Sanayi Müsteşarlığı

Hammadde

Dünya siyaset perdesine, insanlık tarihinin hiçbir devrinde emsali görülmemiş derecede karışık bir kaos yansımakta. Peki, ne oldu da Batı elindeki teknik, askerî, ekonomik ve siyasî üstünlüğe rağmen son 10-20 yıl içinde bu hâle geliverdi, müsebbibi kim?

Hammadde, her ne kadar tanımı itibariyle “tabiî sanayi tarafından sınaîde işlenmek üzere kullanılan malzeme” diye son derece masum bir şekilde tanımlanıyorsa da, insanlığın zihniyetinde meydana gelen değişimin, hammadde ekseninde dünya çapında ne gibi değişimlere neden olduğu ve neticede de nasıl olup da dünya siyasetini içinden çıkılmaz bir hâle sürüklediğini işleyeceğiz…

***

Dünya tarihi açısından 15 ve 16. yüzyıl bir dönüm noktasıdır…

Rönesans: Batı’nın, Müslümanlardan yaptıkları tercümeler vasıtasıyla yeniden tanıştıkları kendi fikirleri önünde, zamanın şartlarını hesaba çekerek meydana getirdikleri mücerret idrak zemini… Batı’nın eski verimliliğini yitirmiş de olsa hâlen bu zemin üzerinden eserler ürettiğini düşünecek olursak, son derece ehemmiyetli.

Coğrafî Keşifler: Rönesans zemininin verdiği ilk mahsullerden olan icatlar, hemen peşinden keşifleri getirmiştir. Rönesans hareketlerinin etkileriyle gelişmiş oldukları gibi, kendileri de bu hareketlerin gelişimini etkilemişlerdir. Bu keşifler sonucunda Avrupa yeni kıtalara yayılma ve onların zenginlik kaynaklarını ele geçirme olanağı elde etmiştir. Avrupa düşüncesi ve kültürü, global bir değer olarak bu süreçten itibaren yayılmaya ve hâkim olmaya başlamıştır. Bunu yaparken Avrupalılar, yerli halkları ve yerel yaşamı dağıtmış ve hatta yok etmiş, Avrupa kültürünü hâkim kılma sürecini şekillendirmiştir. Hem tabiî hem de kültürel farklılıkları yok eden bir süreç olmuştur. Klasik Sömürgecilik olarak bilinen sömürgecilik süreci bu dönemle başlamıştır.

Sömürgecilik: Sömürgecilik, müstemlekecilik veya kolonyalizm genellikle bir devletin başka milletleri, devletleri, toplulukları, siyasî ve ekonomik hâkimiyeti altına alarak yayılması veya yayılma istemidir.

Sömürgeciler genellikle sömürdükleri bölgelerin kaynaklarına, iş gücüne, pazarlarına el koyar ve aynı zamanda sömürgeleri altındaki halkın sosyo-kültürel, dinî değerlerine baskı uygularlar. Sömürgecilik ile emperyalizm kimi zaman birbirleri yerine kullanılan terimler olmakla birlikte emperyalizm, kontrolün hâkim gücün elinde bulunduğu durumları tanımlamak için kullanılmaktadır. Sömürgecilik terimi aynı zamanda bu sistemi meşrulaştırmak veya yaymak için kullanılan bir dizi inanca da işaret etmektedir, zira Sömürgeciler kendilerinin sömürdükleri insanlardan daha üstün olduklarına inanırlar. Sömürdükleri insanları gelişmemiş toplumlardan seçerler. Dünya bu sömürgecileri, gelişmemiş toplumları refaha kavuşturmak ve gelişmelerinde katkıda bulunmak amacıyla baskı altında tuttukları şeklinde algılar veya algınlanması sağlanır. Bir bakıma iyimserlik havası estirilir.

Sözde akademik teorilerle de desteklenmeye çalışılan bu tip inançlar daha çok 19.yüzyılda Avrupa’da yayılmış ve Avrupalıların tüm dünyada sömürgeci güç olarak yayılmasının da sözde meşru dayanağı olmuştur. 18. yüzyılda başlayan sanayi inkılâbının ardından 19. yüzyılda sanayileşmedeki gelişmeler neticesinde buhar makinelerinin kara ve deniz ulaşımında kullanılması yeni uluslar ve kıtalararası ekonomik ve ticarî münasebetleri geliştirdi.19 yüzyılda tamamıyla sanayileşen İngilizler, diğer ülkelerle ekonomik bağlarını güçlendirdiler. Avrupa’daki diğer devletlerde İngilizlerin takip ettiği yolu izlemeye başladılar. Tarihte sömürge kurmak, büyük toprak kazanmak, büyük devlet olmak için gerekli sayılmaktaydı.

