insan ve toplum tasavvuru bugün topyekûn iflas etmiş bulunmakta. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan zorluklar ve düşman taraflar arasında kurulan diyalektik münasebet içinde kendi kendisini yetiştirmeyi başarmış siyasî, askerî ve iktisadî planda aksiyon ve eser sahibi şahsiyetlerin de artık bir asra yaklaşmış bulunan zaman zarfında perde arkasına çekilmeleri dolayısıyla “insan” yetiştirmek noktasında da aciz düşen Batı’da, işler onlar için hiç de iyi gitmiyor.

Batı’nın Müslümanlara Ettiği Hased

İnsan, kendisinin sahibi olmadığı tüm maddî ve manevî zenginliklere karşı içten içe de olsa gizli bir düşmanlık besler. Batı’nınki de o hesap, maddî planda olmasa bile, bilhassa İslâm âleminde Müslümanların sahib oldukları manevî zenginliklere karşı inanılmaz bir düşmanlık sergiliyor ve nefret duyuyorlar. Kendi toplum düzenlerinde yeri olmayan, inandığı uğruna canını ve malını ortaya koymaktan sakınmayan, fedakâr, gözükara Müslüman topluluklara karşı olan bu kin ve nefretin altında yatan asıl saik ise hayranlık duygusudur. Şimdi böyle söyleyince sanki meşhur “Batı bizi kıskanıyor” gibi anlaşılıyor olabilir; fakat işin aslına bakacak olursak, buzdolabı aldığımız için, yol ve tüneller yaptığımız için olmasa bile, Müslümanların hayat tarzını kıskandıklarını açıkça ifâde edebiliriz.

Toplum Değil Sürü

Ruhî keyfiyetlerin ve değerlerin ehemmiyetten düştüğü ve gırtlak ile helâ arasına mahkûm edilmiş bir hayat tarzının “yaşanmaya değer hayat” şeklinde idealize edildiği Batı’da aynı zamanda kemmiyet planında da insan kıtlığı yaşanıyor. Konformizm dolayısıyla üremeyen ve hatta konforu bozulmasın diye fıtratının en tabiî gereği olarak karşı cinse âşık olmanın çilesinden bile köşe bucak kaçınan, bunun neticesi olarak da git gide homolaşan, yaşlı, ruhsuz, mekanik hareketler sergileyen topluluklara/sürülere dönüştüler.

İçinde yaşadıkları statikleşmiş hayat tarzı insan ruhunu bunaltıyor ve bu bunalım hayvanî insiyaklardan kaynaklanan hazlara sarılarak giderilemiyor. Onu aldı, bunu verdi, şunu yaptı, bunu etti derken en sonunda öyle bir ân geliyor ki, ruhî buhrandan kurtulmak için peşinden gidilen “şey”ler bu buhranı derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.

Orijinal Tek Bir Ses Yok

Ne kadar dikkat ediliyor bilmiyoruz ama bugün Batı’da siyaset, askerlik, iktisat, teknik, edebiyat ve sanat planlarında yeni ve orijinal bir ses duyulmayalı belki yarım asra yaklaşmış bulunuyoruz.

Bugüne kadar üzerinden verimler elde ettikleri Rönesans’tan kalma idrak zemini üzerine öylesine çapraşık, girift, hassas ve içinden çıkılması mümkün olmayan bir sistem kurmuş bulunuyorlar ki, her ne kadar siyasî, askerî ve iktisadî planlarda kağıt üzerinde orantısız bir şekilde güçlü görünüyorlarsa da zafiyetleri de kendilerine bu orantısız gücü sağlayan sistemin nezaketinden geliyor.

Liderine Bak, Milletini Hesab Et

Bunun bilhassa siyaset planındaki yansımalarını günümüz Batılı siyasîlerine bakarak görmek mümkün. Amerikan Başkanı Donald Trump ve şu sıralar onunla beraber seçim yarışında olan Joe Biden, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Almanya Şansölyesi Angela Merkel’i düşünelim. Bu kişiler gerçekten de belli sermaye ve organizasyonlarla münasebetleri olduğu için başa getiriliyorlar, bu doğru; fakat bahsedilen sermaye grubları ve organizasyonlar, ellerinde seçenekleri olmuş olsa bunlarla çalışmayı tercih ederler miydi? Yahut bu soruyu hemen değiştirip şunu da sormak icab ediyor, acaba bu sermaye ve organizasyonları bugün sevk ve idare edenler acaba ne kadar nitelikliler?

