18. yüzyıl Alman jimnastiği (Aletli Jimnastik!) ekolünün (Turnen) iki büyük ve önemli isminden biri Johann Friedrich Ludwig Jahn (d. 1778 – ö. 1852)(1), diğeri ise Johann Christoph Friedrich GutsMuths’tur (d. 1759 – ö. 1839). Alman Milliyetçileri tarafından Ludwig Jahn “Turnvater: Jimnastiğin Babası”, GutsMuths ise “Jimnastiğin Dedesi” olarak kabul edilir.

“Alman jimnastiği hareketi” (Turnverein, yıl: 1811) olarak da bilinen “Turnen Jimnastiği”, Prusya ordusunun 1806’da Fransızlar (Napolyon Bonapart) karşısında aldığı ağır mağlubiyet üzerine, bizzat bu mağlubiyeti tadanlardan biri olarak, Friedrich Ludwig Jahn tarafından askerî amaçlar için tasarlanmış paramiliter veya askerî sporlar organizasyonu plan, program ve projesidir. Spor yoluyla bütün bir halkın savaşçı ruhlu yetiştirilmesi esasına dayanan “Turnen akımı”nın ana gayesi, “Millet Ordu” meydana getirmektir. Hemen belirtmek gerekirse, bu tarz bir yaklaşım, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi’nin idealize ettiği “Başyücelik Devleti ideali”nin de öngördüğü veya benimsediği bir yaklaşım tarzıdır. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Ordu Millet”ten öte “Millet Ordu” anlayışını benimsediğini hatırlatmakta fayda vardır. Bu yaklaşımın temelinde, “Cihad farzdır” âyeti ile birlikte “Beşikten mezara ilim öğrenmek, erkek ve kadın her Müslümana farzdır” hadîsi bir yana, Müslümana sunulan iki büyük yoldan biri halinde, “Ölüp de ölmemek” mânâsının tecelli ettiği “Şehidlik Şuuru”nun gerekliliğini yerine getirmektir. Evet, bir Müslümana hayatta iki büyük yol sunulmuştur. Bunlardan biri “Ölmeden ölmek”, yani Veli olmak borcu, diğeri ise “Ölüp de ölmemek”tir ki bu da Şehidlik makamı borcuna delalet eder. Birincisinde “Nefs terbiyesi” mânâsı üzerinden “Nefsin fedası”, ikincisinde ise “Beden terbiyesi” mânâsı üzerinden “Bedenin fedası” düğümlüdür. Birincisinin ikincisinden daha zor ve meşakkatli olduğunu haber veren Nakşi büyüklerinden Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, meâlen, “Nefsin fedası”nı kendisine şiar edinenlerin göze alacakları en adi işin “Bedenin fedası” olduğunu da haber vermişlerdir. Meşhur “Ya ol, ya öl!” mottosunun da çıkış noktasına işaret eden bu durum, ya “Veli olmak” veyahut da “Şehid olmak” mecburiyetine işaret etmektedir. “Millet ordu” vurgusu, Başyücelik Devleti İdealinin öngördüğü makam veya mevki sahiblerinin aslında “Veli mizacı”nda olan kimselerden ibaret olduğunu anlamak pek zor olmasa gerektir.  Çok açık ve net söylemek gerekir ki, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “Velilik mizacı” üzerinden / üzerine kurgulanmış veya bina edilmiştir. “Velilik bir mecburiyettir” sözüne özellikle vurgu yapan Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ben Kimim?” diye sormak “Ölüm nedir?” diye sormakla birdir” sözünü de yine bu çerçevede okumak lazım geldiğini hatırlatalım ve mevzumuza tekrardan damardan bir giriş yapmak üzere yolumuza devam edelim.