Avrupa’yı 1890’lardan itibaren sömürgeciliğe iten faktör tamamen ekonomiktir. 1870’lerden sonra endüstrinin gelişmesi başlıca ekonomik faktör olarak görünmektedir. Endüstrinin gelişmesi ortaya bir takım mühim problemler çıkarmaktadır. Endüstri geliştikçe üretim artmıştır, üretim arttıkça endüstri ülkelerinin kendi nüfusları bu üretimi tüketemez olmuşlardır. Bir üretim fazlası ortaya çıkmıştır. Bu üretim fazlasını dağıtacak alanlar aramaya başlamışlardır.

Öte yandan endüstrinin hammadde problemi ortaya çıkmıştır. Avrupa’nın sınırlı hammadde kaynağı karşısında yeni hammadde sağlayacak topraklar elde etme zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. 19 ve 20. yüzyılın başında, sömürgeciliğin en etkili vasıtalardan biri demir yoludur. Demiryolu bilhassa Asya ve Afrika da sömürgeciliğin en gelişmesinde önemli bir vasıtadır. 19. yüzyılda sömürgeciliğin iki aktif alanı Afrika ile Uzak Doğu olmuştur. Orta ve Güney Amerika Amerika Birleşik devletlerinin nüfuzu altına girmiş ise de bu durum Afrika ve Uzak Doğudan farklı olarak doğrudan doğruya bir sömürgecilikten ziyade özel bir münasebet düzeni şeklinde ortaya çıkmıştır. Demir yolları ağını genişleterek kara bölgelerinin içlerine kadar girdiler ve maddî manevî nüfuslarını korudular.

Avrupa sömürgeciliği kabaca iki büyük dalgaya ayrılabilir. İlki keşiflerle başlamış ikincisi de 19.yüzyılın ikinci yarısında başlayan dönemidir…

İngiliz Devrimi: Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından Avrupa’da feodal düzene geçildi. Buna göre toplum içindeki sınıfları birbirinden ayırarak üste yahut alta taşıyan hususiyet toprak sahibi olmaktı. Kim daha çok toprak sahibiyse o kraldan beri başlayan piramitte üst sınıflarda yer buluyordu. Ne var ki paylaşım yapılmış ve ekonomik sıkıntılar olsa bile kimse içinde bulunduğu sınıftan ayrılmamak adına toprağını satmaya yanaşmıyor ve sınıflar arasında geçiş mümkün olmuyordu.

İngiliz Devrimi, toplum içindeki sınıfları birbirinden ayıran toprağın yerine paranın geçmesine sebeb olan zihniyet değişimini meydana getirdiği için son derece ehemmiyetlidir. Bu zihniyet değişiminin dünya çapında gerçekleşmesi ise ancak Fransız İhtilâli’nden sonradır.

Büyük Fransız İhtilâli: İktisat, temelde bağlı olduğu hayat tarzı ve bağlı olduğu ahlâk ve bağlı olduğu dünya görüşü ve onun da bağlı olduğu din tarafından şekillenen insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulu bir mekanizmayken, Fransız İhtilâlinden sonra meydana gelen zihniyet değişimiyle beraber; dini de, dünya görüşünü de, ahlâkı da, hayat tarzını da biçimlendirmeye kalkan üst bir şube olarak karşımıza çıkmıştır. Bu değişimle beraber yalnız ehram altüst olmakla kalmamış, aynı zamanda devletin varlık sebebi olarak öne sürülen ferd ile toplum arasındaki muvazene de (ekonomi dâhil) birçok unsuruyla beraber tamir edilmez şekilde bozulmuş, yahut eskiye nisbetle büyük bir değişimeuğramıştır.