Bir diğer taraftan, Batı’dan iş ve eser planında yeni sesler çıkmasını bir kenara bırakalım, bugün konumunu bile muhafaza edemiyor oluşunu ele alalım.

Konumlarını Bile Muhafaza Edemiyorlar

Geçtiğimiz ay Anadolu Ajansı tarafından yapılan bir tercümede, Fransız siyaset bilimci ve Paris Jeopolitik Araştırmalar Gözlemevi Genel Direktörü Charles Saint-Prot, “Macron Doğu Akdeniz'de Yunanistan'ı destekleyerek hata yapıyor. Burada Fransa’nın çıkarları söz konusu olmamalı. Macron bir ülkeyi destekleyerek ve diğer ülkeye karşı durarak hata yapıyor.” diye uzun bir açıklama yapmıştı. Metnin bütününe bakacak olursak, Saint-Prot yapmış olduğu bu açıklamada özetle diyor ki, Macron, kendisinden daha küçük olan ülkelerin itiş kakışlarına açıktan taraf olarak dâhil olmak suretiyle Fransa’nın hâkim pozisyonunu sarsıyor, bunun yerine biz kendi çıkarımıza ne hizmet ediyorsa onu yapmalı ama bunu yaparken açıktan taraf olmamalı ve karşı taraf ile kendimizi aynı seviyede konumlandırmamalıyız diyor. Oysa ki yalnız Macron değil, bütün Batılı devlet liderleri Saint-Prot’un ikaz ettiği hataya son yıllarda sıkça düşüyor ve Türkiye’nin konumunu sarsacağız derken tam aksine Erdoğan’ı direkt olarak hedef almak suretiyle Türkiye’ye sınıf atlatmış bulunuyorlar. Oysa ki ne İkinci Dünya Savaşı ve ne de Soğuk Savaş döneminde liderlik yapmış belki de hiçbir Batılı siyasî böylesi basit hatalara düşmez, Türkiye’nin önünü keseceğim derken yolunu bu kadar açmak gafletinde bulunmazdı. Düşünsenize, Birinci Dünya Savaşı sırasında Batılı siyasetçilerinden hiçbiri çıkıp da Allah Resûlü’ne hakaret edilmesine müsaade eder ve böylelikle bütün Müslümanların karşı tarafta tek cebhede bir araya gelmesine izin verirler miydi? Bugün Müslüman ülkelerinin başındaki idareciler ile aralarındaki münasebetler her nasıl olursa olsun, bu işin bir adım sonra çığırından çıkacağı ve milletlerinin önünde takoz olmaya kalkacak olurlarsa o siyasetçileri de önüne katıp götüreceğini de mi kestiremiyorlar?

Ok Yaydan Çıktı

Normal zamanlarda böyle şeyler söylenmez, düşmanın bize yarayan hatalarını teşhis edip önüne koymak gaflettir; fakat artık öyle bir döneme girmiş bulunuyoruz ki, Batı’nın ne hatalarından ders alacak bir vaziyeti var ne de bu hatalarından ders çıkaracak çapta siyasetçisi; hem zaten artık ok yaydan çıkmış bulunuyor. Zaten kendi peygamberiyle alay edilmesini bile bir eğlence unsuru hâline getirecek kadar alçalmış bir milletler topluluğuna ne denilebilir ki? Rezaletlerinin bedeli olarak Müslümanlar tarafından cezalandırıldıklarında bile ancak meydanlarda toplaşıp salya sümük ağlaşmaktan başka aksiyonu olmayan milletler, tarih sahnesinden silinmeye mahkûmdurlar.

