Bir toplumda erkekler bozulmadan kadınlar bozulmaz. Çünkü güç erkektedir, düzen kuran ve yıkan odur. Bundan dolayı kadınları suçlamak yanlıştır ve kendi hatasını görmeyip günah keçisi aramaktır. Kadınları suçlamak ucuz iş. Asıl âmili itiraf edememekten kaynaklanan zavallı bir psikoloji.

Modern hayat tarzının kadın-erkek ilişkilerini düşürdüğü seviye pek iç açıcı değil. Bu kadar mevzu edilmesine ve kadın özgürlüğünden dem vurulmasına, “hayat müşterektir” gibi cafcaflı laflara rağmen ilişkiler kopmuştur ve bundan da en çok zarar gören, maalesef en çok lafı edilen kadın olmuştur. Demek ki işin laf ve edebiyatına değil, huzur ve saadetine ihtiyaç vardır.

Serde erkeklik var diye esip gürlüyoruz, erkeklik vasıflarını taşıyıp taşımadığımızı dert etmiyoruz.

“Güçlüysem haklıyım!” psikolojisinin esiri olmuşuz; “güç”e değil, Hakka inandığımızı söylesek bile.

Erkeklik vasfının bize doğuştan gelen, çantada keklik bir vasıf olduğunu sanıyoruz. İşin hakikati hiç de öyle değil. Hayat bize bunu her ân ihtar ediyor, erkeklik vasıflarımızı sorguluyor. Aslında, biz sorgulayan değil, sorgulananız. Her davranışımızda, her sözümüzde sorgulanıyoruz.

“Hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden mes’ulsünüz!”

Bu Hadis-i şerifi hepimiz biliyoruz ama bu mesuliyetimizi müdrik miyiz?

Gözeten, yöneten, mesuliyet sahibi kişi. Onun için, “bir aileyi yöneten, bir devleti yönetir” demişler.

Kökler’den:

-(Sakalla ve zekerle erkeklik olmaz; eğer böyle olsaydı, merkep, insanların şahı olurdu. Ve dostun yolunda namertlik eden, Allah erlerinin yolunu keser ve namert de odur).

Emek ve sabır vermeden hiçbir şey olmuyor. Her şeyin başı sabır. Kendisinden zayıf bir mahluka karşı, onu “emanet” olarak görmek ve olduğu gibi kabul etmek ve birlikte yanak yanağa Allaha doğru yürümek. “Allahın emri ve Peygamberlerin kavli” şuuru bu olsa gerek.

Sen kendin fedâ olmadıktan, zaaflarından kurtulmadıktan sonra, başkası -velev ki eşin, çocukların olsun- sana niye fedâ olsun! Erkeğin idarecilik vasfı ile de alâkalı olarak, feraset ve basiretle de alâkalı olarak, hikmet ve yöneticilik vasfı erkeğe verilmiştir çünkü.

Şimdi nakledeceğimiz hikmette “âşıklık” olarak geçen kelimenin yerine “erkeklik” kelimesini koymayı mevzuumuz vesilesiyle uygun görüyorum:

“Erkeklik davasında bulunmak kolaydır, fakat ona delil ve bürhan lâzımdır”.

Kadın; erkeğe fatihlik vasıtası olduğuna göre, bu uyumu sağlamak en başta erkeğe düşer; öncü ve yönetici vasfından dolayı. Yönetimin en iyisi de kendini hissettirmeden olanıdır; idare etme sanatı.

Kadın, erkeğin nefsinden. “Kendi nefsini bilen, Rabbini bildi” ölçüsü malum olduğuna göre; erkek, kadında münfail sıfatta Hakkı görmek durumunda.

Sevgisizlik, bencillik, nefsimize ve rahatımıza düşkünlük. Sevdiklerimizden üstün tuttuğumuz bağnaz, inat ve kılçıklı taraflarımız.

Egomuzu sevmek, menfi huy ve alışkanlıklarımızı sürdürmek... Bütün bu ve benzeri zaaflarımız...