I. Dünya Savaşı: Sanayi Devrimi ve Sömürgecilik sonucunda ekonomik pozisyonlarını güçlendiren İngiltere ve Fransa, karşı taraftaki Almanya ve İtalya gibi ülkelerden ekonomik olarak çok ilerideydi. Almanya ve İtalya, siyasî birliklerini oluşturduktan sonra 1914’e kadar olan süreçte aradaki farkı kapatmaya çalışmışlardır. İngiltere ve Fransa’nın ekonomik hâkimiyet alanlarını koruma, Almanya’nın ise bu alanları ele geçirme niyeti savaşın başlıca ekonomik sebeblerindendir. Bu sebebler; sömürgeler, deniz yollarının hâkimiyeti, milletlerarası ticaret imtiyazları gibi ana başlıklarda değerlendirilebilir.

Öte yandan 19. yüzyıl sonlarından itibaren kullanılmaya başlayan ve neredeyse 20. yy’a damgasını vuran petrol yataklarının mülkiyeti de savaşın temel ekonomik sebeblerdendir. Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altındaki Ortadoğu petrol varlığı, 19. yy sonlarında özellikle İngilizler tarafından, çeşitli gizli/açık yöntemlerle tespit edilmiştir. İngiltere, petrol siyasetini, 1900’lerde tüm stratejilerinin birinci sırasına koymuştur.

Diğer bir mevzu da Rusya İmparatorluğu’nun ekonomik durumudur. Rusya, 19. yy’ın sonlarında 20. yy’ın başlarında içtimâî dalgalanmanın en fazla görüldüğü ülkedir. Toplumun en büyük kesimini oluşturan köylü sınıfı ve o büyüklükte olmasa da etkin bir işçi sınıfı 1905 Devrimi ile 1917 Ekim Devrimi’ne giden yolda etkin birer faktör olmuşlardır. İçtimâî dalgalanmalar ekonomik açıdan Rus İmparatorluğu ve Çarlık rejimi için tehlike oluşturuyordu. Rus yönetimi bu dalgalanmaları engellemek için siyasi ve ekonomik güç kazanmak zorundaydı.

Bu savaşın neticesinde, sömürgecilik zihniyeti aynı şekilde korunmuş olmakla beraber yeni sömürgeler ve el değiştiren sömürgeler olmuştur. 

II. Dünya Savaşı: Açıkça görüleceği üzere Birinci Dünya Savaşı’nın ekonomik sebepleriyle aynı sebebler;

Almanya: Adolf Hitler, öncelikle Orta Avrupa, ardından Doğu ve Batı Avrupa’yı Almanya topraklarına katmak amacındadır. İkincil planı ise Asya’yı, özellikle Sovyetler Birliği ve Yakın Doğu’daki stratejik noktaları ele geçirmektir.

Japonya: I. Dünya Savaşı sonunda Almanya’nın Uzak Doğu sömürgeleri Japonya’ya verilmişti. Üstelik Çin’in bir bölümü de Japonya’nın hakimiyetindeydi. Ancak bu kadar sömürge bile hızla sanayileşen ve büyüyen Japon ekonomisini doyuramıyordu. Ekonomik çıkarlar için ABD ile yakınlaşan Japonya, savaşın patlak vermesi ile Almanya’ya yakınlaşmıştır. Pearl Harbor Saldırısı ile kesin olarak savaşa girmiştir.

ABD: Savaşın başında tarafsız kalan ABD, sonraları Fransa ve Birleşik Krallık’a silah yardımı yapmıştır. Japonya tarafından Pearl Harbor’da saldırıya uğramış ve kesin olarak savaşa girmiştir. ABD’nin savaşa girmesi ve Almanların Sovyetler Birliği’ni istila etmesi savaşın seyrini değiştirmiş, Almanya genişleme politikası yerine var olan sınırlarını koruma politikasını uygulamıştır.

Sovyetler Birliği: I. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı yerine Orta Asya’ya yönelik politikalar izlemiştir. Zengin petrol rezervleri sayesinde savaşta lojistik ve teknoloji alanlarında en güçlü devletlerden biri olmuştur. Almanya ile saldırmazlık anlaşması yapmasına rağmen Alman istilasına uğramıştır. Almanlar’ın bu istilası ve SSCB’ye karşı aldığı yenilgiler II. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştirmiştir.

Birleşik Krallık: Adolf Hitler tarafından Avrupa’daki tek rakip olarak görülen Birleşik Krallık, Almanya’nın Avrupa’nın tamamına yayılmasını önlemiştir. ABD tarafından sürekli mühimmatla desteklenen Birleşik Krallık, ABD’nin savaşa girmesine kadar özellikle Kraliyet Hava Kuvvetleri ile ön plana çıkmış, Orta Avrupa’da kesin bir hava hakimiyeti sağlamıştır. ABD’nin savaşa girmesiyle birlikte kara kuvvetleriyle ön plana çıkan Birleşik Krallık, II. Dünya Savaşı’nın en büyük aktörü olmuştur.