Roma’nın Yıkılması Gibi

Yaşanan global salgın hastalıktan kaynaklanan siyasî, iktisadî ve sosyal kriz şartlarının giderek ağırlaşacağını da bahsettiğimiz insanî iklime ilâve edecek olursak, Batı’nın karşısındaki sorunların artık iyiden iyiye bir paradoksa döndüğünü rahatlıkla ifâde edebiliriz. Yaşlanan nüfus, azalan gelirler, iş imkânlarının daralması ve başta Müslümanlar olmak üzere mülteciler. Bir diğer taraftan eskiden olduğu gibi canlarının her istediğini yaptıramadıkları üçüncü dünya ülkeleri…

İnsan hakları, demokrasi ve lâiklik üzerinden senelerce kendini izah edip, sonra bugün bunların tümünü birden inkâra soyunmak aslında Batının kendi varlığını inkâr edişidir.

Farkında olunsa da, olunmasa da tıpkı Roma’nın yıkılması gibi tarihî önemi haiz günleri idrak etmekteyiz. Öyle sanıyoruz ki, bir insan ömrü müddeti içinde Avrupa’nın bırakın içinde bulunduğu birliği muhafaza etmeyi, ülkelerin bile Orta Çağ’da olduğu gibi şehir devletlerine bölünmesine ve Amerika’nın olabilecek en kaba tarım toplumuna dönüşüne şahitlik edeceğiz. Bir noktadan sonra bu onların meselesidir, beter olsunlar.

Bedelini Ödeyecekler

Bu arada Batı ile alâkalı olarak yapmış olduğumuz bütün değerlendirmelerin ayniyle Batıcılar için de geçerli olduğunu söylemeye lüzum yoktur herhâlde.

Bu dünya düzeni yıkılmaya mahkûmdu, yıkılıyor. Yıkılırken ne kadar alçalacakları, insanlık onuru ve haysiyetini muhafaza edip etmeyecekleri gibi meseleler kendi bilecekleri iş; fakat bilmeliler ki, bu süreçte ne kabahat işlerlerse işlesinler, yarın bunun bedelini ödeyecekler.

Kınamasan En Fazla Seni Kınarlar

Bu arada Türkiye’deki siyasî iktidarın kınama çılgınlığını da unutmadık. Üstüne vazife olan olmayan herkes, Avrupa’da yaşanan her saldırıdan sonra adeta kınama kuyruğuna giriyor. Niçin? Habertürk’te yazan Fatih Altaylı, Türkiye’yi terörle ilişkili devlet yapacak dedikleri için mi, yoksa eskiden kalma eziklik psikolojisi mi?

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu 1996 senesinde ne demişti? “Ve tutuşturduğu yangını uzaktan emniyet içinde seyreden emperyalist dünya ile birlikte görecektir ki, Rusya’yı Rusya’da, Fransa’yı Fransa’da vuran acımasız “terör”; İngiltere’yi İngiltere’de, Amerika’yı Amerika’da vuracaktır.” Rusya, Fransa, İngiltere ve Amerika dün ne ektiyse, bugün onu biçiyor. Bunu kınamak niye?

Ayrıca şu kafa kesilmesi hadisesi ile alâkalı da bir çift lâf etmeden geçmeyelim. Cezayir’de Müslümanların kafası kesilirken medeniyetti, özgürlüktü, zaferdi de şimdi kafası kesilen siz olunca mı kafa kesmek fiilinin bizzat kendisi kötü oldu? Siz bu kafayla giderseniz, daha çok kafa kaybedersiniz bizden söylemesi.

Kimse bu barbarları ve alçakları savunmasın, merhamet göstermesin. Dünya çapında birkaç asırdır işledikleri suçlarına kısas uygulanacak daha, ne yaptılarsa, nasıl yaptılarsa aynıyla muamele görecekler.

***

Bizi alâkadar eden asıl mesele ise her zaman dikkat çektiğimiz üzere mevcut olanın yerine hangi düzenin tesis edileceği meselesidir. Şimdi burada sakin sakin konuşunca sanki artık bir şey yapılmasına gerek kalmamış, Batı da zaten bitmiş gibi de idrak edilsin istemeyiz. Üstad Necib Fazıl’ın dediği üzere “dünya kıtalar çapında bir inkılab bekliyor” ve bu inkılabın gerçekleşmesi, Batı’nın ardında bıraktığı kıtalar çapındaki medeniyet enkazının kaldırılmasına bağlanıyor.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında dediği gibi, “Yeni Dünya Düzeni kurulacaksa, biz de diyoruz ki buradan başlasın.”

Baran Dergisi 721.Sayı