Dünyanın en kapsamlı İngilizce sözlüğü Oxford, ilk cildinin yayımlandığı 1884’ten 10. cildinin yayımlandığı 1928’e kadar çok büyük bir emeğin, adanmışlığın eseridir. Bugün 350 binden fazla kelimeyi muhtevi…

“Oxford sözlüğüne bir delinin katkısı” başlıklı haber 2019’da bir sinema filmiyle yeniden manşetlere çekilse de, aslında bu haber, çok daha evvel, 1880’li yıllarda İngiliz gazetelerinde boy göstermişti. Bir deli (madman) ve bir dahi-profesörün yolları İngilizcenin eşsiz sözlüğü Oxford için kesişmişti. Aslında kimin “deli” kimin “dahi” olduğu da tam burada karmaşıklaşır. 

Bu hikâyeden yola çıkarak yazılmış ve 1998’de yayınlanan bir kitabı sinema filmine dönüştüren Mel Gibson, kitabın film haklarını 2016’da satın almış “Deli ve Dahi” filmi böylece ortaya çıkmış. 

Profesör James Murray, İngilizcenin en kapsamlı sözlüğünü yazmak için Oxford’a başvurduğunda, Oxford bilim üyeleri tarafından biraz küçümsemeyle karşılanmıştı. Çünkü, Murray aslında herhangi bir üniversiteden profesör ünvanı almış değildi. Oxford’un anlı şanlı profesörleri İngilizcenin en kapsamlı sözlüğünü hazırlama projesinin altından kalkamamıştı ve İskoçyalı, diplomasız bir adam bu sözlüğün editörlüğünü yapabileceğini iddia ediyordu. Murray kendini dillere adamış bir adamdı. Resmi tahsil yapmamış olsa da, onlarca yabancı dili, köken bilgilerine kadar biliyor, İngilizcede kelimelerin semantik-iştikak bağlarını çok rahat tahlil edebiliyordu. Çıkar çatışmalarının ve tutuculuğun hüküm sürdüğü bu kurumun yetkilileri, sonuçta Murray’in dil konusundaki olağanüstü kabiliyeti ve geniş kültürel birikimi karşısında işi ona vermeğe mecbur kaldılar. Oxford üyeleri Murray’in bu iş için biçilmiş kaftan olduğuna ikna olduklarında, ona geniş yetkiler ve bir çalışma ekibi verdiler. Bu zor vazifeyi belli bir noktaya kadar yerine getiren Murray ve yardımcıları, tıkandıkları yerler için ülke çapında herkesten yardım talebinde bulundular. Bu çağrıyı da, satışta olan kitapların arasına koydukları bir not ve adresle yaptılar. Davete cevap verenlerden biri de o sırada akıl hastanesinde olan Doktor Minor’dü. 

1872 yılında, savaş sırasında yüzbaşı olarak görev almış ama aslında bir cerrah olan Doktor Minor, geçmişinde yaşadığı olaylar yüzünden akli dengesini yitirmiştir ve kazara, kendisini izlediğini sandığı bir adamı öldürmüştür. Mahkemece hapishaneye değil ama bir akıl hastanesine gönderilmesine karar verilen Minor, hala peşinde birilerinin olduğunu düşünürken, aynı zamanda da istemeden öldürdüğü adamın ailesi için vicdan azabı çekmektedir.

Doktor Minör aklını karıştıran sanrılarından uzak kalmak için İngilizce sözlüğe yardım etmeye karar verir ve oluşturduğu kütüphaneyle İngilizce edebiyat ve bilim eserlerinde kullanılan kelimeler üzerinde çalışmaya başlar. On binlerce kelimeyi, iştikakları ile birlikte Profesör Murray’e gönderir. Deli doktor Minör, insan üstü bir çalışmayla, Profesör Murray’in ve ekibinin tıkandığı pek çok kelimeyi çözümleyerek sözlüğe dahil eder. Böylece deli doktor ve dahi dilbilimcinin dostlukları başlar.

Profesör, hayatını Oxford sözlüğünü tamamlamaya adar. Delicesine bir tutkuyla, gece gündüz çalışır. Profesör için kelimeler hayatın anlamıdır. Deli doktor Minör için ise hayatındaki olumsuzluklardan kurtulma yolu. İkisi de delilik ve dahilik arasındaki sınırlarda dolaşan iki mustarib insandır kısaca.

Fransızca possédé diye bir tabir vardır. Lügat anlamı “deli” demekse de, aslında “divane” anlamındadır. Üstad Necip Fazıl bu kavram hakkında şöyle yazar:

“Garplıların “possédé” diye bir tabirleri vardır; zabt ve istilâ olunmuşluk mânâsına gelen bu tâbir, bir fikir veya his tarafından kavranıp, sımsıkı yakalanıp, başka tarafa bakmaya, başka bir şey düşünmeye imkan ve mecali kalmamış insanlar hakkında kullanılır. Ve bu tabir, bazen, marazî ve muvazenesiz ruhların, bazen de kendilerini bir davaya kaptırmış, gönüllerini yalnız o dava ile doldurmuş kahramanların vasfıdır.”

Bu filmin en can alıcı noktası da, dünyanın en kapsamlı sözlüklerinden birini hazırlayan iki insanın, “possédé” kavramında vurgulandığı gibi kendilerini kaybedercesine bir davaya adanmalarıdır. 
Salih Mirzabeyoğlu kendini bir şeye adamanın hakikatinin “imân”da aranması gerektiğini söyler. “Çünkü divanelik imânın verdiği bir sıfattır” der ve şöyle devam eder: “İnsanı, arayıcılığa, buluculuğa, keşfediciliğe, yapıcılığa, yakıştırıcılığa memur eden ilahî bir lütuf… Divaneliktir ki, yedirmez, içirmez, uyutmaz, gaflete daldırmaz, vazgeçirtmez, ümitsizliğe düşürmez, koşturur, bağırtır, saldırtır, vardırır, erdirir.”

Ufkunda Allah olan bir imân arayışı olan “Divanelik-Possédé”, şuurlu veya şuursuz, Batı’da veya Doğu’da örneklerine rastlayabileceğimiz bir insan olma savaşıdır diyebiliriz. 

Bazı psikanalistler, Sokrat’tan Niçe’ye kadar pek çok filozofun veya ilim adamının psikolojik açıdan “normal” olmayan nevrozlu insanlar olduğunu söylüyorlar. Öyle midir gerçekten?

“İnsandan tutkularını alırsanız geriye ne kalır” diye bir söz okumuştum Marifetname’de. İnsanın kendini adadığı bir gayesi, kendini de izah ettiği bir meselesi, bir tutkusu olmalı… Davasında kaybolmuş, derdinin mustaribi olmuş, meselesinin divanesi olmuş adanmış ruhlar…

Bugün Müslümanlar olarak en çok muhtaç olduğumuz şey de, sanıyorum divanelerdir. Kendilerini davalarına adamış, meselelerine adamış, dertlerine adamış, bulamamacasına bir arayış ve kavrayış idrakine ulaşmış divaneler…

Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle “keşke bir mustaribler kampımız olsa!..”


Baran Dergisi 646. Sayı