Irak işgâli, Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz yatakları, Suriye’de yaşanan iç savaş, Mısır’ın düşürülmesi, Kaddafî’nin devrilmesi, Arab ülkelerinin Amerika ve İsrail safına açıkça geçmesi ve Filistin ile Gazze… Ortadoğu’da cereyan eden saydığımız ve saymadığımız hadiselerin hepsinde bir şekilde taraf olmuş iki tane ülke var; bunlardan biri Yahudi Devleti, diğeriyse Türkiye. 

Mevcut konjonktürü tek bir cümlede özetleyecek olursak: Bir taraftan Yahudi Devleti’nin güvenliği ile ekonomik kalkınmasının önü açılmaya çalışılıyor; diğer taraftan Türkiye’nin güvenliği tehdit altına alınıp, iktisadî kalkınmasının önü kesilmeye ve iradesi kırılıp teslim alınmaya çalışılıyor.

Peki ama niçin? Bu yalnız muhtelif Yahudi lobilerinin Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği ülkelerinin siyasetçileri üzerinde söz sahibi olmasına bağlanarak açıklanabilecek bir denklem değil. Bununla beraber, alışılageldiği üzere tüm bu hadiseleri yalnız bölgenin zengin yer altı kaynaklarına bağlayarak da açıklamak mümkün değil. Öyleyse?

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri tarafından kurulan milletlerarası müesseseler tarafından idare edilen global dünya düzeni artık işlemiyor, her tarafından arıza veriyor. Bununla beraber, Batı, mevcut olan düzenin yerine bir yenisini teklif ve ihdas da edemiyor. Bekâ meselesi denen varlık meselesi hiçbir zaman tek taraflı okunmamalı. Sıralamayı doğru yapmak lâzım. Türkiye, Gezi Olayları, 17/25 Aralık Yargı Darbesi ve 15 Temmuz ile global sisteme mutlak mânâda entegre edilemediği ve bu köhnemiş düzene karşı çıktığı için müesses dünya düzeninin varlığına tehdit teşkil ediyor. Yâni burada bizden evvel dünya düzeninin bir bekâ sorunu olduğunu doğru şekilde okumak ve anlamak gerek. Dünya düzeninin kurucusu Amerika Birleşik Devletleri ve hempası, bu sebeble Türkiye’yi hedef alıyor ve böylelikle Türkiye’nin bekâ meselesi doğmuş oluyor. Bu diyalektiği iyi anlayamazsak alacağımız tavır tutarlı olmaz.

Mevcut dünya düzeninin temel dayanağını Amerikan Doları teşkil ettiğine, paranın da Yahudi sermayedarlar elinde toplandığı ve işin garibi herkesin de bunu itiraf ettiği bir dünyada yaşadığımıza göre, tüm bu yaşanan meselelerin merkezinde Yahudi Devleti vardır; bu hakikati asla akıldan çıkarmamız gerek... Bunu, bütün bu olan bitenin kora kor İsrail’den yönetildiği anlamında söylemiyorum; ama son tahlilde sistemin belirleyeninin orası olduğu ikazını yapıyorum. Lakin, Yahudilerin kontrol altında tuttuğu ve daha doğrusu kendi kontrollerinde olacak ve kalacak şekilde kurguladıkları ve paydaşlarını da mutlak mânâda entegre ettikleri dünya düzeninin bekâ sorunu var.

Bahsimizi biraz daha somutlaştıracak olursak: Bugün dünya konjonktüründe ön plana çıkan Irak’ın işgâli ve işgâl sonrası düzen kurulamaması, Suriye iç savaşı, Libya’da Kaddafî’nin devrilmesi, Mısır’da gerçekleşen halk ihtilâli ve akabinde yaşanan askerî darbe, Suudî Arabistan ve Birleşik Arab Emirlikleri’nin izlediği Yahudi ve Amerika güdümündeki siyaset ve Doğu Akdeniz’de keşfedilen gaz rezervi gibi öncelikli sorunların hemen hepsinde Türkiye ve İsrail’in bir şekilde müdahil olduğunu ve her seferinde karşı taraflarda yer aldıklarını görmemek için kör olmak lâzım herhâlde. 

Türkiye, dünya düzeninin bekâsı için tehdit arz ediyorve bu sebeble düzenin başını tutan Amerika-Yahudi ile beraber sistemin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş herkes için hedef teşkil ediyor. 

