“Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, geleneksel tasavvuf kültürü içerisinde klasik bir tarikat (cemaat veya okul) değildir. Her şart altında sadece kendi fikri konseptini teklif eden yeni ve benzersiz bir oluşumdur. Bu oluşumun temelinde müesseseleşmek, müntehasında ise devletleşmek vardır. Müesseseleşmenin insan ve toplum meseleleri ile ilgili mevzular üzerinden olacağını söylemeye gerek yoktur. Fikir kendisini, şeriat kavgasına denk gelen bir mânâda veya çerçevede, ısrarla fikrin kavgasını veren olarak tarif ediyor. Diğer taraftan, İBDA Mimarı’nın ısrarla üzerinde durduğu veçhile, “bâtının zahire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz” hakikatinden mülhem denilebilir ki, fikrin kavgası veya mücadelesi, geleneksel tarikat adabı veya ahlâkından mülhemdir. Hal böyle olunca, fikirden nasiblenebilmenin asgari şartı, klasik tarikat adabından veya ahlâkından da nasipli olmayı gerektiriyor. Burada herhangi bir tarikata müntesip olmak lüzumundan bahsetmiyoruz. Nazarî de olsa klasik tarikat adabı veya ahlâkından haberli olmak lazım geldiğini söylüyoruz. Klasik tarikat adabı veya ahlâkı üzerinden seyr-i sülük üzere olanları kendi halleriyle başbaşa bırakmak en uygunu. Onları ne yadırgamak ve ne de yargılamak haddimiz değil! Doğru söylemek gerekirse, klasik tarikat adabı veya ahlâkı üzerine bina edilen bir fikrin adab veya ahlâkının ne veya neler olduğu, bizzat fikrin kendi fikri konsepti içerisinde mündemiçtir. Evet, fikirde karşılıklarını görmek için klasik tarikat adabı veya ahlâkına dair teorik bir bilgi edinmek elzem gözüküyor. Misallendirirsek; klasik tarikat adabı veya ahlâkında, tarikata girmek için “büyük tevbe” mânâsına tevbe-i nasuh ilk şarttır. Tevbe-i nasuh, bütün günahlardan bir daha yapmamak üzere tevbe etmek mânâsınadır. Bu, şehidlik manasıyla da örtüşen bir mânâdadır. Bilindiği üzere şehidlik, bir daha günah işlememek üzere “Allah yolunda ölmek” mânâsına bedenin fedasına tekabül eder. Evet; tarikattan veya Mürşid-i Kâmil’den istifade edebilmenin asgarî şartı, tevbe-i nasuh ve akabinde diğer şartları yerine getirmekten geçiyor. Fikirde bunun karşılığı, bence, “Peşin Fikir Hikmeti” şeklinde okunabilir. “Peşin Fikir Hikmeti”, fikirden nasiplenebilmenin ilk şartı olsa gerektir. Aksi takdirde fikir kendisini büyük ölçüde okuyucuya kapatıyor. Piyasa okuyucularının fikre nüfuz edememesinin en büyük sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Öyle ya; kabul ettiğimiz şey İslâm, bütün hayat boyu aradığımız da kabul ettiklerimiz! İman ki her an tazelenmesi gereken! Geride kalmış hâli küfür olarak görenlerdir ki, gerçek imanda olanlar!

Diğer taraftan, klasik veya geleneksel tarikatta, meselâ Nakşilikte nihai maksad Allah’a ulaşmaktır. “Mutlak Varlık” olan Allah’ın Zâtına ulaşmak mümkün olmasa da, yine de bütün gaye O’na ulaşmaktır. “Olmak yok, olmak yolunda ölmek var” denilen durum. Ölmek, iki türlüdür. Şehidlik ve Velilik çerçevesinde ya bedenin fedası, veyahut da nefsin fedası şeklinde! Şiir: “Oldum demek bittim demektir / Olmak için ölmek gerektir…” Şiir: “Mecnûn Leylâ’yı buldu / Leylâ nerde diye sordu / Leylâ, “Ben Leylâyım!” deyince / Mecnûn, “Sen Leylâ isen / “Ben”deki Leylâ kim?” diyordu…” Nakşilikte “Allah’ın rızasına ulaşmak arzusu veya iştiyakı” şeklinde formüle edilen “olmak ve ölmek” mevzuu, seyr-i sülük olarak da tarif edilmiştir. Seyr-i sülük, Allah’a doğru seyir hâlinde olmaktır. Zatî ve Subutî sıfatlarda seyir şeklinde! İBDA Mimarı’nın “Ben Kimim?” sorusu, diğer bir ifadeyle de “Allah’ı bulamamacasına arama” şeklinde tecelli eden çabası, klasik veya geleneksel tarikattaki seyr-i sülük mânâsının fikirdeki karşılığıdır, denilebilir. Bu çerçeveden bakıldığında, İBDA Mimarı’nın yüksek ifadeleriyle, “Her ilim dipsiz bir kuyu…” sözü üzerinden şu şekil bir okuma yapmak mümkündür, sanırım: Fikre muhatab her bir insan açısından her bir mevzu, “Ben Kimim?” üst başlığı altında, “Allah’ı bulamamacasına arama” faaliyeti çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir tür seyr-i sülüktür, denilebilir. Daha doğru bir ifadeyle, seyr-i sülük’ün fikirdeki karşılığıdır. Fikre nisbetle seyr-i sülük! Fikirde bu tür bir mevzuun muhatabında yer etmesi neticesinde ortaya çıkacak olan manzara, “mânâya uygun suret olma” hâlidir ki, “mânâlar ona uygun surette tecelli eder” çerçevesinde düşünüldüğünde, Şeriatin ruhunu temsil eden Tasavvuf, diğer bir ifadeyle de fikirde ehl-i hâl olma yolu açılır. Bu tür bir değerlendirme, hiç şüphesiz ki fikrin kendi iç mantığından mülhem yapılmış bir değerlendirmedir. Klasik veya geleneksel tarikat adabı üzerinden yapılmış bir değerlendirme değildir.    