Sevdiklerimizi nefsimizden üstün tutmak. En üstünde Allah sevgisi var, sonra Allah Resûlü sevgisi var. Sevgide de hadlere riayet şart. İlahî tecelliye yol veren kadın, visal-misal sırrından olan kadın. Bu hakikati ve güzelliği göremiyorsak suç bizde değil mi? Sevgisizliğimizden değil mi? Sevmeyi bilmek veya bilmiyorsak sevmeyi öğrenmek zorundayız.

Kökler’den:

-(Sevdiğimiz ve ona doğru ruhumuzun aktığını duyduğumuz her şeyin maverasında, o şey ilahî tecelliye yol verir…)

Kadından erkek gibi düşünüp tepkiler vermesi, erkekten kadın gibi düşünüp tepkiler vermesi beklenemez. Bu, her şeyden önce kendini inkardır, kendini bilmemektir. Demek ki karşı tarafı bilmeden önce, kendimizi bilmemiz gerekiyor ki, farklılıklar içinde birlik sağlansın ve ortak bir amaca doğru yine farklı üslub ve tarzlarla beraber yürünsün. Kalbler ortak sevgi ile, ortak amaç ile, -çıtayı biraz daha yükseltelim- ortak ideal ile çarpsın! “Yanak yanağa Allaha doğru” hikmeti gerçekleşsin; gerçekleşmezse bile ıztırabı duyulsun.

Erkeğin kuşatıcılığının nasıl’ı hakkında bir tesbit:

“Bir çatışmanın çözümlenmesi, kendi bakış açımızı, karşımızdakinin görüş açısını da kapsayacak şekilde genişletmemizi gerektirir.” (John Gray, Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten.)

Kadın hissî, erkek ise zihnî tarafı ağır basan mahluklardır.

Kadının dili var, bileği (kuvveti) yok, konuşacak tabiî ki; sevgi, ilgi ve muhabbet bekleyecek tabiî ki. Kadını yaratılış hikmetiyle beraber tanımak, fatihlik vasıtası bilmek.

“Kadınlar her zaman haklıdır” sözünde ironi koksa bile, onların psikolojilerinin buna uygunluğu, sabır ve fedâkarlık timsali (analık madeni) olmaları vasıflarıyla birlikte düşünürsek her zaman haklılık kazanır; iltifattan öte geçerlilik kazanır, hele hele “cennet anaların ayakları altındadır” Hadisi her şeyin üstünde bir mânâ taşır.

Yaratılış olarak “zayıf mahluk”, zayıflığının şuurunda olarak kendini bilirse, kendi cinsi içinde “kuvvetli mahluk” olur; yaratılış olarak “kuvvetli mahluk”, hakkaniyetten ayrılırsa, “zalim mahluk” olur.

Erkek doğmak kolay, erkek olmak zor…

Ailenin ve toplumun erkekten beklentisi bir hayli fazla; fakat yetiştirmesi o kadar ağırlıkta değil. Prof. Üstün İnanç’ın bir programına rast gelmiştim, toplumun erkekten çok fazla şey beklemesini, erkeğin bunu yapacak çapta olup olmamasını tartışıyordu. Bir misal veriyor; eve hırsız girmiş, salondaki değerli eşyaları götürüyor. Kadın uyanmış, erkeğini, uyarıyor. Erkek yatak odasının kapısında, acaba hırsızın silahı var mı, kaç kişiler vs. diye düşünüyor. Gitse mi gitmese mi? Kadına, sen geride dur, yatak odasının kapısını kilitle mi dese, yoksa kilitlemese mi?

Kadın savaşacak değil, erkek savaşacak! Erkek, evine bakacak. Fail erkek, kadın münfail. Fakat erkek-kadın bu vasıflarla mı yetişiyor, yoksa eşitlik-çağdaşlık tekerlemeleriyle ruhî nizam bozulmuş, erkek-kadın ilişkileri birbirine karışmış, ne erkek erkekliğini yapıyor, ne kadın kadınlığını yapıyor, yuvarlanıp gidiyor muyuz?

Her şeyden önce nizamlayıcı olan erkek, nizam fikrini bulup benimsemeli ve bunu ilişkilerine ve toplum hayatına nakşedebilmeli. Çünkü iktidarı kuran ve yıkan siyaset ve askerlik sanatı, erkeğe hastır.