Yahudi ve Batı’nın Muhtemel Stratejisi
Yahudi ve Batı, ayrılmaz birer parçası oldukları dünya düzenini muhafaza etmek için Türkiye’yi bu sisteme entegre etmek, entegre edemiyorlarsa da yok etmek zorundalar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa tarihine baktığımızda, onların şekillendirdiği bir devletten bahsediyor olmamız hasebiyle bugün böyle bir vaziyetle karşı karşıya kalmalarının onlar için bir sürpriz olduğunu ifâde edebiliriz. Gerek Lâik Kemalist T.C. dönemi, gerekse onun yerine ikâme etmeyi planladıkları İslâm Âlemi’nin lideri ve kontrol edicisi, Batı Sömürgesinin İleri Karakolu (Ilıman Müslüman) Türkiye Cumhuriyeti hesapları, başarısız olmuş olsalar da iyi yapılmış planlardı. Bu sebeble öyle zannediyoruz ki, Türkiye gibi bir pürüzle karşılaşmayı pek de beklemiyorlardı. Türkiye’nin sosyolojisini doğru okuyamadıklarını, denedikleri yollardan görüyoruz aslında. 28 Şubat, Gezi Olayları, 17/25 Aralık Yargı Operasyonu ve 15 Temmuz Darbe girişimi Müslüman Anadolu tarafından meşru görülmedi ve bertaraf edildi. Oysaki bu planların hepsi zaten Anadolu’nun Müslüman kesimini bu sisteme entegre edebilmek ve Türkiye’yi tam mânâsıyla teslim almak için tezgâhlanmıştı. 

Geçtiğimiz haftalarda Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve Üstad Necib Fazıl konulu sayılarımızda niçin başarısız olduklarını detaylı bir şekilde izah ettiğimizden tekrar bu konuya girmeyeceğiz. 

Bugün cevabını aramamız gereken esas soru, bundan sonra hangi yollara tevessül edecekleridir. Bugün Doğu Akdeniz’de yığınak üstüne yığınak yapan donanmalar, Edirne’nin hemen yanı başı diyebileceğimiz Dedeağaç’a Amerika’nın 2000 (kimi kaynaklar 4000 diyor) asker ve 700 zırhlı araç yollaması, Suriye’nin kuzeyindeki PKK-YPG’ye sürekli olarak yollanan binlerce tırlık askerî mühimmat, daha öncesinde Balkanlardaki muhtelif ülkelere güya olası bir Rusya tehdidine karşı konuşlandırılan Amerika ve NATO askerleri ve Gürcistan ile Ukrayna’ya yapılan yığınak pek tabiî ki Türkiye’nin askerî mânâda kuşatıldığının göstergesi. Lâkin ne Amerika ne de hempalarının Türkiye’yi işgâl girişiminde bulunacak kadar manyak olmadıkları da muhakkak. 15 Temmuz’da yaşananlar dolayısıyla Yahudi, Amerika ve hempası, Türkiye Cumhuriyeti devletinden çekinmiyorsa bile Müslüman Anadolu’dan çekinmesi gerektiğinin şuurundadır. Bir diğer taraftan, güncel pratiğe baktığımızda büyük ülkelerin birbirleriyle açıktan savaşmak yerine vekâlet savaşı verdiklerini görüyoruz. Öyleyse bu kuşatma, göz dağı vermek ve diplomatik olarak ellerini güçlü tutarak, her savaşın esasını teşkil eden iradenin, irademizin kırılması için kullanılan birer enstrüman. Vekâlet savaşına dönecek olursak, Irak ve Suriye’deki iç savaşlarda kullanılan PKK-PYD ve diğer milis kuvvetlerle Türkiye’ye karşı savaş açmanın mantıksızlığı da Afrin pratiği vesilesiyle ortada. Yakın geçmişte kullandıkları Gezi Olayları ve 15 Temmuz Darbe girişimi gibi enstrümanların tekrar devreye sokulmasının ters tepeceğini, pirince giderken eldeki bulgurdan da olacaklarını biliyorlar. 