Dieter Voigt’in “Spor Sosyolojisi” isimli eserinden öğrendiğimize göre, 18. yüzyıl Alman beden eğitimcilerinden pedagog GutsMuths, “spor kelimesinin kökeni henüz tam olarak bilinmemektedir” der. Yine bir Alman pedagog / eğitimci olan Robert Hessen, özetle, spor kelimesinin Gotik İncil çevirisinde geçen çok eski bir Almanca kelime olduğunu ve bugün de aynı anlamı taşıdığını iddia eder. Fakat Hessen, sözkonusu kelimenin ne olduğu hakkında herhangi bir bilgi vermez. Hessen der ki, meâlen, “açık havaya duyulan özlem, bedenî yetkinlik için gösterilen çaba, Anglo-Norman ırkının haz duyduğu en derin Germen içgüdüleridir”(2) … Denilebilir ki, sözkonusu “haz” veya “içgüdü”, her şart altında insanî olduğundan, muhakkak ki tüm insanlığı da şamildir. Burada daha genel bir kavram olması hasebiyle, “bilmek” ve “yapmak”, “oyun” ve “oynamak” mânâları üzerinden bizzat “spor”un doğumuna yataklık eden “oyun” kavramına da özellikle dikkat çekmek gerekiyor. Öyle ya, her spor hareketi veya faaliyeti kendi iç mantığı içerisinde bir tür oyundur, fakat her oyun bir spor hareketi veya faaliyeti değildir.

“Açık havaya duyulan özlem” ve / veya “bedenî yetkinlik için gösterilen çaba”nın “Anglo-Norman ırkın haz duyduğu en derin Germen içgüdüleridir” tespiti ile, idman ve spor kelimeleri arasında doğrudan veya dolaylı ne tür bir bağlantı veya ilişki olabilir? Peki, bugün de aynı anlamı taşıdığı iddia edilen ve Gotik İncil çevirisinde geçen Almanca kelimenin ne olabileceği hakkında burada ne söylenebilir? Biraz irdeleyelim, bakalım karşımıza ne çıkacak!

Gotik İncil?.. Yazarından mütevellid Wulfila İncili olarak da bilinen Gotik İncil'in çevirisi... Bu çevirinin bazı kısımları, Gotik dilinde yazılmış olup, ana metni günümüze kadar ulaşmıştır. Eski bir Doğu Cermen dilindeki tek kapsamlı belge olan Wulfila İncil'i, herhangi bir Cermen dilindeki en eski belgelerden biri olarak kabul edilir.

Gotik: Goth: Got... Got kavminden biri; kaba adam, barbar kimse...

Gotlar... Romalılar nezdinde Barbarlar!.. “Barbar” yakıştırması “yerleşik hayat”, yani “şehir hayatı yaşayan”, diğer bir ifadeyle de kendilerini “medenî” veya “şehir-site” sakini olarak kabul eden insanlar karşısında “barbarbar-berberber-bırbırbır” şeklinde konuştuklarından dolayı, yani ne dedikleri tam olarak anlaşılamadığından dolayı, diğer bir ifadeyle de “ilkel hayat yaşayan göçebe insanlar”ı ifade ettiğinden dolayı “ilkel”, “barbar”, “yaban”, “yabanî”, “yabancı”, “eşkıya”, “korsan” veya “fırsatçı” kimseleri ifade etmek için kullanıldığını bilmek gerekiyor.

Bir önceki yazımızdan kısa bir özet yaparak bu mevzuyu daha bir derine taşımak istiyorum. Daha evvel de söylendiği üzere, Fransızca Porto kelimesi, “Portekiz'de üretilen tatlı şarap” kelimesinden alıntıdır. Fransızca bir kelime olan Porto, “Portekiz'de bir liman kenti, Oporto” özel adından alıntıdır. Oporto, İspanyolca’da “liman” mânâsınadır. Bu kelime, Fransızca “Oportunist” kelimesine de kök teşkil eder. “Fırsatçı” mânâsında olan Oportunist, “duruma göre davranan, içinde bulunduğu şartları değerlendirmeyi bilen (kimse)” mânâsınadır. “Liman işçileri olarak beliren hamallar”ın durumunu hatırlatmakta yarar var! Hamalların durumu, “korsan” ve / veya “fırsatçı” mânâlarını fazlasıyla hak ediyor aslında. Yakın zamana kadar hamal pazarlarının olduğunu da bilmek gerekiyor bu arada. Şimdilerde bu vazife, “İş ve İşçi Bulma Kurumu”na devredilmiş, ayrı mesele! “Eşkiya dünyaya hâkim olmaz!” ama, gel gör ki boynunda kravat, şehre inmiştir!.. Limana gemi yanaşırsa ne âlâ, yanaşamaması durumunda ise işler çok fena!