Bir toplumda erkekler bozulmadan kadınlar bozulmaz. Çünkü güç erkektedir, düzen kuran ve yıkan odur. Bundan dolayı kadınları suçlamak yanlıştır ve kendi hatasını görmeyip günah keçisi aramaktır. Kadınları suçlamak ucuz iş. Asıl âmili itiraf edememekten kaynaklanan zavallı bir psikoloji.

Suçlu erkektir; çünkü mesuliyet kimde ise suç da ondadır.

Kendinden başka birine önem vermek… Bir kadını sevmek, bir çocuğu sevmek, bir arkadaşı sevmek, hatta bir çiçeği sevmek… Bencillikten, hedonistlikten, vahşilikten kurtulmak, sevmek, karşılıksız sevmek. Aksi takdirde hayat katılaşır ve o kişi için biter. Kendinden kurtulmak, hürriyetin olmazsa olmazı; ve, kendinden kurtularak hürriyetini kazanmanın ilk ve önemli basamağıdır sevgi.

Vesile ve vasıta kadın, erkekte fatihlik sembolü. Fikir gibi bilmek ve oradan sevmenin hakikatine (Leylâ’dan Mevlâ’ya) varmak. İBDA Külliyatında geçen, “başkası olmadan başkası için olmak”, “bağlılıkta kendini ortaya koymak”, “sevmek için bilmek” hikmetlerini mevzuumuzla da irtibatlandırabiliriz. Varoluş kavgamız, hürriyetlerle temas kurarak, tanıyarak tecelli eder ancak. Yüce bir gaye uğruna harekete geçmek, insanı hürleştiren ve yücelten bir duygudur. Her erkeğin gönlünde bir aslan yatar, misali.

***

Kadınları dinlemeyi bilme sanatı… Farklılıkları kabul etme ve idarecilik sanatı… Sevgi, ilgi ve muhabbet. Bencillikten uzaklaşma; anlayış, sabır ve zarafet göstermek, bu uğurda emek ve çaba sarf etmek.

Kadının dili ayrı, erkeğin dili ayrıdır; zahiren aynı kelimeleri kullansalar bile, kelimelere yükledikleri mânâ ve duygular farklıdır. Onun için yabancı dil öğrenir gibi birbirlerinin dilini öğrenmek zorundalar; dil kursuna gider gibi emek sarf etmek gerek.

Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten kitabında “Marsça/Venüsçe Sözlük”e bakmaktan bahseder eserin müellifi. Kadın ve erkeğin psikolojileri farklı, onların haritaları farklı, beklentileri farklı. Kadın ve erkek, aynı şeyi bile farklı açılardan isterler. Biri fail, diğeri münfail. Biri beğenmek, diğeri beğenilmek için. Biri zihnî, diğeri hissî. Birine doğru gelen, diğerine yanlış gelir. Biri mağarasına çekilmeyi, diğeri ise tam zıttı, çok konuşmayı yeğler. Biri düşünerek konuşur, diğeri konuşarak düşünür. Biri üzülünce susar, diğeri üzülünce konuşur. Birinin iyi niyetli yaklaşımı diğerine kötü niyetli gelebilir. Biri sessiz kalmayı duygusuzluk olarak görüp doğru bulmaz, diğeri fazla konuşmak olarak görür, duyguları incinir. İyi niyetle her zaman iyi sonuç alınmaz, usûller de en az iyi niyet kadar önemlidir; farklı duygu ve iradeleri öğrenmek ve ona göre usûl geliştirmek. “Çattık belâya!” düşüncesi yanlış olup, bir usûl de değildir. Kadın anne gibi davranırken, erkek de baba gibi davranır ve bu tavırlar birbirine zıttır.

Erkek kadına “mesele nedir tatlım?” derse zarafet olur, kadın derse hakaret olur.

Mevzuumuzla alâkalı olduğu için bu misalleri verdim. Bilgiçlik yahut uzmanlık iddiasında değilim. Söylediklerim böyle anlaşılmalı.