Evet; Asr-ı Saadet’ten başlayarak ta ki Osmanlı Devleti’nin tasfiyesine kadar geçen sürede tüm olup biten eşya ve hadiseler karşısında imanın muhafazası, ancak ve ancak Şer’i devlet şemsiyesi altında “yaşayan İslâm” çerçevesinde mümkün olabilmişti. Fakat içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekân itibariyle, meselâ Deccaliyyet mânâsına mutabık bir çerçevede cereyan eden ve Ahbes-i Lain’in tahribatından günümüze tüm olup biten eşya ve hadiseler karşısında imanın muhafazası nasıl mümkün olacaktır? Bence demenin pratik bir faydası olur mu bilmiyorum, ama, hakikati teslim babında söylemek isterim ki, ister inanın ister inanmayın, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekanda, hadîs ile de sabit olduğu üzere, “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı / dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse, ateş tutan kimse gibi olacaktır” (Tirmizî, Fiten, 73; Ebu Davud, Melahim, 17)(1), diğer bir ifadeyle de, “İmanı elde tutmak kor ateşi tutmak gibi olacak” hadîsinin tecellisine şahidlik ettiğimiz bir zaman ve mekânda imanın muhafazası, hiç şüphesiz ki “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ile mümkün olacaktır. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin öngördüğü Başyücelik Devleti’nde ise iman mevzuu büsbütün selamete çıkacaktır. Bu çerçeveden olarak, yine İBDA Mimarı’nın Kartal Özel Tip Kapalı Cezaevinde iken şifahen söylediği, “2005 sonrası kapkaranlık!” sözü, bugünkü manzaranın özeti mahiyetindedir, denilebilir. Bunu şunun için söyledim, gerek Suriye özelinde ve gerekse Fransa merkezli hadiselerin bu şekilde vuku bulması hiç kimsenin olup bitenden haberli olmadığını da göstermektedir. “Aferin o çarha ki, kırdırdı kuduzu kuduza” şiir mısraına şahidlik ettiğimiz şu günlerde hiçbir temenni salimen işe yaramayacaktır. Aklı başından alınmış olan topyekûn dünya, malum akıbetine doğru hızla yol almaktadır. Dünden bugüne taklarla süslenmiş geniş sendromlu yolların aslında çıkmaz sokak olduğu küt ve kült kafalar tarafından anlaşılana kadar bu kakafonik manzara devam edecek gibi gözükmektedir. “Yağmur da büyütür onu, güneş de…” iltifatına mazhar İBDA çağı, öyle veya böyle doğacak! Kabulü, ya rızaya bağlı olacak, veyahut da icbara!  

Tekrar mevzuya dönecek olursak, İBDA Mimarı’nın 1999 Metris sürecinde yine şifahen söylediği, “Devrimin romantizmi kalmadı!” sözünü bugün nasıl okumak lazım gelir? Romantizmin ülkesi olan Fransa üzerinden söylersek, -Fransızların halet-i ruhiyesini de yansıtan romantik bir ironi olarak-, Telegram çerçevesinde ve mevzuumuzla da ilintili olarak şu şekil bir okuma yapmak sanırım saçma olmaz:

“Kendi ayakları bokun içindeyken şarkı söyleyen tek hayvan horozdur.”(2)

Yukarıdaki söz her ne kadar Fransızlar için söylenmiş olsa da, kim tarafından ve hangi maksadla söylenmiş olursa olsun, fark etmez, sözlerin söyleyenden ve de söylenenden bağımsız bir yanı vardır. Yani her bir sözün kendi iç mantığı vardır ve bu, o sözü kullana göre hizmet eden bir mahiyete bürünür. Bu çerçeveden bakıldığında yukarıdaki söz bize ilkin Arş Horozu ile ilişkili gözüktü. Dolayısıyla da “Abdülhakîm Koltuğu” ile… “Ölüm Odası”ndan bir-iki terkib: 
“ZAL- Horoz ibiği… (Lâkabı Ebu Süleyman, “Horoz” olan Halid bin Velid Hazretlerini hatırla!): 731: ANDÜLHAKÎM Koltuğu. “Kürsî”(3) … 