Porto kelimesi aslında Latince “liman” mânâsına Portus kelimesinden türetilmiştir. Latince kelime Hintavrupa Anadilinde aynı anlama gelen yazılı örneği bulunmayan -pr-tu- biçiminden evrilmiştir. Bu biçim Hintavrupa Anadilinde yazılı örneği bulunmayan -per-2 “geçmek, geçirmek” kökünden türetilmiştir. (3) Tam da bu noktada, Portekiz kelimesinin ne mânâ ifade ettiğine bir bakmak gerekiyor:

Portekiz ismi “kapı, liman, geçit, yol” mânâsınadır ve Latince Portus kelimesinden türetilmiştir. Portekiz'in İber'deki konumu isminin oluşum sebebi olmuştur, denilmektedir. Pasaport, portal, portakal, air port, eksport, oportünist vd. nice kelime Portekiz ismiyle aynı kökten gelmektedir.

Demek ki, Barbarlar olmadan ne gemi ile yol almak ve ne de liman işlerinin görülmesi pek mümkün görünmüyor. Korsancılık ve / veya fırsatçılık durumları!.. Harb ve hud’a durumları!.. Hile ve savaş durumları!.. Oyun ve oynama, oyalama ve oyalanma durumları!

Pr-tu / Per-2 ifadesi 2 per, p'nin b'ye dönüşümü üzerinden 2 ber, bunun da “berber” dolayısıyla da “barbar” şeklinde okunabilirliği… Berber veya Barbar: Berberistan veya Barbaristan, dolayısıyla da Berberîler, yani Barbarların mekânı!.. “Yerleşik toplumlar” kendilerine dışardan bir saldırı olması durumunda, bunu bir “ilkellik” veya “barbarlık” olarak kabul etmişlerdir. Hakikaten de öyle! Yerleşik olan insanlara saldırmak da ne demek?.. Avrupa ve Amerika için dünden bugüne değişen bir şey yok sanırım. Hani bunca sömürge ülke yanında, İBDA Mimarı’nın da bir tespitiyle, meâlen, “Ta Amerika’dan gelip topla tüfekle Irak’a demokrasi getirecek!” Yesinler demokrasinizi!.. Eski Yunan’ı Persler ve Medler, eski Romalıları ise Gotlar ve Cermenler’in sürekli rahatsız etmeleri neticesinde “barbar” veya “ilkel” kabul edilmeleri yok mu, eğri oturup doğru konuşmayı gerekli kılıyor.

Latince “liman” mânâsında olan Pontus kelimesini “sığınak” anlamında okumanın mümkün olduğunu, “Sığınak” mânâsının anlam genişlemesi üzerinden “İn” veya “Mağara” mânâsı ile olan ilişkisine, “Mağara” manasının ise “İlkel”, “Barbar” veya “Mağara adamı” mânâları üzerinden ilkin Cermen veya German, dolayısıyla da pek çok şeyi hatırlatmakla birlikte yazının seyri itibariyle özellikle Gotlar'ı hatırlattığını bir önceki yazımızda dile getirmiştik. Bu çerçeveden olarak;

“Bar!.. Barbar… Barabar?”… “Ne anlatıyorsun be? “Barbarbar” konuşamıyor, cahil, vahşi, BARBAR!”