“Eleştirmek için eleştirmek” yanlış olduğu gibi, eleştirmemek ve hâlimizden razı olmak da en büyük yanlış. Mevcut hâlimizi geride bırakmak ve ileriye gitmek için eleştirmek; veya en doğrusu, iş içinde bunu göstermek zorundayız. Geliştikçe gelişecek prensiblerle yenilenmek zorundayız.

Buna vesile oluyorsa, eleştirmek ve nefs muhasebesi yapmak; şuurda ve amelde değişiklik için faydalı. Fakat eleştiriden ibaret kalıyorsa zararlı.

Tarafımız ne şu, ne bu; ne bir tarafı yermek, ne diğer tarafı övmektir. Hakikati aramak ve doğru yolu bulmaktır amacımız. Mükemmellik iddiasında da değiliz; üslubumuz bazen kesin ve sert olsa da yanlışlıklarımızı kesinlikle ikrar ederiz.

***

Medenî Kanun’un, “koca, birliğin reisidir” hükmü, 2001’de “Birliği, eşler beraberce yönetirler” şeklinde değiştirildi. Ayrıca yine yeni düzenlemede getirilen, kadının evlilik meskeninde hak iddia etmesi, kadının mağduriyete ve istismara açık olduğu böyle bir düzende gereklidir. Yine ayrıca yapılan diğer bir değişiklikle, evlilikte edinilen malların eşler arasında eşit paylaşımı da böyle düşünülebilir.

Kadının zayıflığını ve “gücü yeten yetene!” devrinin adaletsiz, ahlâksız, ilkesiz anlayışını ve erkek hakimiyetini de nazarı dikkate alırsak, kadının himaye edilmesinde ve hatta bu hususta aşırıya gidilmesinde, çözümsüzlükten doğan zaruret vardır, diyebiliriz. Bizim adalet sistemimizde geçerli olacak ilkenin tam tersini savunuyor gibi olabiliriz; fakat, “bu şartlara göre böylesi” demek istiyoruz. Yoksa bizim savunduğumuz düzende devlet, Hakkı esas alacak, zayıf ve güçsüzleri koruyacaktır.

Sistem, kendi doğurduğu problemler için çözümler üretiyor fakat kaynak kurutulmuyor, böyle bir amaç da görülmüyor. Çünkü bu, kültür ve hayat tarzı meselesi. Bundan dolayı, bir mağduriyete çözüm aranırken yine başka mağduriyetlere kapı açılıyor. Çünkü sistem, temelinden bozuk.

Mevcut Batıcı sistemin, insan, toplum ve kâinata bakışı çarpık. Ondan sonra bir sürü çözüm üretiyor, ürettiği çözümler de daha sonra problem doğuruyor, bu sefer onlara da çözüm aranıyor. İnsan ve toplum ilişkilerinin bu kadar karmaşıklığı ve kopukluğu; çağın hastalığı.

Problemin kaynağı modern hayat tarzıdır.

Müslümanlardaki fikirsizlik ve geleneklerinin yıkılmış olması, onları istemeden de olsa modern hayatın içine itiyor. Modern hayatın getirdiği problemlerle herkes boğuşmak zorunda kalıyor. Televizyonun her eve girmesi ve cinsiyetlerin yüz göz olması, arada saygı kalmaması, haremlik selamlığın hiç uygulanmaması, insanın amaçsızlığının neticesinde ilişkilerin yozlaşması ve evliliklerin artık pragmatik olması ve âdeta maddiyata dökülmesi gibi sebebleri sayabiliriz.

Suçu modern hayat tarzına atıp sıyrılmak istemiyoruz. “Müslüman çağından mes’uldür” diyor ve buna inanıyoruz.

İslâm, bir hayat nizamı ve cemiyet dinidir. BD-İBDA İslâma muhatab anlayışı ne va’z ediyor ve bizler özlediğimiz nesil için ne yapıyoruz? Kendimizden başlayarak alternatif geliştirmeliyiz.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu: “Ne olmalı, nasıl olmalıyız?” suallerini cevablarken, kadın-erkek meselelerinin “insanî hakikat” anlayışı bulunmadan çözülemeyeceğini belirtiyor İnsan isimli eserinde.

