Hak din İslâm’ın ilahî olma özelliği gereği beşerî sistemlere tâbi olması düşünülemez. Müslüman ise sadece Allah’ın emirlerine boyun eğen kişidir. Müslümanlığı ne kadar yaşadığımız ayrı bir mesele, ancak küfrün hakimiyeti altında yaşamaya bir Müslüman sabredebilir, lakin rıza gösteremez. Zira ölçüyle sabit olduğu üzere “Küfre rıza ayniyle küfürdür.”

Ülkemizde cari olan rejim, laik-seküler bir çizgide olup kurum ve kuruluşlarıyla Batı’yı yörünge ittihaz etmiştir. Her ne kadar Batı ile kavgalı olsak bile maalesef rejimimiz Batıcı tarzdadır. Bu çelişki de bir an önce giderilmelidir. Millet de Batı’ya karşı infialle doludur. Bu topraklarda İslâmcı mücadelenin güçlü olduğu, Kemalist rejimin ağırlıklı olarak tasfiyeye uğradığı tarihimize, kültürümüze ve köklerimize döndüğümüz ise malûmdur. Ancak bunu sistem ve rejim hâline döndüremediğimiz, İslâm’a muhatap anlayışı kurum ve kuruluşlarıyla yerleştiremediğimiz de malûmdur. Batı prangalarından kurtulma mücadelesi verip bir noktaya kadar bunu siyaseten başarmış iken, Batı’nın materyalist anlayışına alternatif olacak bir şekilde ve İslâmî bir temelde müesseseleşmediğimiz bir hakikat; üzerinde derinlemesine durmamız gereken ve bu safhada hayatî derecede önem arzeden bir eksiklik...

Eğitimimiz pozitivist ve pragmatist temeldedir ve buna Batı’nın rasyonalist bakışının etkilediği dinî eğitim de nisbeten dahildir. Reformist fikirlerin neşvünema bulması bundandır. Üniversitelerimiz ise Batı’nın ilim anlayışının kopyacısı seviyesindedir ve çoğu içler acısı haldedir. Bir şey üretmedikleri gibi Batıcı sistemi temelden sorgulamak ve İslâmî rejime geçişin fikrî ve ilmî alt yapısını hazırlamak gibi bir dertleri yoktur. Bir kaç istisna vakıf üniversitesi ile devlet üniversitelerindeki ferdî çabalar hariç tutulmalı ve onlara saygı duyulmalı.

İktisadımız ise İslâm iktisadından uzaktır. İslâm’ın bir bütün olduğunu öbür müesseseleriyle (ahlâk-hukuk vs.) birlikte yaşanacağını belirtelim. Mevcut iktisadî düzen kapitalist karakterde olup karma ekonominin karmakarışık tonlarında seyretmektedir. Cumhurreisi Tayyip Erdoğan siyaseten dik duruşu sağladığı gibi ekonomik olarak da bağımlılıktan kurtulmak istemektedir ve mesela faizi de eleştirmektedir. Ancak bu sistem içerisinde faiz ve tefeciliğe mani olmak zordur ve esasen bankacılık sistemi tefecilik üzerine kurulmuştur. Buradan hukuk mevzuuna geçelim. Batı’nın akılcı, pragmatist ve materyalist bakış açısı hukuk sistemine de yansımış olup kapitalist iktisadî düzen de hukukla teyid edilmektedir. Bunu Anayasa’da açıkça görmek mümkündür. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu aleyhinde ileri sürülen “Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek ve Ortadoğu ülkelerini de kapsayacak şekilde İslâm devleti kurmak” iddiasının temelinde, söz konusu kapitalist düzeni koruma güdüsü vardı. Batı prangalarından kurtulma ve yerli-milli olma gayretleri sonucunda Salih Mirzabeyoğlu, 2016 yılında beraat etmiştir. Bu hadise, Türkiye’nin kendi hukukunu kurmaya ve bağımsızlığına yönelik önemli bir adımdır.

Bir rejimin doldurması gereken üç saha vardır: Ahlâk, hukuk, iktisat... 1923’te Batı yönlendirmesi ile kurulan Cumhuriyet rejiminin maymunvarî Batılılaşmayı icra ettiği, hukuk sisteminden eğitim sistemine kadar körü körüne Batı’dan kopya çektiği malûm. Öğrencilere “kopya çekmeyin” diye öğütleyen zamanın devlet ricali hiç bir şekilde dersine çalışmadan, çilesini çekmeden Batı’dan tercüme kanunlarla bir milleti batırmışlardır. Taklitçi kişide ahlâk oluşmayacağı gibi, taklitçi kurumda da ahlâk oluşmaz. Çünkü ahlâk taklid edilecek bir şey değildir, bir değerdir. Cumhuriyet rejiminin bir ahlâkî değeri olmadığı için buna bağlı olarak şahsiyeti, estetiği, mimarisi, sanatı vs. yoktur. Cumhuriyet nesilleri de küspe ve keleş bir nesil olup bir şey üretmemiştir. Gayesi taklid olanın bir şey üretmesi ve şahsiyet sahibi olması düşünülemez.