“Barbar” (fr. barbare) kelimesinin doğuşunun, “Acem” veya “Acemi” ve “Fransız” veya “Frengi” kelimelerinde olduğu gibi, bir “ötekileştirme” veya “yabancılaştırma” eylemi veya söyleminin bir ürünü olduğu çok açıktır. Bu mevzuun menşeinde, aslında kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs merkezli “ruh ve beden (madde)”, “ben ve öteki”, “iç ve dış”, “yerli ve yabancı” vs. şeklinde pek çok zıtlık-çatışma durumları vardır. Aslında bütün kavga, Allah’ın iki parmağı arasında olan kalb hakikatinde veya sahasında gerçekleşiyor ve bunun zahirdeki temsilcileri arasında, yani genelde hak ve bâtıl, özelde ise mümin ve kâfir, daha da spesifik bir noktaya taşıdığımızda ise, meselâ sporda iki rakip veya iki takım arasında vuku buluyor. Meselenin özü de, “zıtların birliği” istikametindeki çabada düğümleniyor. Bu çabanın ana gayesi, İlk insan ve ilk peygamber olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan başlamak üzere bütün bir Peygamberler tarihinde, beşer zekâsı veya dünyevî (laik!) duygu ve düşünce hamulesi itibariyle de, meselâ ta ki eski Yunan’ın üç büyük kafa adamından biri olarak zâhir olan / beliren Eflatun’un (diğerleri Sokrat ve Aristo) ideal devlet plan, program ve projesi’nden günümüze değin süreçte kavgası verilen “Zıt kutuplararası muvazenenin üstün nizamı”na ulaşmak veya ulaşabilmektir. Bütün bir insanlık tarihinde bu gaye noktasına sadece ve sadece Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde beliren ve Allah indinde din olarak seçilen ve merkezinde bizzat Allah Resûlü’nün olduğu İslâm’ın “Asr-ı Saadet” dönemi ulaşabilmiştir. Allah Resûlü’nün “Veda Haccı”nda buyurduğu veçhile, meâlen, “Zaman devrini tamamlaya tamamlaya nihai noktasına erişti!” hadîsidir. Bunun kıyamet öncesi zaman diliminde bir kerecik de olsa tekrarına bütün bir insanlığın şahidlik edeceği de haber verilmiştir, ki; bugünkü “Büyük Kavga” tam da bu merkezde cereyan etmektedir. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” külliyatının çok önemli argümanlarından biri olarak beliren “İslâm, zıt kutuplararası muvazenenin üstün nizamıdır” terkibi hükmü üzerinden söylersek, mesela “Beşer zekasının sekreteri İBDA” çerçevesinde “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi’nin ideal devlet plan, program ve projesinin (Başyücelik Devleti ve buna bağlı olarak da Başyücelik Devleti Birleşik İslâmî Devletler Topluluğu) bütün bir insanlığa teklif edilmesinin ana gayesinin ne olduğu, nisbetinin nerede düğümlü olduğu çok açık ve seçik bir şekilde herkes tarafından görünür bir hâle gelir.

Sanskritçe’de “kekelemek, gevelemek” anlamına gelen “barbara/balbala” kelimesinden türediği düşünülen “Barbaros”u eski Yunanlılar, “bizden olmayan, yabancı, cahil” anlamlarında, özellikle de Persler ve Medleri kastederek kullanmışlardır. İngilizcedeki geveleme efekti “bla bla”nın kaynağındaki “to blabber” fiilinin de, Hint-Avrupa Dil Ailesi bağıyla bu Sanskritçe kelimeden gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu arada, bu barbar mevzuu, İtalyancada “kızıl sakal” anlamına gelen ve ilk olarak Oruç Reis’in ve ardından kardeşi Hızır Reis’in lakabı olan “Barbaros” (it. barba rossa) ile karıştırılmaması gerektiğine hassaten vurgu yapıldığını da belirtelim. (4) Gerçi korsancılık veya fırsatçılık üzerinden bakmak icab ettiğinde karıştırmamak pek de mümkün gözükmüyor. Diğer taraftan, mesela “kızıl sakal” ve “berber” manaları üzerinden çok daha farklı, derin ve güzel noktalara ulaşmak da pek mümkün gözüküyor. (5) “Sakal” ve “berber” mevzuunda “traş etmek” mânâsının “Berzah” ile ilişkilendirilebilir olma durumu dikkate alındığında, mesela erkek traşında bıyık ve sakal durumları, meselâ İslâm’da bıyıkların kısaltılması ve sakalın uzatılmasının sünnet durumları (üst ve alt, yukarı ve aşağı, bir ve bin, fert ve toplum, tasavvuf ve şeriat vs.) ve ara yerde (Berzah) konuşlanan “boğaz yolu” olarak “ağız ve dudak” esprisi (Ezan esnasında Kelime-i Şehadet lafzının geçtiği yerde Hazret-i Ebu Bekir R.A’ın iki paşparmağını birleştirip öpüp gözlerine sürmesi ve İBDA Mimarı’nın “Nakşi sırrıdır kavgam!” mottosu!) ve bunun da dilin, diğer bir ifadeyle de “ruhun muhafaza”sı olarak anlam kazanması durumları vs... Bunu ilerideki bölümlerde bu mevzuun derinleştirilmesinde bir ipucu olarak not etmiş olalım!