Gölgeler romanında ise, “erkek-kadın” bahsinde, meâlen şöyle söylüyor:

“Erkek ve kadın, erkek ve kadın keyfiyetini OLMA’nın fizikî şartlarıyla dünyaya geliyor ve erkek ve kadın OLUYOR.” Erkek ve kadının keyfiyetini kazanmasının gerekliliği belirtiliyor. Sadece fizikî şartlarla olacak şey değil, bir şuur, kültür, tavır ve davranış olduğu belirtiliyor.

ERKEK DOĞMAK KOLAY, ERKEK OLMAK ZOR…

İmamlık ve hakimlik erkeğe emanet edilmiş, buna layık olacak erkek, bunun gayreti ve çilesi içinde olmalı.

Erkek dışarıda kadın haklarından ve hakkaniyetten bahsederken, evde zalim olmamalı.

Anne-babasının kendine davranışından şikayet ederken, aynı şeyleri evlatlarına yapmamalı.

Erkeklik ona verildi, bu vasfın gereğini yapmalı.

Erkek doğmak ile bu işin bitmediğini, erkek olmanın zor ve mesuliyetli olduğunu idrak etmeli.

***

İnsan: İns. Nisyan. Unutan.

Edm: Üns tutmak. Ünsiyet etmek, ittifak etmek, birleşmek.

Adem: İnsan, ilk insan ve ilk Peygamber.

Velud: Çok doğuran kadın. Çok eser veren kimse.

Valid: Doğurtan, baba.

Valide: Ana.

Ümm: Valide. Asıl, esas. Başlıca olan şey.

Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun İnsan (Erkek-Kadın) eserinden özetlediğim yukarıdaki lügatçede geçen “Ümm” kelimesi, Yeni Devir Hukukçular Derneği’nin organize ettiği konferansta konuşan Prof. Teoman Duralı’nın şu tesbitlerini hatırlattı bana:

“Ümm, anne demek. Ümmet de buradan geliyor. Ümm, imamdan gelir. Kadın, öncü burada… Rahim, rahmet. Kadının rahmi, rahmet yoludur.”

Ortaöğretimden beri Arabça ile meşgulüm ama, bu bağlantıları hiç düşünmemişim. Artık kendime mi, eğitime mi laf söylemem gerekiyor, bilmiyorum. Üstelik mezara da bu kadar yaklaşmışken.

Toplumun en küçük nüvesi olan ailenin de bir ideali ve bunun aksiyon ve heyecanı olmalı. Muhakkak hem dostumuz hem düşmanımız bulunmalı. Batıcı hayat tarzı ve aile yapısı düşmanımız olmalı. Baş nefret kutbu ve baş muhabbet kutbu olmalı. Düşmanımız olmazsa, ailede de didişmeler başlar, çünkü hayatın gayesi kaybolmuştur. Kadın yemeğini pişirirken, çocuğunu büyütürken, evine hizmet ederken, kocasıyla birlikte bir gaye taşımalı. Çocuklarını ne için yetiştiriyor? Böyle bir gaye olmalı en azından. Heyecanı duyulan hizmet edilen bir gaye.

Kadın ve erkek, cinslerinden gelen sınırlılığı-darlığı telafi eden bir hayatı aramalı. Hem erkek hem kadının şuuraltında bu gizlidir. Jung’a göre, müşterek şuuraltının cinsiyeti yoktur. Zaten İBDA Mimarı İnsan eserinde şöyle diyor:

“Buna göre Adem Peygamber, ilk yaratılan olarak, İNSAN, hem erkek ve hem de dişinin temsilcisidir. Her varlıkta madde ve mânâ olarak kendine mahsus bir erkeklik ve dişilik olduğunu, ilk insan örneğinde görüyoruz.”

Üstad’ın yaptığı tarih muhasebesinde görüldüğü üzere, asırlardır İslâm’ın aşkı, vecdi, estetiği, dil ve diyalektiği, gelenekleri ve muaşereti kaybedildiği için “marka Müslümanlığı” denilen içi boşaltılmış nesiller doğmuş, böyle Müslümanın, namazından niyazına, sofuluğundan sakalına, kadınından erkeğine, hiçbir hayrı kalmamıştır.

