Batı bilimciliğinin radikal bir yenilik mahiyetinde sunduğu pek çok bilgi, keşif ve buluş hem şaibeli hem tehlikelidir; yapıcı değil, yıkıcıdır, aksi ispatlanana kadar da yanlıştır.

“Aydınlanma” meşalesinin aydınlığında “ilerleme”, evrensel ölçekte bir medeniyet getirme, yeryüzü cenneti müjdesiyle yola çıkıp, dünyayı ateşe veren, kendi yapmadığı her şeyi yıkan, anlamadığıyla alay eden bir medeniyeti hâlâ kutsuyor olmanın hiçbir haklı gerekçesi olmadığı gibi; felsefeci yahut bilim adamı kisvesiyle ortaya çıkıp, yabancı kültürlere ancak Hıristiyan olmaları ve Batı normlarına uymaları şartıyla var olma hakkı tanımanın, denetiminden sorumlu olduğunuz bir sistemin kusursuz bir biçimde çalışmasını engelleyebilecek her tür düşünceyi daha doğmadan kaynağında boğmanın da bilim adamlığıyla, çağdaşlıkla, demokratlıkla hiçbir alâkası yoktur. Olsa olsa; güçlü olanın haklı da olduğuna hükmeden Darwinci prensiple kendi varlığını meşru kılma, dünyevî kaygılarla Batı’nın keyfî vandalizmine çanak tutma şarlatanlığıdır ki, bayağı ve sıradan olanı öne çıkaran, en ulvî mânâları en suflî anlamsızlıkların ortalamasıyla ulaşmaya çalışan kaba bir yaklaşımdır. Benzer biçimde, “meçhûle hürmet tavrı” içinde olmaktan uzak bir anlayışın tezahürü halinde diğer kültürleri dışlayarak, sadece Batı bilimi etrafında gelişen her türlü değişimi peşinen bir iyiye gidiş kabul etmenin, hayatın devamını sadece bu kültürün yetiştirdiği insan modelinde görmenin de gerçeklikle hiç bir bağı yoktur. Her iki yaklaşımda, sırrını anlamadığı bir dünyaya karşı umutsuz bir savaş yürüten, kendi dünyasının normlarının dönüştüreceği toplumlarda kabul görmesini ise sadece bir kural ve metod yokluğuna bağlayan, böylelikle de her türlü hukuksuzluğu yapmayı kendinde bir imtiyaz olarak gören modern bireyin portresini yansıtmaktadır. Diğer kültürleri dışta bırakarak sadece Batı bilimini seçiyor olmaları hasebiyle, iddia edildiği gibi hiç de bilimsel bir tercih değildirler. Zira insanın hayata ve çevre şartlarına adaptasyonu, güçlü olanın ayakta kaldığına hükmeden Darwinci teorinin öngörülerinden çok daha esrarlı bir şeydir. Ölçüp biçme çılgınlığı içinde bilimsel zihniyetinde boğulanların, iptidaî gördükleri insanlara bakıp eğlenenlerin şayet hâllerine şuurları olsaydı, aslında kendilerinin acınacak hâlde olduklarını görür, gülmeyi bırakırlardı. Dolayısıyla, bilimi akılcı bir metoda ircâ ederek bir iktidar odağı haline getiren, kuru aklın önderliğinde bilgi edinmeyi, bilgi sahibi olmayı yeniden düzenleyen, gelişimini, şartlarını ve sınırlarını yeniden belirleyerek “akademi”nin tekeline veren Batı bilimciliğinin radikal bir yenilik mahiyetinde sunduğu pek çok bilgi, keşif ve buluş hem şaibeli hem tehlikelidir; yapıcı değil, yıkıcıdır, aksi ispatlanana kadar da yanlıştır.

Nitekim, Batı dışında kalan toplumlarda, Batı’nın tasallutuna maruz kalmadan önce bolca bulunan kimi mal ve hizmetlerin giderek kıtlaşması, buna bağlı olarak yaşadıkları açlık, hastalık, şiddet, yabancılaşma; sosyo ekolojik sistemlerindeki bozulma, temel ahlâkî ve estetik değerlerin yüzlerce yıl üzerinde taşındığı yapıların keyfî bir biçimde terk edilmesi, Batı bilim ve teknolojilerinin bu kültürlere nüfuz ve sirayetinin sebep olduğu tahribat neticesinde gerçekleşmiştir. Batı bilimi bunu kendi ürünlerinin üstünlüğüne vehmetse de, bu doğru değildir. Zira Batı biliminin insanlığa bir başarı olarak sunduğu pek çok keşif ve buluş sistematik, mukayeseli araştırmaların bir neticesi olmaktan ziyade, metalaştırmaya, kâr amacına yönelik çıkar çatışmalarının, siyasî baskıların ve iktidar oyunlarının abartılmış komik delillerinin sonucudur. Yani, Batı biliminin başarıları gözlerimizin içine sokulurken, başarısızlıkları kelimenin tam anlamıyla gömülmekte, işgalci, sömürgeci atalarının başka kültürlerle kurduğu köleleştirme yok etme ilişkisi neo-kolonyal biçimiyle; hümanist, demokrat, liberal evlatları üzerinden, atalarını aratmayacak biçimde devam etmektedir. Dahası, Batı’nın önemli düşünür ve siyasetçileri bu soykırım işleminin emperyalist metodlarla yapılmasında hiç bir beis görmemekte; emperyalizmin Batı dışında kalan “ilkel kültürler”i tarih sahnesinden silerek, uygarlığa hizmet ettiğini düşünmektedirler. Böylelikle, Batı vandalizminin, demokrasi idealleriyle uygulamalarının geçirdiği büyük değişime paralel olarak, her değişim ve yeniden yapılanma döneminde ferd ve toplumun üzerinde tuttuğu ışık da değişmekte, bir kandırmacadan ibaret demokrasinin oligarşi ve radikalizmle itiraf edilmemiş ilişkisi gizlenmekte, insanlık uyulması gereken yeni kurumların, kuralların ve yeni davranış alışkanlıklarını zorbalığı altında yaşamak zorunda kalmaktadır.

