Sinemanın kitlelerin algılarını yönetebilme konusunda çok etkili bir araç olduğunu söyleyebiliriz. Tabi ki bu araç doğru olmayan yönde kullanılıp, “idrakleri iğdiş ederek” şahsiyetsiz bireyler oluşmasına neden olabileceği gibi, doğru ve güzel yönde kullanılıp, bireylerin algılarını hak ve hakikate nispetle şekillendirebilmesi de mümkün.

Sinema kelimesi, Fransızca “cinéma” sözcüğünden alıntı olarak kullanılmakta… Bu kelime, yine Fransızca bir sözcük olan, “cinématographe”nın kısaltılması aslında ve tam olarak anlamı da “hareketli görüntü kaydı”... Cinématographe, Yunanca “kinema” (hareket) ve graphé (yazım, kayıt) sözcüklerinden meydana gelmiş. Sinema sözlük anlamı olarak; herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işidir. Resimler belirlenerek ortaya çıkan görüntüler, selüloit adı verilen saydam maddeden yapılmış bir film şeridi üzerine kaydediliyor. Kaydedilen görüntüler ışığın yardımıyla beyaz bir perdenin üzerine art arda düşürülüyor. Bu sayede gözümüzün ağ tabakasında canlanan görüntüler, hareket ediyormuş gibi algılanıyor. Çünkü beynimiz, ağ tabaka üzerine düşen görüntüyü, o yok olduktan sonra kısa bir süre daha saklıyor. Yansımanın gerçekte göründüğünden daha uzun bir süre algılanması ve o esnada da diğer görüntünün ağ tabakasına düşmesi gözümüze yansıyan bu görüntülerin birbirinin devamı olarak yani hareket ediyormuş gibi görünmesini sağlıyor. Bu durum, beynimizin ortaya çıkardığı görsel bir hareket yanılsaması olarak bilinmekte…

Tüm dünyada sinemanın doğum günü olarak bilinen tarih, 1895 yılı olmuş. Fakat bu tarihe gelene kadar da sinema ile alakalı sayılabilecek çeşitli buluşlar keşfedilmiş ve çalışmalar yapılmış. 1894 yılında Thomas Alva Edison tarafından icat edilen ve “Kinetograph” adı verilen pratik kameranın bulunması ve yine Edison tarafından “Kinetoskop” adını verdiği cihazın keşfedilmesi sinema konusunda gelişmeleri sağlamış. 1895 yılında ise Auguste ve Louise Lumiere Kardeşler ilk taşınabilir kamerayı keşfetmişler ve bu cihaza “Sinematograf (Cinématographe)” adını vermişler. İşte bu olay sinema tarihinin başlangıcı sayılıyor. Daha sonra, Lumiere Kardeşler bu cihazla bazı çekimler yapmışlar ve bu çekimleri Paris’te bulunan bir kafede sergilemişler. 1896 yılında Georges Melies isimli kişi, sahip olduğu tiyatro salonunu sinema salonuna çevirmiş ve Jules Verne’inin “Aya Seyahat” adlı bilimkurgu romanının sinema uyarlamasını gerçekleştirmiş. Bu tür yapımlar büyük başarı kazanmış. Fakat hareketli resimlerle öykü anlatımının ilk gerçek girişimi, 1903 yılında Edwin S. Porter’in The Great Train Robbery (Büyük Tren Soygunu) adlı yapımı olmuş. Öykülü filmlerin başarı kazanması sonucu, ilk sinema salonları olarak kabul gören “Nickelodeon”lar hemen hemen her eyalette açılmaya başlamış. Bunlardan ilki de 1905 yılında Harry Davis tarafından, Pittsburg’da açılmış. 1913 yılında da sinema konusunda önemli bir yeri olan “Hollywood” kurulmuş. 1914 yılında New York’ta “Strand Sinema Salonu” adı verilen büyük bir sinema salonu açılmış. 
1914’te savaşın patlak vermesiyle, Avrupa’da film üretimi neredeyse sona ermiş, bu durum Amerikan’ın lehine bir değişim göstermiş. Onlarda bu durumu sonuna kadar değerlendirmişler. 1918 yılına gelindiğinde Amerikan firmaları tüm dünya piyasalarını ele geçirmişler ve dağıtım ağları sayesinde İngiltere, Fransa, Almanya ve Uzak Doğu’da film gösterimi alanında büyük ayrıcalık elde etmişler. O dönemde yapılan Amerikan filmleri, basit ve yüzeysel bir yapının ötesine geçmemiş fakat özellikle Avrupa ülkeleri başta olmak üzere tüm dünya bu göz alıcı, parlak sinema şölenine karşı olamamış. Bu filmlerin onur ve ahlâk anlayışından yoksun olması ve kolay kabul edilirliği nedeniyle halk yığınlarına ulaşan bir yapı olduğunu görebilmek mümkün. Daha da kötüsü kitleler, başka türden yapımların var olabileceğini bile düşünememiş. Her ne kadar Avrupa ülkeleri Hollywood değirmenine karşı film üretme çabasını sürdürseler de başarısız olmuşlar. Çünkü yetenekli film yapımcıları genelde Amerika’ya kaptırılmış. Onlar da bu film değirmenin dişlisi olmuşlar, patronlarının istediği dünya düzenini kabul edip, buna göre filmler sergilemişler.