Bu durumu gören Mütefekkir Necib Fazıl, yeni bir ideoloji, yeni bir aşk, yeni bir estetik ve diyalektik, yani yeni bir dünya görüşü örgüleştirerek yeni bir gençlik ve yeni bir cemiyet yoğurmaya başlamıştır. İslâm’ın yeniden doğuşu için, küfür kodamanlarına cebheden saldırmış, “yeni nizam-yeni insan” davası güderek aksiyon meydanına atılmıştır. Necib Fazıl’ın şahidi Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu da bu bayrağı devralmış ve aynen yürütmüştür.

Eskiden, gelenekle işler yürürdü, bütün ilişkiler oturmuş ve tabiî bir hâl almıştı. O zamanın ilişkilerini tarihî tablolar olarak, kitablardan, hatıralardan okuyoruz ancak.

Geleneği bir müze müdürü gibi yaşatamayız bugün. İdeolojimizi sanat gibi yeniden inşa etmeli, herkes üretime katılmalı. Zaten insanın insan olma süreci, ilmî değil, bir sanat işidir.

Necib Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun İslâma muhatab anlayışı inşa etmesi karşısında, bizlerin de buna “kendinden zuhur”umuzla katılımcı olmamız gerekiyor. Erkek-kadın ilişkileri dahil, tüm sosyal, siyasî vs. ilişkilerde de bu geçerli. Zaten inşaına katılmadığımız hiçbir şeyde biz yokuz demektir. Velev ki gönüldaşımız olsun, inşa sancısını başkaları çekse bile, bunun bize bir faydası yoktur, biz olamayız.

Her şeyi sil baştan yapmak, yeniden doğuş… Sıkıntı burada, çünkü her değişim sancılı olur. Bunun sancısını çekmek, ıztırabını duymak lâzım. “Allah, ıztırabını çektirmediği şeyin nimetini vermez”. Bu ölçüyü biliyor, ama bu ıztırabtan kaçıyorsak, samimi değiliz demektir.

Kadın-erkek ilişkilerinden tüm ilişkilerimize kadar yansıyan bir sancılı dönemdeyiz. Bakış açımızı, heyecanımızı, aşkımızı, aksiyonumuzu yenilemek zorundayız; şekil-ruh, amel-hikmet münasebetlerini gözden geçirmek, kritik etmek ve yeniden inşa etmek zorundayız. Ve Kant’ın meâlen belirttiği şu husus: “Kavramlar -kendi başlarına- öğretilemez”. İBDA bu açıdan öğretilemez, yaşanır ancak. Kavramlar, insanın kendisiyle inşa edilir çünkü. Kuru kuru ölçüler ve ölçülendirme ölçüleri bizi kurtaramaz.

Birbirini seven insanlar topluluğu neden olamıyoruz, bunu neden kuramıyoruz. Suçu dışımızda değil kendimizde arayarak, kendimizden başlayarak bu suali sormalıyız. Kuru kuru birbirimizi sevelim güzellemesi değil bu iş. Bunun nasılını, niçinini; iş, edeb, zaman, vazife ölçülerini bilmek. Aynı ideolojiye mi mensubuz, yoksa ideolojiye nisbetimiz lafta mı kaldı, sualini sorarak. İdeolojiye lafta mensubiyet yetmiyor, problemlerimizi çözmüyor. “Kur’an sürekli yenilenen kalblere hitab eder” hikmetince sürekli yenilenen, sağındakini solundakini yakan bir dinamizme sahib olmalıyız ki, kısır çekişmelerden uzak biçimde, varoluşumuzun sesine uyalım ve hep birlikte oluş ve mümin olma heyecanını duyalım, bu uğurda eş-zevce, kardeş-ortak, küçük-büyük olalım.