Tüm bunları hesaba katarak düşünecek olursak, ellerinde, Türkiye’nin kırılgan ekonomisi ile kendi imalathanelerinden çıkmış İmamoğlu gibi tipleri piyasaya sürmek ve mümkünse bunları iktidar cenahı içinden ayrışan liberal, seküler ve işbirlikçilerle desteklemekten başka pek de imkânları yok görünüyor açıkçası. Tabiî içeride hareket alanları dar olsa da dışarıda, meselâ Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt Devleti kurup, bunun üzerinden Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu bölgelerine yönelik girişimlerde de bulunabilirler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin İzlemesi Gereken Strateji
Evvelâ içeriden başlayacak olursak…“One Minut” hadisesinden sonra dönemin Başbakanı Erdoğan, milletlerarası planda Türkiye’nin başına örülen çorapları ve ikili görüşmelerde yapılan baskıları mikrofona konuşup, milletimize yaşananların aslını, faslını açık bir dille izah etmek suretiyle başarılı bir liderlik göstermiş, birlik ve beraberliği sağlamıştı. Ne var ki, iktidara yakın olan medya, Erdoğan’ın izlediği bu stratejiyi olur olmaz meselelerde kullanmak suretiyle yalama etti. Bir diğer taraftan da söylem ile icraat arasındaki çelişkiler de sözün yalama olduğu bu sürece bolca katkı sağladı. 

Bugün çok daha karmaşık ve sıkıntılı bir süreçten geçiyor olmamıza rağmen, milletimizin bir kısmı, içinde bulunduğumuz şartları bir türlü lâyıkıyla idrak edemiyor ve günübirlik ucuz meseleler ekseninde savruluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, içinde bulunduğumuz şartları milletimize izah edecek yeni bir dil geliştirerek, hedef olmamız muhtemel saldırılara karşı yalnız devleti değil, milleti de hazırlamakla mükellef.

Yine içte birliğin sağlanması adına, yetişen yeni neslin neredeyse büyük bir kısmının din, millet ve devlet gibi kavramlarla son derece zayıf olan bağlarının güçlendirilmesi gerekiyor. Aslında yazımızın başında bahsettiğimiz Lâik-Kemalist rejimin tam da istediği tipte yetişen bu gençliğin, rehabilite edilmesi gerekiyor.

Global sisteme Türkiye’yi entegre etmek üzere kurgulanmış olan Lâik Kemalist rejimin başta kendisi olmak üzere tüm verimleri, Türkiye’nin zayıf taraflarını teşkil etmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin idare şeklinde meydana gelen değişimden sonra artık idare ruhuna yönelik çalışmalara da başlanması gerekmektedir. 

Türkiye’nin bir diğer zayıf tarafını teşkil eden ekonomiye gelecek olursak; 82 milyon insanın yaşadığı bir ülke, yalnız kendi kaynaklarına dayanarak, bırak ayakta kalmayı aynı zamanda büyümesi mümkün olan bir ekonomi sınıfındadır. Batılı ekonomi anlayışı ile bakıldığında bu mümkün görünmüyorsa, o zaman bizim kendi ekonomi anlayışımızı da kurgulama ve tatbik etme zamanımız gelmiş demektir.
Artık herkesin bildiği gerçektir ki, Türkiye’ye gelen yabancı yatırımlar, TÜSİAD çatısı altında buluşmuş Yahudi dönmeleri ile onların ortaklarının milletimizden çalıp yurt dışına kaçırdıkları paraları, yabancı yatırım altında Türkiye’ye geri sokması ve böylelikle yüksek kazançlar elde etmelerinden başka bir şey değildir. Bunlara “bıyıklı yabancı” deniyor. Zaten bu grupların yapmış oldukları resmî işler de distribütörlüğünü aldıkları yabancı firmalar adına insanımızın emeğini sömürmekten öte bir amaca hizmet etmemektedir. Öyleyse, yeni bir ekonomi anlayışıyla beraber ilk olarak Türkiye ekonomisinin bu kan emici vampirlerden arındırılması gerekmektedir. Mevcut piyasa koşullarında bile Türkiye’de üretilen değerin yurt dışına çıkmadığı takdirde Türkiye ekonomisini ayakta tutacağı ve hattâ az evvel dediğimiz gibi iktisadî büyüme doğuracağı muhakkaktır. Kuru gürültüye kulak asmadan bu operasyonun artık yapılması gerekmektedir. 

