Her insan maddî-manevî emeğinin karşılığını almak ister. Karşılığını alamamak haksızlık olarak telakkî edilir ve bu durum insanın psikolojisini bozar. Mesele meseleyi doğurur.

İnsan tatmin edilmeyi ister, her şeyden önce kalbinin mutmain olmasını ister. Onun için iktisatta bile müzakere yönteminde karşı tarafın sosyo-kültürel olarak tatmin edilmesi amaçlanır. Sadece maddî taleplerin karşılanması değil, bunun psikolojik bir tatmin içinde verilmesi gerekir.

Ahlâkî bir gerekçelendirme olursa insanlar birçok sıkıntıya göğüs gerebilir ve kazandıklarıyla iktifa edebilir. Fakat gelir dağılımında bir adaletsizlik var ise, bu insanlarda tatminsizliğe ve huzursuzluğa yol açar. En büyük fitne de budur. “Biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar” sözü bundandır. Burada “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” şeklindeki bir tatminsizlikten bahsetmiyoruz. Bizce de böyle bir durumun gevezelikten ve açgözlülükten öte bir kıymeti yoktur. Biz, hakikaten emeğin hakkını arayan ve sömürü ve adaletsizliğe isyan edenlerin hissiyatına tercüman olmak istiyoruz.
Hukukta, suç ve cezada orantılılık ilkesi var. Buna ölçülülük de deniyor. Aslında her şey denge-kıvam sırrı içinde olmalı. İktisatta da emek ve gelir arasında bir ölçülülük olmalı. Şunu belirtelim ki müteşebbisin verimini, kâr ve zararı kabul etmemek iktisadî hayatı dondurmak demektir. Sovyetler tecrübesinde bu görüldü. Fakat kapitalizmde ferdî teşebbüs sermaye urlaşmasına ve sosyal adaletsizliklere vardırılıyor. Ne dedik “her şeyde denge ve kıvam!”

Aç kalmak tehlikesi karşısında emeğinin karşılığını alamadan, insanları boğaz tokluğuna ve kölece çalışmaya razı etmek ve bunu ömür boyu sürdürmek... Öyle ki emekliliğe hak kazanmak için genç yaşta asgarî ücretten çalışmaya başlayanlar var. Boğaz derdinin ve işsizlik tehdidinin korkuttuğu güvencesiz insanlar. Ve bu insanların ihtiyaçlarını istismar ederek semiren kapitalist dünya... Aslında modernizmin istediği bu; insanın iaşe ve ibate ihtiyacını kullanarak kendine kul-köle yapmak, sömürü sistemine itiraz edemez hâle getirmek.

Batı ise sömürgelerinden elde ettikleriyle kendi insanlarını demokrasi ve ekonomik refah altında beslerken, bizim gibi ülkelere ise ırgatlık ve parya rolü düşmektedir. Siyasî ve ekonomik bağımsızlık peşinde olan ülkelere askerî ve siyasî operasyonlar düzenlemektedirler. Bu ülkeleri bilfiil sömürmek ve dünya sömürü sistemine katmak...

Lozan’ın yazılı olmayan gizli maddeleri icabı Batı yanlısı hukukî, siyasî, ahlâkî ve iktisadî devrimlerin yapılmasına yol açtı; bu sürecin sonucu olarak bizde de kapitalizm benzeri gelir adaletsizlikleri ve sosyal problemler baş gösterdi. Ak Parti hükümeti, Batı ve ABD ile zıtlaşsa bile fiiliyatta rejim halen Batı’nın kurduğu-kurdurduğu tarzda haksızlık ve adaletsizlik temelindedir ve buna isyan elzemdir. Fakir fukaranın, garip gurebanın hakkını savunmak bunu gerektirir. Toplumsal eşitsizliğin yıkılmasından bahsediyoruz. 

Gelir dağılımındaki uçurum korkunç boyutlardadır ve çoğu kişi emeğinin gerçek hakkını alamamaktadır. Burada şu tesbiti de yapalım: Halkın Ak Parti’ye verdiklerine nazaran, Ak Parti’nin halka verdikleri oldukça yetersizdir. 15 senedir Ak Parti’yi iktidara getiren ve son olarak 15 Temmuz’da tankların önüne yatarak askerî darbeyi durduran halk canını ortaya koymasına mukabil iktisadî sıkıntılar yaşarken, Ak Parti iktidarı döneminde TÜSİAD kendini üçe-beşe katlamıştır. Ak Parti hâlâ seküler kapitalist düzeni sürdürmektedir.