Bütün bir rejim özelliklerine karşı Müslümanlar muhalefette kalır ve direniş gösterirken ayrıca alternatif bir sistem ve model ortaya koymak zorundadır. Aksi hâlde sadece bâtıla karşı olur ancak Hakk’ı gerçekleştiremez. Sadece tepki seviyesinde kalmak bir müddet sonra tıkanmaya yol açar. Hele hele iktidarı elde etmişken kendi ideolojisini gerçekleştirememek karşı tarafa tekrar şans tanımak olur.

Mevcut rejimin duygu ve düşünce alışkanlıklarından kurtulmadan ve İslâmî bir dünya görüşünü (biz buna BD-İBDA diyoruz) özümsemeden İslâmî bir rejim isteğimiz maalesef havada kalır. Eğer samimî olarak İslâmî bir düzen istiyorsak bunun şartlarına ermeye bakmalıyız. Mevcut rejimin sunduğu demokrasi çayırında ve nefsimizin istediği rehavet ortamında davamıza katkımız olmaz. Hem Türkiye’deki şer odaklarından hem de dünyadaki zulümlerden şikâyet eder dururuz ancak. Niyet ve amelimizde ne kadar samimî olup olmadığımız, bu uğurda neler yapıp yapmadığımızla ilgilidir. Faydalı zordan kaçıp faydasız kolayı tercih etmek bize ve davamıza mesafe aldırmaz. Genelde Müslümanlar özelde İBDA’cılar için söylüyorum. Başyücelik Devleti eserinin her bir bahsi ayrı ayrı işlenecek iken, bizim onu üstünkörü anlayıp genişliğine ve derinliğine tüm beşerî sahalarla irtibatını sağlamadan “inkılap ne zaman?” diye sormamız tutarlı ve samimî bir tavır değildir. Biz hazır olmadan İslâm inkılâbını beklemek ve istemek boş hayaldir. Allah çilesini çektirmediği bir şeyin nimetini vermez.
İhtilâl şuurumuzu daima diri tutmalıyız. İslâm; solmaz, pörsümez, eskimez olup; eskiyen ve pörsüyen bizim bakışımızdır, gözümüz ve gönlümüzdür. Dava aşk ve heyecanını yitiren, diğer uzuvlarındaki maddî bir arızayı hisseder gibi bunun da eksikliğini hissetmeli ve kendine gelmelidir. Bazen çevredeki aksiyon bizi tetikler. Ancak şöyle bir risk var. Çevrede atalet varsa kendi de buna uyacak mânâsına gelir ki, bu durum dava ahlâkı ile bağdaşmaz. İdeal olan kendi dinamizmimizi kendimiz üretmemizdir. Üstad Necip Fazıl’ın işaret ettiği üzere “kim var?” dendiğinde sağa sola bakmadan “ben varım!” diyebilmektir dava adamlığı.

“Kaçak güreşme” diye bir tabir var... Bir elimiz Kur’an’da, bir elimiz başka bir şeyde olsun istiyoruz; ancak bir işe kendimizi tam vermezsek sonuç alamayız. Bütün nefsî ve aklî hesapları bıraktığımız ve pazarlıksız katıldığımız zaman sonuç alırız. En son 15 Temmuz destansı direnişinde olduğu gibi. Bizi eteğimizden çeken hesapları bırakıp tek hesaba odaklandığımız zaman Allah da bunun bereketini veriyor. Kısaca yarım oluşlara, meccanî oluşlara hayat sahnesinde yer yok. “Ya ol, ya öl!” demeliyiz nefsimize. Ötesi, muvazaa ve sürünmektir.
Karşıtlarımız daha düne kadar sokaklarda “Kahrolsun Şeriat” diye höykürüyorlardı, bugün susmaları fırsat kollamalarındandır. Siyaset boşluk kaldırmaz, dolduramadığımız sahaları başkaları doldurur. Bugünün mağlupları yarının galipleri olur. Adetullah böyle... Allah çalışana, ihlaslı çalışana veriyor. Yol, ancak doğru usûl ve fikirle alınır.

Düzenin empoze ettiği alışkanlıklardan kurtulup İslâm’ın duygu, düşünce ve iradî davranışlarına (bu ise sistemli düşünce ve eylemdir, ideolocya ve ihtilâl mevzuudur) tam teslim olduğumuz an, hem kendimiz rahat edeceğiz, hem de bu rahatımız kendine güvenmiş insanın aksiyonu olarak etrafımıza yansıyacak, ışık saçacaktır. Gerek nefsimizin ve gerekse dışımızdaki düşmanların engellerini sıçrama tahtası kılabilmenin diyalektiği ve aksiyon cehdi vardır. Bu anlayışın temelinde kader sırrına ermek vardır.
İslâm inkılâbı, onu nabzında duyanadır. Öyle ki, inkılâb gerçekleşse veya gerçekleşmese de kul fiilinden sorumludur hesabı, o kişi inkılâbın manasıyla yaşar ve ölür. Demem o ki, gönlünde ve fiilinde bunu yaşatan inkılâbı gerçekleştirmiş demektir.

Baran Dergisi 641. Sayı
25.04.2019