Eski Yunan’ı tarih sahnesinden silen ve sonrasında onun kültür mirasına konan ve normal şartlar altında teknik olarak kendileri de “barbar” olan Romalılar kelimeyi “barbarus” şeklinde sahiplenmiş ve yabancı diyarlara “barbaria” demişlerdir. Az çok günümüzün Mağrip bölgesine tekabül eden “Berberistan” da, aslen Romalılar’ın gözünde bir “barbarlar diyarı” idi.

“Barbara” ismi, dünden bugüne Avrupa Kıtası’nda popüler bir kadın ismi olarak halen kullanılmaktadır. İzmit doğumlu bir Hristiyan azizesinin adı olan “Barbara”, Latincede “yabancı kadın” yani bir nevi “dişi barbar” anlamında da kullanılmıştır. Özellikle ataerkil kültürlerde yabancı erkek bir tehdit unsuru iken, buna karşın yabancı bir kadın daha ziyade egzotik ve cazibe merkezidir. Egzotik kelimesi, lugatta “çok uzak ve yabancı ülkelerle ilgili ya da böyle ülkelerden gelmiş, getirilmiş” mânâsınadır… Halbuki, “Azize” olduğundan dolayı, yani iradi olarak erkeklerden uzak durduğundan dolayı, yani “temiz” kalmak istemekten dolayı, dolayısıyla da erkeğe yabancı olmaktan ötürü “barbar”, yani “Barbara” veya “Azize”!..

