Bunca yıllık “Batı dışı modernleşme” sürecimizde, bunca çabaya rağmen, ne yazık ki entelijansiyadan çok, kendisini hor görene yamanma iştiyakıyla yanıp tutuşan, “modern ahmaklık”a teşne “öğrenimli cahiller” yetiştirmişiz.

Tıpkı tüm borçlarımı ödedim diye sevinirken, yeni bir borç yükü sürpriziyle karşılaşmak gibi inancınız sağlam, itikadınız sahih değilse; “kıbleniz”in doğru, ilminizin faydalı, pişmanlıklarınızın kabul, amellerinizin makbul olmasını beklemek de “haybeye kürek çekmek”ten farksızdır. Tıpkı, kamerasında film olmadığı halde, hârika görüntüler çektiğine inanan şaşkın kameraman misâli, sükût-u hayâle uğrarsınız. Adama; “git ameli kimin için işlediysen, sevabını da ondan iste” derler. Zira “ameller niyetlere göre hükmolunur” ölçüsü, doğru düşünce faaliyetini de itikadın sahih olması şartına bağlar. Bu şart yerine gelmediği zaman, hiçbir “bakış” gözden öz’e inmez. İbda Mimarı’nın formüle ettiği biçimiyle söylersek: “Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti de olmaz.” Bunun aksi; yanlış önermelerden hareketle doğru sonuca varmayı istemek gibi bir abes belirtir ki, bu süreç yanlışın kendi doğrularını doğurduğu bir süreçtir, kendinizi “araklayamadığınız” takdirde önemli hadiseleri ıskalar, açığa düşersiniz!

Arada iman bağı yoksa, sırf deney ve gözleme dayalı bilgi, eksik, yanlış ve tuzaklara açıktır, ürettikleriniz ruhî bakımdan ölü doğar. Bu da sizi “çok katlı ve farklılaştırılmamış gerçeklik”in sadece bir yanıyla temasa getirir, tam bir tanıma sağlamaz. Benzer biçimde, içine doğduğunuz çevre size hiçbir enerji ve ilham telkin etmiyorsa (ki modern muhayyilenin dizayn ettiği çevre böyle bir çevre), mantık ve muhakeme tarzınız mekanik, indirgemeci ve sığ olacaktır. Bu durumda da, başta size iyi bir fikir gibi görünen pek çok şey zamanla tuzağa dönüşür; karmaşa, kaos ortamı olarak algıladığınız ilişkilerdeki harikulâde zenginliği ve insanî düzeni göremezsiniz.

Sonunda size kala kala, korkularının (fakirlik-hastalık-ölüm) peşinde, kaygılardan, tedirginliklerden mürekkep, “eviyle işi, dişiyle eşi arasında mekik dokuyan” (S. Mirzabeyoğlu, Gölgeler) modern birey olmak hakkı kalacaktır.

Aslında, üçüncü dünya ülkeleri için Batı’nın öngördüğü insan modeli de böyle bir şeydi. Bu sebeple, bizim gibi ülkelere modernleşme modellerini ihraç ederken doğrudan müdahale yerine, kendi istediği insan tipinin yetişmesini tercih etti. Bunda da epey başarılı oldu. Sistemini ihraç ettiği ülkelerdeki okullar yapay Batılı üretim merkezi gibi çalıştı ve bu okullardan mebzul miktarda çakma Batılı yetişti. Kraldan çok kralcılığa soyunan bu tipler, bir taraftan körü körüne ve eleştiriden uzak bir hayranlıkla Batı’yı kucaklarken, diğer yandan da kendi insanından nefret etmeyi kariyerlerinde ilerlemenin bir göstergesi gibi algıladılar. Nihayetinde, utanç duydukları ve unutmak istedikleri ne varsa (din, dil, gelenek…); gerici, görgüsüz ve eğitimsiz gördükleri bu halk hatırlatıyordu onlara.