İtalya: I. Dünya Savaşı’ndan istediğini alamayan İtalya dar bir sömürge alanıyla sanayisini beslemeye çalışıyordu. Ayrıca I. Dünya Savaşı’nda İtilaf devletleri ile görüş ayrılığına düşen İtalya, Mussolini‘nin faşist politikaları nedeniyle Avrupa’da sorun teşkil ediyordu. İtalya’nın eski Roma İmparatorluğu gibi güçlü bir devlet olmasını isteyen Mussolini, Almanya ile yakınlaşarak Mihver Devletler blokunda savaşa girmiştir. İtalya; Kuzey Afrika ve Balkanlar’da ilerlemiştir.

Soğuk Savaşİkinci Dünya Savaşı Avrupa’lı sömürgeleri tüketirken, dünya dengelerini değiştirecek iki gücün doğuşuna vesile olmuştur; SSCB ve ABD… Fransız İhtilâli’nden sonraki süreç Avrupa ve Amerika’da bir hâlet-i ruhiye hâlinde Kapitalizmi meydana getirirken, tez ve antitezi ile beraber ekonominin beşeriyet üzerindeki hâkimiyeti bu dönemde tescillenmiştir. Dünya’nın Doğu ve Batı olmak üzere iki blok hâlinde ayrışması ise güç eksenindeki kaymayı gözler önüne sermektedir.

Bunlar, işin su yüzünde görünen tarafı… Ya arka planda gerçekleşen ve bugün hâlen dünya üzerindeki kaosun sürekli gözden kaçırılan temel sebebi… Bu sebeb ne midir? Hemen söyleyelim; dünya bloklar hâlinde birbirinden ayrılırken, İsrail Devleti’nin yeni enerji kaynaklarının merkezi Ortadoğu’nun kalbine yerleşmesidir.

***

Globalizm: Soğuk Savaş, dönem içinde yaşananları bir kenara bırakacak olursak, ABD’nin Suudî Arabistan ile yaptığı anlaşma neticesinde petrol fiyatlarının aşağı çekilmesi ve petrole dayalı SSCB ekonomisinin çökmesi neticesinde sona erdi. Katı blokların yıkılması ve SSCB’den sonra ABD’nin tek güç olarak kalması dolayısıyla globalleşme başladı. Hammadde, pazarlar ve sınırlar eski ehemmiyetini yitirdi. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle beraber hayatımıza giren televizyon ve internet gibi iletişim araçlarıyla cemiyetlerin sivrilikleri törpülendi. Kültürler bir bir ortadan kaldırılırken, Fransız İhtilâliyle beraber başlayan zihniyet değişimi, kapitalizm adı altında tüm dünyaya hâkim oldu.

HAMMADDE

Roma’nın yıkılmasından sonra ortaya çıkan derebeylikler, sahip oldukları toprak üzerinden elde ettikleri imtiyazları İngiliz ve Fransız devriminden sonra tamamen yitirmişlerdir. Topraktan kaynaklanan imtiyazın yerini para almıştır. Sınıflar, para gücüne göre yeniden şekillenmiştir. Bu dönemde Avrupa’nın kendi içindeki rekabet de kızışmış, icatlardan sonra başlayan Coğrafî Keşifler, ucuz iş gücü elde ederek rakibinin önüne geçmek isteyen Avrupalı devletler arasındaki yarışın yeni şekli hâline gelmiştir.

Rönesans dönemine kadar Kilise’nin menfaatine göre idare edilen Avrupa’da, kilise gitmiş, menfaat ise bugüne dek varlığını korumuş ve adeta kilisenin yerini alarak menfaatperestlik dinini doğurmuştur. Bu zihniyetin nihâi neticesinin hiçbir ahlâkî, vicdanî, insanî değer tanımayan saf kötülük hâlinde kapitalizm olduğu açıktır.