Netice itibariyle, insanlık tarihinde iki yahut üç yüzyıl kısa bir süredir. Dolayısıyla hiç bir insan aklı, bu süre zarfında, yapılan keşif ve buluşların ve bunların ürünü mahiyetinde gelişen yeniliklerin sonuçlarını tüm uzantılarıyla kuşatamaz; bunların insanlığa hangi faydaları yahut hangi belâları getireceğini de öngöremez. “Modern ikon”lar aksini iddia etse de hakikatin mayası gizlidir, her bakan göze sırrını vermez. Ortaya çıkması için İlâhî yardım gereklidir. “İlim mâlûma tâbidir” doğrusu bağlamında söylersek; Hakk’tan bir olarak çıkan bilgi âlemin suretlerinde çoğalırken, bilinene de bilinenin üzerinde bulunduğu hâle göre ilişir ve zahir, mazharın istidadının hükmüyle sınırlanmış olarak tezahür eder. Dolayısıyla hakikatleri bulundukları hâl üzere görmek için, bilginizin de keşfî olması, aslî bağlamından koparılmamış olması gerekir. Bunun aksi, varlık ve bilgiyi karşı karşıya getiren bir bilme biçimidir; eşya ve hadiselerin teshirinde tam bir tanıma sağlamaz, huzur ve mutluluk getirmez, yapıcı değil yıkıcıdır. Böylesi toksik bir bilgiyle insana, eşya ve hadiselere müdahale etmenin bedeli ise çok ağırdır. Bilginiz arttıkça zihin karışıklığınız, cahilliğiniz, narsisizminiz de artar, bilginizin niteliği hususunda yanılır, bilgisizliğinizi değil, bilginizi onaylayan şeylere bakar hâle gelirsiniz. Doğu’su ve Batı’sıyla yeryüzü cenneti beklentisinin tatlı tuzağına düşen, inanmaya programlanmış olduğu şeyden başka hiç bir şeyi göremez hâle gelen insanlık, bilimini, tekniğini insana karşı, insanı yok etmek için kullanan bir kültürün “buharlaşan cennet”inde hâlâ “ilerleme”nin, “gelişmişliğin” bu ağır bedelini ödemeye devam ediyor.

Her şeyin içiçe geçtiği ve ağ etkisiyle birbirine bağlandığı bir ortamda yaşıyoruz. Ve bu çevre, hayatlarımız üzerinde büyük etkisi olan sıradışı hadiselere zemin hazırlıyor; küresel çöküş tehdidini de artırıyor. Dahası, sıradan insanların hakkında hiç bir şey bilmediği, finans dünyasındaki karmaşık ilişkiler ağı, entelektüel şarlatanlık ürünü düzmece metodlar, insanlık için büyük bir risk taşıyor. Bu ölçümlerin yanlış bir yerde kullanılması hâlinde sebep olabileceği felâketleri düşünmek bile insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor. İnsanlık sanki, ufacık bir kıvılcım karşısında bile patlamaya hazır bir barut fıçısının üzerinde oturuyor.

Görünen o ki, dünya, yanlış tezlerden hareketle kusursuz bir muhakeme yürüten “Locke’un delisi” misâli, “birileri” eliyle koyu bir bunalım, bir kaos ortamına doğru sürükleniyor. Sanki herkesi içine alacak, hiç kimsenin hiç bir yerde kendini güvende hissedemeyeceği bir savaşın eşiğindeyiz. Bu savaşın göbeğinde de İslâm dünyası ve Türkiye var. Hatalarını görüp, kendine gelinceye kadar da olacak. Şayet hatalarımızı görüp, bunlardan ders alma istidadını yitirmişsek, yaşamamızın da bir anlamı yok demektir.

Aylık Dergisi 169. Sayı, Ekim 2018