Hayatımızla inşa edici değil de, ideolojimizi yıkıcı mı oluyoruz? Çünkü iş, gaye, hedef olmayan yerde kokuşma, çürüme, birbirini suçlama başlar. “Yemek yeme bile bir sanattır” ölçüsü varken, her davranışımızda tütmesı gereken zarafet, nezaket ve yiğitlik ölçüleri varken, kısır çekişmeler ve dedikodular içinde yuvarlanıp gitmemiz, tâbirimizi hoş görünüz, eşekliğin daniskası değil de nedir?

“Erkeğin güzelliği, lisanı ve yiğitliği” diyor Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu. Yiğitlik, özü sözü bir olmak, feraset sahibi olmak ve her iş için cesaret sahibi olmak.

İşin ruhu, estetiği, edeb ve muaşereti kalmayınca, kadın-erkek ilişkileri “ekonomik meta” haline geliyor, evliliklerde de bu aranıyor şimdilerde. Biri parasıyla, öteki maddesiyle meta oluyor. Nerede mukaddes evlilik müessesesi? Allahın sevdiği yuva? Sevgi ve idealler ruhlardan yitince, olan bu.

ABD’nin modern ve maddeci hayatında her şey para ve Müslümanlarda da böyle bir olumsuz etkileşim var. İBDA külliyatından (Parakuta’dan) bir iktibas:

«Karl Marks, “Yahudi Meselesi” isimli eserinde, “Yahudi, para ve ahlaksızlık” arasındaki ilgiyi şöyle çerçeveler:

- “Yahudi dininde para, adamın faziletidir; hatta erkekle kadın arasındaki münasebetler bile bir ticaret mevzuu olurlar, kadın bir trafik mevzuu hâline gelir.”»

İslâmlaşmak veya yahudileşmek? Yahudi zihniyetinin ve yaşayışının hakim olduğu devrimizde BD-İBDA İslâma muhatab anlayışı ve bunun aksiyonu hem kurtuluşumuz, hem derdimiz olmalı. İdeoloji “karın doyurmaz” diyenlerin hâli ortada, derdimiz Allah ve davası olmalı.

Fail (erkek) olanın, münfail (kadın) olandan aşırı beklenti içine girmesi, farklılıkları kabul etmemesi ve kendi nefsini fedâ etmeksizin karşı tarafın ona fedâ olmasını beklemesi, bencillikten başka bir şey değildir. Bir kadının vazifesi evine ve çocuklarına bakmasıdır. Evine ve çocuklarına bakan kadından daha ne istenir ki?

Herkes kendini, kendi egosunu merkeze almış, kendi derdinden başka bir şey düşünmez olmuş. İnsan olma, kadın olma, erkek olma derdi yok. Nasılsa onlar doğuştan kazanılmış diye düşünülüyor ve miskinlik, atâlet içinde ayrıca bir emek ve çabaya kalkışılmıyor.

“İnsanî hakikat” arayışımızı hayvanlara mı havale ettik yoksa? Bu miskinlik ve rehavet ancak -kusurumuza bakmayınız- mandaya yaraşır.

Erkeğin kadınları suçlaması ve zayıf olan karşı cinse yüklenmesi, erkeğin zayıflığı ve zaafından başka bir şey değil. Zaten erkeğin egosu fazla; fazlalık üstüne fazlalık oluyor. Bir arkadaş, hem beni de ikaz mahiyetinde güzel bir tesbitte bulundu: “Sanki bütün meseleler bitti, iş kadınları suçlamaya kaldı.”

Ekonomik krizden işini kaybeden fakat eşi çalışmaya devam eden bir erkek nükteli bir dille şöyle söylüyor:

“Ben ev erkeğiyim, eşim evin direği. Kadınları anladım. Evi akşam aynı görüyorsun ama çökmüş; evi, kadın o hâle getiriyor. Ev işleri bana kalınca bunu anladım.”

Biliyoruz ki, Allah Resûlü ev işlerine yardım ederdi.

Dünyamız farklı, algılarımız ve isteklerimiz farklı, mizacımız farklı. Tabiî ki farklılıklardaki birlik mühim. Dünya görüşümüz ise bir görünüyor ama, biz dünya görüşümüzün içinde ve onun derdinde miyiz, yoksa dünya derdinde miyiz, orası şübheli!

Aylık Dergisi 63. Sayı

Aralık 2009