Meselenin bir başka boyutu da; idealist ya da materyalist; demokrat yahut mutlakiyetçi, dünyaya bakışınızı şekillendiren temel görüş değişse bile, bu görüşü kendi hakikatine taşıyan zihniyet değişmiyorsa, bilgi edinme biçiminize ilişkin (epistemolojik) konumunuzda bir değişiklik olmayacak, şuurun kendini eleştirmesi yine eleştirdiği süzgeçten geçerek, tüm benimseyiş ve uygulamalarınızın keyfiyetinde belirleyici olacaktır. Kendinizi ne kadar farklı bir konuma yerleştirirseniz yerleştirin, ne kadar sıkı bir muhakeme yürütürseniz yürütün, “gittiğiniz yer”e sadece kendi cüssenizi taşımakla kalacak, bir önceki dönemden tevarüs ettiğiniz şuur, yeni dönemde de belirleyiciliğini korumaya devam edecektir. Ülkemizde, laik kesim aydınının zihniyeti de böyle bir zihnî sömürgecilik döneminde üretildi. “Tersinden hârika” bir biçimde, şuur seviyesi değişse bile gerçekliği hiç değişmiyor!..

Netice itibariyle; bunca yıllık “Batı dışı modernleşme” sürecimizde, bunca çabaya rağmen, ne yazık ki entelijansiyadan çok, kendisini hor görene yamanma iştiyakıyla yanıp tutuşan, “modern ahmaklık”a teşne “öğrenimli cahiller” yetiştirmişiz. Meğer aydın bellediğimiz bu kesim, rejime mesafeli dururken tek derdi varmış; ayrıcalıklı konumunu korumak, demokrat-entelektüel kisvesi altında, sahip çıkar gibi göründüğü kesimlerden (Müslümanlar-Kürtler) alkış almak… Nitekim, Ak Parti iktidarıyla birlikte rejimin mağdur ettiği kesimler biraz rahatlayıp, artık oryantalize edilecek bir halk kalmayınca, oyuncağı elinden alınmış yaramaz çocuğa döndüler… Kimi küstü, kimi aslına rücû etti, kimi de hainliğe soyundu.

Artık cumhuriyet elitinin modernize edeceği, yanlışını düzelteceği “malûm yığınlar” yok ortada. O eşik aşıldı. Müslüman halk basiret gözüyle hakikatleri, kendisini hor görenin sevgisini kazanmak gibi aşağılık bir özlemle yanıp tutuşan çoğu entelektüel ve siyasetçiden daha iyi görüyor ve ifade ediyor. Ferasetiyle, bir noktadan sonra aklın görevinin teslim olmak, kabul etmek ve tasdik etmek olduğunun idrakinde. “Akledemeyen birileri”, bununla biat kültürü diyerek alay etse ve küçümsese de…

İslâm’a karşı duydukları nefretin birleştirdiği çevrelerin pek sevdiği tabirlerle söylersek; demokratlığın, entelektüelliğin, insancıllığın, çoğulculuğun bu memlekette bir tek katalizörü var: İslâm. Bilgiyi malûmata dönüştürmekte mahir laik kesim aydınımızda, İslâm söz konusu olduğu zaman, mezkûr kavramlarda “ne kuyruk kalıyor, ne kanat.” Hallerine ve yollarına uygun delil üretmekten tutun da, tüm insanî ve içtimaî meseleleri bir potaya doldurup bulamaç yapmaya kadar; ne ülke ne de dünya gerçekleriyle alâkası olmayan saçma sapan gerekçeleri gündeme taşımakta, bunlar üzerinden İslâm’a olan kinleri kusmakta tavan yapıyorlar. Sadece retorik seviyesinde kalan İslâmî söylemlere bile tahammülleri yok. Kendilerini doğrulayacak delilleri arayıp buldukça doğrulandıkları hissine kapılıyorlar. Bunun doğrulama hatası olduğunun ve mutlak sûrette delil teşkil etmeyeceğinin idrâkinde bile değiller. “Ya benim dediklerim ya sehpa” küstahlığı içinde nefretlerini farklı figürler üzerinden kussalar da, asıl dertleri İslâm’la. Ama hâllerine de şuurları yok. Adına ister entelektüel komedi deyin, ister literati pişkinliği, ama durum bu merkezde. Zaten asıl mesele de burada: Neyi bilmediklerini bilmiyorlar.