Ucuz iş gücü peşinde başlayan sömürgecilik, Sanayi Devriminden sonra hammaddeye yöneldi. Sanayileşmeyle beraber hem enerji kaynağı, hem de işlenmek üzere maddeye olan ihtiyaç büyüdü. Bilhassa Afrika, bu döneme kadar Avrupalıların nazarında yalnız ucuz iş gücü kaynağı olarak sömürülürken, keşfedilen yeraltı kaynaklarıyla beraber bir ânda hammadde kaynağı hâline dönüştü. Avrupa, uzun yıllar boyunca Afrika’daki paylaşımı muhafaza etmesini bildi; ta ki, petrolün keşfedilmesiyle beraber yeni hammaddenin adresi değişene, ABD ve SSCB siyaset sahnesine yeni bir güç olarak çıkana dek. Yeni enerji kaynağının adresi Ortadoğu’ydu ve bölgenin hâkimi “Hasta Adam” olarak tanımlanan Osmanlı Devletiydi. Ekonomik bakımdan değerlendirecek olursak, petrolde inisiyatif sahibi olmak isteyen Avrupa, hızlı bir şekilde kendi içinde kutuplaştı ve Devlet-i Aliyye’yi yıkmak üzere dünyayı Birinci Dünya Savaşı’na taşıdılar. Savaş sonrasında bölge İngiliz ve Fransızlar tarafından paylaşıldı. Bir diğer taraftan senelerdir Devlet-i Aliyye’nin zırnık toprak koklatmadığı Siyonistler bu vesileyle enerji kaynaklarının tam kalbine yerleşmeye başladılar.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan paylaşımdan memnun olmayanlar, sömürgelerini çoğaltmak adına İkinci Dünya Savaşı’nı çıkarttılar. Bu savaş paylaşımın değişimi bir yana, dünyada iki büyük emperyal gücün doğuşunun vesilesi oldu ve Avrupa’nın enkazı üzerinde, ABD ve SSCB dünya üzerindeki hâkimiyetlerini ilân ettiler. Dünya Doğu ve Batı olmak üzere iki blok hâlinde birbirinden ayrıldı. ABD, Liberalizm adı altında onun “çocuğu” diyebileceğimiz kapitalist bir zihniyeti benimserken, buna karşılık olarak Sovyetler Birliği kendi bloğunu antikapitalizm mayasıyla birbirine tutturdu. Derken yaşanan Soğuk Savaş dönemi ve Sovyetler’in “haddini aşan zıddına inkılâb eder” ölçüsünce varlık sebebinin ortadan kalkmasıyla beraber yıkılması…

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan “Milletler Cemiyeti” ile beraber bazı devletler kendisinden daha kuvvetli devletlerin himayesi altına alınmak suretiyle sömürgeciliğe hukuk kılıfı uydurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaysa, bu cemiyetin yerine Birleşmiş Milletler kurulmuş ve büyük devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmaları hukukî bir düzene oturtulmaya çalışılırken, dünyanın geri kalanı büyük devletlerin mutlak istismar sahası hâline getirilmiştir. Soğuk Savaş’ın sonuna kadar iki blok hâlinde devam eden bu istismar, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra dengelerin ABD lehine dönmesiyle aynen devam etmiştir.

Hasılı kelâm, Roma ve Eski Yunan’dan önce Avrupa’ya, ardından da ABD, Rusya ve Çin’e miras kalan sömürgecilik, metodundaki değişikliğe rağmen bugün ayniyle sürdürülmekte ve yine bata Afrika olmak üzere dünyanın gariban ülkeleri, ellerindeki zenginlikler üzerinde hiçbir hak sahibi görülmemektedir.

Başyücelik Devleti’nin Hammadde Politikası

İbda Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında dile getirdiği üzere; “kimse dünyaya birbirinin gözünü oymak için gelmedi.” Dolayısıyla Başyücelik Devleti sanayileşme hamlesinin temel şartları arasında yer alan hammadde meselesinin çözüme kavuşturulmasında da hiç kimseye zulmedemez ve hiçbir milletin millî servetini elinden izinsiz alamaz. Böylesi bir yol izlemek her ne kadar hammadde ile beraber milletlerarası pazarda düşük maliyet ile beraber sanayicinin elini güçlendirecek olsa da, bizim için makbul değildir. Yukarıda 4-5 asırlık kan, vahşet, tecavüz, hırsızlık ve alçaklık üzerine kurgulanmış olan sömürgecilik tarihini verdik. Dikkat ederseniz Devlet-i Aliyye’nin sicilinde bu lekelerin sıçramış olduğu tek bir sayfa dahî bulamazsınız.