“ABDÜLHAKÎM Koltuğu: 733: PLAZA. “İspanyolca’dan”- Pazar yeri. Meydan. Şehir. Bir vasıtada oturulacak yer, mevki”(4) … 

Daha evvel Miraç ile ilgili olarak söylenildiği üzere, Arş Horozu’nun başı arşta, ayakları ise yerin yedi kat altındadır. Kanatları ise doğuyu ve batıyı kaplamaktadır… Bir hatırlatma: Eski Yunan mitolojisindeki yer altı tanrısı ve ölüler diyarının hükümdarı Hades’in sembolü horoz ve yılan, göklerin tanrısı ve şimşeklerin hükümdarı Zeus’un sembolü ise ışık ve ateştir… “Horoz”un tedaisi, “Hükümdar”, “Melik”, “Malik” “Abdülhakîm Koltuğu”, “Işık”ın tedaisi ise, “”Nur”, “Ruh”, “Üç Işık”… “Horoz”un “Arş horozu” olarak belirmesi ve bunun da başının arşı kaplaması, ayaklarının ise yerin yedi kat altına sarkması! Üstad Necip Fazıl’ın “Feza Pilotu” isimli şiirinden: 

“Bizimkiler ışığa gem vurur da binerler;
Yerden göğe çıkmazlar, gökten yere inerler…”

İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu insanlık tarihinin en büyük muztaribi yapan şey nedir diye bir soru sorulsa, hiç şüphesiz ki bunun tek bir cevabı vardır: Telegram işkencesi! Çünkü; her türlü şen’i ve den’i şekavet ve denaete yataklık eden Telegramcı iblis döllerine karşı Hakkın izzet ve namusunu temsil eden İBDA Mimarı, la teşbih, adeta fosseptik çukuruna döndürülen bir dünyada, diğer bir ifadeyle de “Ahbes: pis, necis, çok pis” mânâsına putçuluğun (paganist ve de satanist!) tavan yaptığı bir dünyada, Üstad Necip Fazıl’ın müjdelediği ve “İstikbâl İslâmındır” mânâsını özetlediği “Şarkımız” isimli şiirini en gür bir seda ile okumaya devam etmiştir. Ta ki, beynini kanatana kadar!.. Bu arada şunu da söylemek gerekir ki, “beyin kanaması” teşhisi üzerinden gerçekleşen ölüm aslında, İBDA Mimarı’nın üzerinde bulunduğu zihin faaliyetinin de zirve noktasına taalluk eden bir neticedir. 

Nasıl ki, Sokrates’ten başlayıp Eflâtun üzerinden Descartes’e ve ardından Kant üzerinden bütün bir Batı Felsefesi tarihini şamil aklı “akılla iptal eden” olarak Felsefe Tarihi’ne adına yazdıran Bergson, “Beşerî akıl”ın zirvesini temsil ediyorsa, aynı şekilde, “Selim akıl” çerçevesinde “Beşerî aklı” öldüren olarak da İBDA Mimarı, “Saf aklın hakikati”ni temsil eden olarak Dünya Düşünce Tarihinde büyük, en büyük muztarib olarak tarihe adını yazdırmıştır. Mânâ ve suret ilişkisi çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ederse, İBDA Mimarı, beyin veya zihin (duygu ve düşünce / ruh ve fikir) faaliyeti üzerinden bizzat kendi maddî beynini “patlatmış / çatlaşmış”, diğer bir ifadeyle de öldürmüştür. Aklın hakkını iradî olarak Hakka teslim etmiştir. İradî ölüm! Velî! Şehidlik! Bu, “mânâ ona uygun suretlerde tecelli eder” hakikati üzerinden, “suret mânânın aynıdır” esprisine de sarkan bir hüviyette kendisini gösteren benzersiz bir oluştur. “Ölüm Ruhun Hurucu, Hayat Öte Yakada” isimli yazısında Mevlüt Koç’un söylediği: “Oluş zirvede son buldu, adı da ölüm oldu!”(5) Akıl zirvede son buldu, adı da ölüm oldu! 
 
Dipnotlar
  1-https://sorularlaislamiyet.com/imani-elde-tutmak-kor-atesi-elde-tutmak-gibi-olacak-anlamindaki-hadise-gore-az-da-olsa-bir-sure-bile
 2- http://www.mailce.com/fransanin-simgesi-neden-horozdur.html
 3-Salih Mirzabeyoğlu, “Ölüm Odası B- Yedi”,  İBDA Yayınları, 3. Cild, İtanbul, 2018, sh.37.
 4-Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e., sh. 38.
5-http://www.aylikdergisi.com/yazar-olum-ruhun-hurucu-hayat-ote-yakada-477.html

Baran Dergisi 622. Sayı