Bu tür bir “yaban” veya “yabancı” olmak durumu, mesela Rahib ve Rahibe kültürü ile de doğrudan ilişkili gözükmektedir. Bir “olması gereken” olarak değil de, “olan” üzerinden bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde, meselâ “karşı cinsten uzak durmak” mânâsına bir Rahib, kadının, Rahibe ise erkeğin yabancısı!.. Ruhun beden üzerinden nefse “yabancı” olması ile, ruhu temsil eden erkeğin nefsi temsil eden kadına karşı “yabancı” olması çerçevesinde örgüleştirilen veya şekillendirilen Hıristiyanlıktaki “Katolik” inancının köklerine kadar gitmek mümkün gözüküyor. Ama mevzumuz bu değil! Mevzuumuzla ilişkili olarak şu kadarını da söylemek gerekir ki, meselâ Ortaçağ Avrupası’nda kadına karşı olan tutum sadece “Cadılar Bayramı” üzerinden izahı mümkün değildir. Engizisyon kültür ocağı olarak da anlam kazanan Ortaçağ’daki Katolik Kilisesinin tüm uygulamaları, aslında bir tür “barbar” olmanın da ta kendisi olarak algılanabilir. Ruhun beden ile buluşması neticesinde zâhir olan nefsin “yabancı” olarak belirmesi durumu, aslında nefsî isteklerin “barbar” olarak değerlendirilmesini gerektiriyordu. Ama gel gör ki, “nefs” kavramına sahib olamamanın tabii bir neticesi olarak, Ortaçağ Avrupası’nda büyük bir handikabı da beraberinde getirmiştir. Meselâ doğrudan doğruya bedene, dolayısıyla da bedenî olan hemen her şeye “barbar” muamelesi yapılmaya başlandı. Medeniliği davet eden veçhesiyle “ruhun yerleşik hayat” olarak belirmesi karşısında “bedenî” veya “dünyevî”, diğer bir ifadeyle de “dişil” olan, bundan dolayı da “kadın” da dahil hemen her şeye “barbar” muamelesi yaparak karşı olmak durumu ortaya çıktı. Dolayısıyla da bedenî bir faaliyet olarak anlam kazanan beden terbiyesi ve spor faaliyetlerine de karşı olmak bir zorunluluk olarak ortaya çıkmış oldu! Bundan dolayıdır ki meselâ Fransa merkezli Ortaçağ Avrupası’nda sadece bedenî olan değil, doğrudan doğruya ve bizzat beden hor görülmüştür. Bedeni hor görmek ve pislik içinde bırakmak adına yıkanmamak bir yana, yüzme de dahil tüm beden temrinleri veya hareketleri şeytan işi olarak algılanmış ve yasaklanmıştır. Hor görülmesi gereken bizzat “nefs” olması gerekirken, İslâm’da ahbes mânâsına “pis, necis, en pis” olarak telakki edilen nefsin yine İslâm’da zâti keyfiyeti itibariyle “kâfir” olarak karşılanmasına karşın, Ortaçağ Avrupası’nda nefsin plastisite anlayışına kurban edilerek bizzat bedenin hor görülmesi, tüm Ortaçağ Avrupası’nı bizzat “barbar” konumuna da düşürmüş olmaktadır. “Barbarlık” durumunun mukadder olduğu yerde “Hiç kimse benim ayranım ekşi!” diyemediğinden, diyemeyeceğinden, demeyeceğinden ötürü haliyle herkes kendince haklı! Bütün zaman ve mekân içerisindeki belirli bir zaman ve mekânda vuku bulan hadiselerin ayan olması açısından “Mutlak Fikrin Gerekliği”, dolayısıyla da “Bütün Fikrin Gerekliliği” nasıl da kendisini en derinden hissettiriyor. Aksi takdirde kim haklı kim haksız ara ki bulasın!.. Herkes ya barbar, veyahut da barabar!.. Olmadı, iki bar’da karşılıklı ve rakip takımlar halinde toplanmış olarak, kafayı çektikten veya zıbardıktan sonra tekrardan barbarlığa yelken açmak!

Bar, “bira içilen yer”, Porter ise, “siyah bira” mânâsınadır… “Barbarlar”dan geride kalan bildik mânâda “bira içilen yer” mânâsına “Bar”lar mı oldu?.. Bar’larda vakit geçirenler, sarhoş olmanın da etkisiyle olmalı ki, süreç içerisinde oyun ve eğlenceyi iş haline de dönüştürmüşlerdir. Yani bizzat üzerinde bulundukları oyun ve eğlence işini merkeze alarak kendilerine muhtelif spor kulüpleri de kurmuşlardır. “Barbar” olmaktan kurtulmak adına Medenî olmanın bir göstergesi hâlinde tarafların iki ayrı Bar’da mücadeleye devam etmesi, Medenileşmenin de ötesinde, yerleşik hayata yelken açmanın sarhoş kusmuğu ile özdeşleştirilmiş olduğunu da gösteriyor. İki rakip takım hâlinde bir yanda dünyevî yani laik olanlar (“nefs”i temsil eden olarak “kırmızı” renkliler!) bildik bar’larda biralarını yudumlarlarken, diğer bir yanda ise ruhban sınıfı (“ruh”u temsil eden olarak “mavi” renkliler!) kendi Kiliselerinde şarap yudumlayarak sporun nimetlerinden yararlanmanın yolunu bulmuşlardır. Sporun bizzat kendisi ise tarafların, dolayısıyla da taraftarların, hâliyle de tüm muhatablarının kurtarıcısı rolünde! “Putlaştırılmış spor” üzerinden “Sağlık için spor”un kaynağına da sıradışı bir sorti yapmış olduk!