Umumî bilgi hâline geldiği üzere, Anadolu toprakları ziraî ve madenî yeraltı kaynakları bakımından son derece bonkör… Buna mukabil enerji bahsinde de ifâde ettiğimiz üzere bilhassa enerji kaynağı seçiminde beklediğimiz değişikliğinde bizi petrol ve doğalgaz için dışarıya bağımlılıktan kurtaracağını varsayarsak, dışa olan bağımlılığımız büyük oranda azalacaktır. Zaten bugün Türkiye’nin hammadde talebine bakıldığında da görülebileceği üzere, cevher hâlinde değil de yarı işlenmiş hammadde ithâlatı problem teşkil etmektedir. Ne yazıktır ki, ithâl ettiğimiz yarı işlenmiş hammaddelerin bir kısmının cevheri de Türkiye’den ihraç edilmekte ve ardından yarı işlenmiş hâline misliyle bedeller ödenerek ithâl edilmektedir. Böyle bir vaziyet Başyücelik Devleti açısından kabul edilemez. Gerekirse eldeki tüm imkânlar seferber edilmek suretiyle yatırımlar gerçekleştirilir ve Anadolu’dan elde edilen cevher, bu topraklardan çıkmadan yarı işlenmiş hammadde hâline getirilir.

Anadolu dışından tedarik edilmesi gereken hammaddeye gelecek olursak… Bir kere Başyücelik Devleti’nin temel prensiblerinden biri olan “milliyetçilik”, Anadolu’nun dışındaki ilk halka olan İslâm Âlemi’nin tamamını kapsamaktadır. Dolayısıyla, geçen sayılarda da ifâde ettiğimiz üzere Anadolu özelinde değil, İslâm Âleminin geri kalanı da dahil olmak üzere hep beraber bir kalkınma modelinden bahsettiğimize göre, bu toprakların verimlerinden de aynı şekilde istifade edilecektir. Tabiî ki sömürerek değil, ziraî ve madenî kaynakların çıkartılmasının haricinde işlenmesini de ve hattâ gerekiyorsa o hammadde üzerinden faaliyet gösterecek sanayinin yatırımını da oraya yapmak kaydıyla… Böylelikle çeşitli sanayi kollarındaki uzmanlık da daha hızlı gelişecektir. Gelelim İslâm Âlemi’nin dışında kalan zenginliklere… Başyücelik Devleti’nden beklediğimiz inkılâbın yönlerinden biri de Asyacılıktır. Başyücelik Devleti, Anadolu dışındaki ilk dairede İslâm Âlemini, ardından Afrika’da dâhil olmak üzere bütün bir Asya’yı, “Büyük Şark”, “Büyük Asya” idealinde buluşturmayı hedeflemektedir. Sovyetler Birliği’nin söylemde Materyalizme dayanarak, “ruhçu Doğu”ya yönelik başlattığı fetih hamlesinin, söylemde ruhçu Batı tarafından nasıl akamete uğratıldığı mâlum… Buna mukabil Başyücelik Devleti’nin, son raddesinde Allahçılığa varan bir diğer temel prensibi olan ruhçuluk, senelerdir madde planına mahkum edilerek kıvrandırılan Doğu’nun sancılarını dindirecek ve benzersiz bir fışkırışın zemini teşkil edecek şartlarıyla doğuya yönelişi bambaşka imkânların doğmasına vesile olacaktır. Bunlardan biri de elbette Doğu’nun zenginliklerinden istifâde etmektir ki; yine ilk daire İslâm Âlemi için olduğu gibi, sömürmek için değil, Batı’nın tahakkümünden kurtarmak üzere kalkındırmak ve insan meselesi önünde çaresiz kalan Batı’nın elindeki imkânların karşısına bir bütün hâlinde, insanlığın meselelerine çözüm getirecek zihniyetiyle beraber, yeni bir güç hâlinde dikilmek için… Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle; “yurduna, İslâm Âlemi’ne ve bütün insanlığa numunelik teşkil edici” bir siyaset…

***

Evet, zorların zoru bir meseleden bahsettiğimizin biz de farkındayız; fakat şunu çok iyi biliyoruz ki, bahsettiğimiz hususlar imkânsız değil. Bütün mesele, dünyanın geri kalanına emsâl teşkil edecek bir prototib hâlinde Anadolu’nun derdine bir derman bulabilmek. Bayrağın düştüğü yeri kurtaralım, gerisi kolay.

Aylık Dergisi, 135. Sayı, Aralık 2015