Şu paradoks barındıran hususu da ayrıca belirtelim: Müslümanlıktan kalma aile yapısı ile kapitalizm ağırlıklı karma ekonomik rejimin iktisadî ve ahlâkî mahsurları bir nebze giderilmekte ve bu sayede rejim de nefes almaktadır. Yani Batılılaşma-modernizm gereği kurutmaya çalıştığı Müslüman aile yapısı rejimi ayakta tutmaktadır. 

Garip gurebanın hakkını vicdan mastürbasyonu cinsinden yardımlar ile değil, garip gureba doğurmayacak bir sistem, bir rejim tesis ederek savunmalıyız. Biri gerçek ve temelli çözüm olurken, öbüründe sistem devamlı gelir farklılığı üretmekte ve bunun su yüzüne çıkan kısmı, o da kısmen, tedavi edilmektedir; sosyal belâ olmasın kabilinden. Bu ise “altta kalanın canı çıksın” mantığı demektir. Öykündüğümüz kapitalist sistemin “hür rekabet”i de böyle bir vasıtadır. Kapitalizm taklidi sistem gereği %1’i üstte kalırken %99’un altta kalmasına razı olmakla nasıl bir toplumsal huzur beklenebilir. Terör de buradan beslenir, adlî vukuatlar da buradan beslenir; bu mesele aile huzursuzlukları ve cinayetlere kadar varmaktadır.

Haksızlıklar insanların vicdanlarında birikir ve bir gün patlarlar. İnsan ve toplum meselelerinin halli davasında BD-İBDA dünya görüşüne inananlar olarak emeği kutsamak değil, kutsal olandan emeğe varmak şeklinde, -daha çok solun yaptığı- emek edebiyatından ziyade gerçek çözümden yanayız. Sistem bütünlüğü içinde insanın ruhî, hukukî, iktisadî ihtiyaçlarının uyumlu karşılanması ve iç dış tatminin sağlanması meselesi…

Emeğin hakkı ve davanın kutsallığı mevzuunda, Tarkovski’nin “Zaman Zaman İçinde” isimli eserinden şu tesbitlere kulak verelim:
“İnsanlar arasında birlik ancak  ‘dava’ etik bir ilkeye dayanınca sağlanabilir. Bu nedenle emek asla yüce bir değer olamaz. Bu, teknik ilerlemeyi doğurur. Emek kahramanca bir şey olup ahlâkî bir kategoriye geçtiğinde ilerleme de gerici bir şey olur ki, bu da başlı başına absürd bir şey. Lev Tolstoy, ‘işgücünün erdem olduğunu iddia etmek, insanın erdem ve ahlâkla beslendiğini söylemek kadar yanlıştır.’ der.”

İnsanlarımızı, Batı’nın maddeyi zapturapttan başlayıp sömürüye vardırdığı “ekonomik birey-homo ekonomicus” anlayışıyla yetiştirmeyelim. Tabiî bu lafla değil sistem, nizam ve onun getireceği bölüşüm ve paylaşımla mümkün. Batı insanının neyine özeniyoruz? Avrupa merkezci ırkçılık-ayrımcılık ortada iken, onlar gibi vahşî kapitalizmin bir üyesi olmayı mı özlüyoruz? Bu soruların muhasebesini düşünen kafaların çözümleri ile birlikte yapması gerek.

Aslında insanımız ekonomik sıkıntılar içinde bocalarken bile bunun temelindeki saik insanca ve hakça bölüşümü de ihtiva eden, özlediği nizam hasretidir. Belki bütün ilişkilerinde aradığı budur, ama bunun ifadecisi olamamaktadır, kaynağına varamamaktadır. Ne aradığını ve çaresinin ne olduğunu bilmemektedir. Fakat aradığına rastladığı zaman da “tamam, işte budur!” demek durumundadır. Hani şifâ için bir şeyi deneriz olmaz, öbürü olmaz, sonunda aradığımızla karşılaşır “ha, işte bu!” deriz, o hesap. Mütefekkir şairin söylediği “bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık” mısraının hakikati de buraya çatar. Nefsine dokununca ve sadece kendi çıkarı için tepki vermek değil, “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” şuurunda olmak. Dağıtım ve bölüşümden kaynaklı emeğimizin hakkını alamamak söz konusu olduğu için eleştirimizi sisteme yöneltmeliyiz. Yöneticilerimiz uyuyor mu? O zaman onları uykularından uyandırmalı!..

Baran Dergisi 509. Sayı

13.10.2016