Her çağın kendine has “yenileyici-yönlendirici bir ilke”si var. Bizim bunun idrakinde olup olmamamızın pek bir önemi yok. Zira bu ilke hiç ummadığımız bir biçimde içtimaî şuura akseder ve orada yerleşir. En küçüğünden en büyüğüne kadar sayısız düzenleme ve inşanın kökeninde bu anlayış yatar. Ben de diyorum ki, bu çağın yenileyici-yönlendirici ilkesi BD-İBDA dünya görüşüdür. Eğer bu görüş toplumun genel fikir çerçevesine bir şekilde yerleşmemiş olsaydı; ne cumhuriyet elitinin “modernleştirilecek” eğitimsiz, görgüsüz, bir sınıf gözüyle baktığı İslâmî kesim bu anlayışı şuurlu bir biçimde reddedebilir, ne siyasal İslâm böyle bir ivme kazanabilir, ne de genç kız ve kadınlarımız kimliklerinin bir parçası haline getirdikleri tesettürü gururla taşıyabilirdi. Ancak, tüm bunlar yaşandıktan, her şey olup bittikten sonra birilerinin çıkıp geriye dönük bir öngörüyle, “dönemin şartları”nı BD-İBDA’nın hazırlayıcı unsurları gibi lânse etmeye kalkışması ne İslâm’a ne de insafa sığar. Abesle iştigaldir. Çünkü, N. Fazıl-S. Mirzabeyoğlu olmasa da dönemin şartları başkalarını çıkaracaktı demek “bu sistem”in niye sadece “bu insanlar” tarafından ortaya konulabildiğini açıklamaya yetmez. Gaye de, dönemin şartları da yerinde duruyordu, ama kimsede ne onları görecek göz, ne de ortaya koyacak takat vardı.

İslâm küreselleşir ve İslâmî kesim kendi entelektüel zeminini oluştururken, “Batı modeli” de tabu olmaktan çıktı ve tartışılır hâle geldi. Aynı zamanda, kendi insanı nezdinde de kendi değerlerine olan inanılırlığını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Kendi savaşında başkalarını savaştırarak, kendisi de savaşır gibi yaparak, değerlerini koruma ve bunları canlı tutma peşinde. Bu sebeple de İslâm düşmanlığını yükseltecek “her topa” tam bana göre bir “orta” gözüyle bakıyor. Ortadoğu’da bu oyunu kuran “üst akıl” alttan alta bir şeylerin hazırlığı içinde. Hem örgütleri kullanıyor hem devletleri. Rusya, İran ile kucak kucağa. PKK’nın artık Kürt halkı, taban diye bir derdi yok. Maksat İslâm düşmanlığını yükseltmek, iç savaş çıkartmaksa gerisi teferruat şuursuzluğu içinde; bir taraftan İran ve Suriye ile iş tutuyor, diğer yandan da Amerika’dan Rusya’dan “ihale alıyor”. Kandil bu güçlerin emrinde, HDP de Kandil’in Alevî kanadının… Yani, netice itibariyle Kürt halkının tragedyası, hâlâ 1970’lerin demode sol jargonuyla konuşma ilkelliğini marifet addeden operet figürlerince oynanıyor…

“İstikbâl İslâm’ındır” uyarısını biz anlamadık, ama “birileri” anladı. Savaş bunun savaşı... Kartlar açıldı… Türkiye Ortadoğu coğrafyasının yeniden düzenlenmesine seyirci kalamaz. Dua edelim de Allah’ın nazarı bizim üzerimize düşsün.

Aylık Dergisi 136. Sayı, Ocak 2016