Bir diğer husus ise Türkiye Cumhuriyeti’nin hain yetiştirmeye ayarlanmış ikliminin artık değiştirilmesi gerektiğidir. Bunun yolu da İstiklâl Mahkemeleri’nden başlayarak milletimize düşmanlık eden ne kadar ihanet odağı varsa bunların bütün defterlerini ortaya dökmek ve ülke tarihindeki kara lekelerle hesaplaşmaktan geçmektedir. Bedeli ödetilmemiş her ihanet, yeni hainler doğmasına hizmet eder. Yine müşahhaslaştıracak olursak, dün FETÖ’yü başımıza belâ eden Kasım Gülek’in hanesinden, bugün kızı Tayyibe Gülek tarafından başımıza Kemal Kılıçdaroğlu, Meral Akşener, İmamoğlu, Kaftancıoğlu gibi tipler belâ edilmeye devam ediyorsa, burada bir sıkıntı var demektir. 

Tabiî içeride birliğin sağlanmasının bir diğer unsuru olan Kürt vatandaşlarımızı da unutmamak gerek. Şu saatten sonra PKK-PYD ve HDP ile yeniden bir sürece girilmesi tabiî ki mümkün değildir. Buna karşılık, Kürt vatandaşlarımızın bizzat muhatab alınacağı bir sürecin önünde hiçbir engel yoktur. Bize kalırsa burada Devlet Bahçeli’nin elini taşın altına koyması ve merkezinde İslâm paydasının olduğu yeni bir Kürt açılımına öncülük etmesi, Anadolu’nun siyasî birliğinin korunması ve sürdürülmesi açısından hayatî önemi haizdir.

S-400’lerin mutlaka alınması ve bir ân evvel faaliyete sokulması gerektiği de diğer bir mesele. Düne kadar birileri çıkıp ikide bir OHAL kalkmadığı için ekonomi kötü diyorlardı, kalktı, yine kötü. Sonra birileri Ajan Brunson’u vermiyoruz diye ekonomi kötü diyorlardı, verildi, yine kötü. Bugün aynı tipler S-400 ekonomimizi çökertecek diyorlar. Dikkat edin, hep aynı tipler. Nasılsa kimse dönüp sormuyor, “ya sen böyle böyle demiştin, ne oldu” diye. Bunun artık “ya ben yanlış düşünmüşüm” falan diye de izah edilebilir tarafı yok ha, bildiğin düpedüz ihanet.

Yine devlet müessesesinin bütün enstrümanlarıyla bundan sonraki saldırılara hazır tutulması gerektiğini söylemeye bile lüzum yoktur herhâlde. 

Kurulması Mümkün Olmayan Muvazene
Ak Parti çevresinde iktidarın nimetlerinden istifade eden ve semiren sermayedarların, AKP’li liberallerin, “ılık” İslâmcıların ve dahi mevcut düzenden nemalanan, dünyaya iman eden bütün kesimlerin bugün Erdoğan’ı, Amerika ve Yahudi Devleti ile anlaşmaya ikna etmeye çalıştığı bilinen bir gerçek. Buna karşılık buz gibi bir gerçek daha var ki, o da şu saatten sonra Erdoğan bırakın anlaşmayı, memleketin anahtarlarını götürüp teslim etse bile ondan razı olmayacakları ve ellerine geçen ilk fırsatta onu ve Türkiye’yi ibretlik bir şekilde cezalandıracaklarıdır. 

Batı açısından bakıldığında doğrusu budur, zira kendi çıkarlarının üzerinde hiçbir mukaddesat tanımazlar ve çıkarlarını ölümüne ve öldürerek korurlar. Batının yağmacı şuuraltı böyle çalışır. Bizim açımızdan doğrusu ise yukarıda bahsettiğimiz adımların hızla atılmasıdır.

Bugün dünya çapındaki iki kutbu temsil eden Türkiye ile Yahudi Devleti arasında muvazene kurulması mümkün değil. Çünkü burada iki zıt kutubdan değil, aydınlık ile karanlık gibi, birinin diğerinin yokluğuna bağlı olarak var olduğu şartlardan bahsediyoruz. 

Tarih sahnesinde varlığımızı sürdürmek için, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi yeni dünya düzenini burada kurmak zorundayız. Ve yine O’nun dillere pelesenk olmuş sözleriyle; “Ortadoğu’da İsrail diye bir devlete yer yoktur.” 

Türkiye’nin varlığını sürdürmesi için bunun dışında diğer bir seçenek yok!


Baran Dergisi 646. Sayı