Dipnotlar

1-Ludwig Jahn’ın hayatını merak edenler ilgili kaynaklardan takip edebilirler. Ancak, burada şu kadar bir bilgi vermeyi gerekli görüyorum. Napolyon tarafından memleketinin aşağılandığını düşünen Jahn, jimnastik yoluyla fizikî ve ahlakî güçlerini geliştirerek vatandaşlarının ruhlarını geri kazanma fikrini tasarladı. 1813'ün başlarında Prusya ordusunda Napolyon'a karşı savaşan gönüllü bir güç olan ünlü Lützow Özgür Kolordu'nun oluşumunda aktif rol aldı. Kolordu bir taburuna komuta etti, ancak aynı dönemde genellikle gizli serviste çalıştı. Savaştan sonra, devlet jimnastik öğretmeni olarak atandığı Berlin'e döndü ve Jena'da öğrenci yurtsever kardeşliklerinin veya Burschenschaften'in oluşumunda rol aldı. Popülist bir yapıya sahip, sert, eksantrik ve açık sözlü bir adam olan Jahn, sık sık yetkililerle çatışırdı. Yetkililer sonunda onun birleşik bir Almanya kurmayı amaçladığını ve Turner okullarının politik ve liberal kulüpler olduğunu anladılar ve Turnplatz'ın 1819'da kapatılmasını sağladılar ve onu tutukladılar. 1825'te tahliye oldu, ancak Berlin'in on mil uzağında yaşamaya mahkûm ettiler. Bir ayaklanma suçlamasıyla Kölleda'ya sürgün edildiği 1828'deki kısa bir dönem dışında, ölümüne kadar kaldığı Unstrut üzerinde Freyburg'da ikamet etti. Freyburg iken, profesör olmak için bir davet aldı, fakat reddetti. 1840'ta, Prusya hükümeti tarafından Napolyon'a karşı savaşlarda gösterdiği cesaretten dolayı Demir Haç ile ödüllendirildi. 1852'de Freyburg'da öldükten sonra, 1859'da onuruna bir anıt dikildi. Jahn, 19. yüzyılın başlarında dört F'nin "frisch, fromm, fröhlich, frei" ("taze, dindar, neşeli, özgür") sloganını popüler hale getirdi. Bir Alman milliyetçisi olarak, Alman dilini ve kültürünü yabancı etkilere karşı korudu. 1810'da “Polonyalılar, Fransızlar, rahipler, aristokratlar ve Yahudiler Almanya'nın talihsizliğidir” şeklinde nasıl bir düşüncenin adamı olduğunu açıkça izhar etti. Jahn bunu yazdığı sırada, Alman devletleri Napolyon'un önderliğindeki yabancı ordular tarafından işgal edilmişti. 1817'de Wartburg festivalinde devrimci öğrenciler tarafından gerçekleştirilen kitap yakma eyleminde “yol gösterici ruhu” olarak görüldü. Peter Viereck tarafından, ilk Alman romantiklerine Yahudi aleyhtarı ve otoriter doktrinlerle ilham veren ve ardından Wagner'i ve nihayet Nazileri etkileyen Nazizmin manevi kurucusu olduğu ilan edildi!

2-Dieter Voigt, Spor Sosyolojisi, çev: Ayşe Atalay, Alkım Yayınları, İst.1998, s.86

3-https://turkcenedemek.com/kelime/porto/

4-https://nerdengeliyo.com/barbar/

5-“Berberistan“daki “berberi” ile saç kesen “berber” tabii ki de farklı kelimeler. “Berber”, Fransızca‘da “barbier” (tr. okunuşu: “barbiye”) kelimesinden geliyor. Kökeninde Latince’de “sakal” anlamına gelen “barba” kelimesi var. Yani “berber” aslında saç değil, sakal kesiyor. Bu durumda “kadın berberi” yerine “kadın kuaförü” daha uygun oluyor?.. Eski berberler, bırakın kadın saçı, erkek sakalı kesmeyi; diş çekme, sünnet ve bilimum cerrahi müdahaleye bile girişiyorlarmış. Eskiden mahallenin tüm sağlık, hijyen işleri onlardan soruluyormuş!

Baran Dergisi 771. Sayı