Formun Üstü Formun Altı

Sinemanın kitlelerin algılarını yönetebilme konusunda çok etkili bir araç olduğunu söyleyebiliriz. Tabi ki bu araç doğru olmayan yönde kullanılıp, “idrakleri iğdiş ederek” şahsiyetsiz bireyler oluşmasına neden olabileceği gibi, doğru ve güzel yönde kullanılıp, bireylerin algılarını hak ve hakikate nispetle şekillendirebilmesi de mümkün. İşte burada önemli olan hakikatin ne olduğuna verilen cevap değil mi? Neyi doğru kabul ettiğimiz ya da bir başka deyişle “hangi nispete göre doğruyu” aradığımız... Bir ölçümüzün bulunmadığı ve ölçümüz doğrultusunda bir mihrak fikre sahip olmadığımız takdirde sersemleyebiliriz. Konuyu çok fazla dağıtmadan, sinemanın algıların yönetiminde ne kadar büyük bir rolü olduğunu Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun şu cümlelerinden öğrenebiliriz. “Bütün dünyayı filmlerle idare ettiler-ediyorlar. Sinema hayal ürünü... ABD İmaj yaratıyor. Satranç oyunu gibi, bilgisayar kurgusu gibi. Ama onlar yıldız savaşçıları falan derken burdan gittiler ikiz kuleleri indirdiler! İkiz kuleler ve fikir. Bir taraftan bu diğer taraftan bu. Biz ikisini bir yürütmek durumundayız. Ama sen onun oluşturduğu imajı yemezsen, ona aldanmazsan sana yapabileceği imajın dışında adım atmak zorunda kalıyor…”

Önceki sayılarımızdan birinde Enver Gülşen ile ‘sinema’ hakkında bir söyleşi yayınlanmıştı. Bu araştırmacı-yazarımız algı yönetiminde kullanılan filmlerin Hollywood filmleri ya da Hollywood filmlerine çok benzeyen film türleri olduğunu söylüyor. Hollywood filmlerinin ekonomik liderinin ABD olduğunu biliyoruz. Enver Gülşen  tam da bu konu üzerinde duruyor. Ve Hollywood filmlerinin Batılı değerleri dünyaya yaymayı amaçladığını, Batı Ülkelerinin değerlerini çok masummuş gibi çarpıttığını ve 3. Dünya Ülkeleri’ndeki “Batılı Elitleri” bu şekilde harekete geçirdiğinden bahsediyor. Söyleşinin ilerleyen bölümlerinde, Batı’da Hollywood filmlerine benzer şablonlarla yapılan isyan film serilerinin “Arap Baharı” ve “Gezi Ayaklanmaları” gibi isyan dalgalarıyla ilişkili olduğunu söylüyor.

İslâm’a dayalı bir ideolojinin niçin gerekli olduğunu ve nasıl olacağını gösteren, Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in eşi, benzeri bulunmayan muhteşem eseri “İdeolocya Örgüsü” ‘’nden, sahip olduğumuz ideolojide sinema mevzuunda teklif edilen fikri çözümleri bulabiliriz. Bu fikirleri, Büyük Doğu Mimarı'nın cümleleriyle aynen aktaracak olursak;

BAŞYÜCELİK EMİRLERİ – SİNEMA

• “Bundan böyle sinema, yerli ve ecnebi bütün nevileriyle, kat’î devlet murakebesi altına geçecektir.

• Batı dünyasının, hain bir ticaret gayesiyle bütün tefessüh mikroplarını, en kesif mikyasta, çerçeve çerçeve bir film kordelâsının içine yerleştirilmiş olarak cihana yayan ve tek çerçevesi atom bombasından daha tehlikeli olan cinayet, hırsızlık, rezalet, fuhuş, macera ve başıboşluk filmleri kat’î olarak yasaktır.

• Amerika ve Avrupa’dan ithal edilen filmler, ancak içtimaî, ruhî, ahlâkî, terbiyevî, talimî, bediî bir fayda temsil ve bir hikmet ve ibret telkinine mevzu teşkil ettiği nisbette kabul olunmak talihine maliktir. En küçük menfî tesirin (ki Garb ve dünya sinemacılığının binde dokuz yüz doksan dokuzu böyledir) yayıcısı olan filmlere hiçbir suretle müsaade edilemez.

• Filmin murakabesi ve bunların memleket içine sokulup sokulmayacağı kararının alınması işi, hususî ve mesul bir heyetle verilecektir. Bu heyetin vaziyet ve salâhiyeti ayrı bir emirle çerçevelenecektir.

• Yerli filmler de aynı prensip ve kaideye bağlıdır. Şu kadar ki, onlar filmleştirecekleri (senaryo) ları bütün (rejisör) ilâve ve (kompozisyon) lariyle beraber bu heyetin tasdikindin geçirtmek mükellefiyeti altındadırlar. Film yapıldıktan sonra yine aynı heyete gösterilir ve onun son tasvip ve ve izniyle halka gösterilmek imkânına erer.

• İster yerli, ister yabancı filmlerde, ahlakî, ruhî, hissî, fikrî, hattâ bediî ve zevkî en küçük zaaf, sakamet ve dalâlet ifadesi, böyle bir filmin yasak edilmesi için kâfi sebeptir; bu hususta tek selâhiyet, memleketin en anlayışlı ve alâkalı şahıslarından seçilecek olan murakebe heyetindedir.

• Cihanın, ister yerli, ister yabancı, bugünkü örneklerine ve bu örneklerin belirttiği kıymet ifadesine göre, gösterilmesi iznini alabilecek film, hemen hemen yok gibidir. Bütün Amerikan, Avrupa, Arap, Türk filmciliği bugünkü örnekleriyle her bakımdan mahkûmdur.

• Bu nisbette titiz ölçülerden anlaşılması gereken nokta şudur ki, Büyük Doğu inkılâbı en büyük mikyasta kıymet ve ehemmiyet verdiği sinema şubesini de, bizzat himaye ve teşvik edeceği ve her biri yepyeni bir buluş ifade edecek olan yerli filmlerle canlandırmak dâvasındadır.

• Dâvanın en dokunaklı telkin kürsülerinden biri olan sinemayı, devletimiz, bugünkü örneklerin yüzde yüzüne birden şâmil bir ölçüyle bütün kötülüklerden ayıklayıcı ve bütün iyiliklerle yeni baştan kurucu bir anlayış emrinde imha ve ihya edecektir.”

Aylık Dergisi 136. Sayı, Ocak 2016