Ömer Rıza Doğrul’un (ö. 1952), “Tanrı Buyruğu” isimli, ilk baskısı üç cilt daha sonraki baskıları iki cilt olarak neşredilen tefsirinin Cumhuriyet dönemi telif tefsirlerinden de bu dönemden önce yazılmış tefsirlerin pek çoğundan da ayrılan farklı yönleri bulunmaktadır. Söz konusu farklılıklar tefsirin aslında tefsir niyetiyle başlanmayan başka bir çalışmanın devamında vücut bulmasından kaynaklanmaktadır.

Mezkûr tefsirin uzun mukaddimesi olarak karşımıza çıkan ilk bölüm aslında “Kur’ân Nedir?” isimli, evvelce kaleme alınmış müstakil bir çalışmadır.(1) Tefsirin mukaddimesi olarak bilinen bu kısımda Ömer Rıza Doğrul, Kur’ân ve tefsire dair tarihî ve usûlî çerçevede bazı paylaşımlarda bulunduğu bir bölüme yer verir. Ardından gelen bölümde bizzat onun ifadesiyle; “Kur’ân’ın başlıca akideleri, oldukça mufassal bir surette izah edilmiştir.” Bu bölüm aslında hakiki mânâda genel okuyucunun işini kolaylaştırabilecek ve itikadî esasları okuyarak Kur’ân’ın tefsirine başlamasına vesile olabilecek güzel bir teşebbüstür. Yani tefsirin mukaddimesine akide metni iliştirmek oldukça hoş ve faydalı olabilecek bir iştir. Lakin bu güzel fikir ve hamle ne yazık ki Ömer Rıza Doğrul’un akide dışı öğelerle dolu akide metniyle zihinleri karıştıracak, faydadan çok zarar verecek bir hüviyete bürünmüştür.

Tefsirin mukaddimesinin ikinci bölümünü oluşturan “dinin esasları” babında itikadî meseleler kısmen selefî kısmen modernist/reformist bir metod ve üslup ile ortaya konulmuştur. Tevhidi tahkim etmek iddiası altında ele aldığı şirk çeşitleri ile daima ve müteşeddit bir şekilde tasavvufî esas ve kabullere “tekfirci” bir söylemle yaklaşmıştır.(2) Mürşide bağlılık ve kabir ziyareti gibi konularda Selefî söylemle mutabık ifadeler serdetmiştir.(3) Yine bu mukaddemenin ilgili babında göze çarpan modernist kabuller de azımsanmayacak bir yekûna ulaşmıştır. Mesela, nübüvvet ve risaletin sübutunun mucizeye bağlı olmadığı(4) -ki bu Ehl-i Sünnet’in değil İslâm filozoflarının kabulüdür-; bazı kullardan ve meleklerden şefaat beklemenin boş bir hayal olduğu(5) gibi kabullerini itikad esası olarak takdim etmektedir.

Allah Teâlâ’nın sıfatlarını izaha giriştiği satırlarda ise itikad imamlarının hiçbirisinde görmediğimiz anlatılarla konuyu ele almakta, Kur’ân-ı Kerim’de sarahaten yer almayan hiçbir sıfatı anmamakta, andığı sıfatların tasnifini yine Ehl-i Sünnet’e muvafık düşmeyen ziyadelerle aktarmaktadır.

Meleklere iman konusunu ele aldığı bölümde konunun bağlamından ayrılarak mahlukat âleminde “determinist” bir kabulü ortaya koymaktadır: “İlel ve esbaba aklı ermeyen kimse bir maksadına erdiği veya ermediği zaman talih, kısmet, kader ve tesadüften bahseder. Halbuki ilel ve esbab kabul olunduktan sonra kısmet, talih ve saireden bahsetmenin mânâsı kalmaz.”(6) Halbuki mutlak deterministik kabul Eşarî ve Mâturîdî mütekellimlerin değil filozofların kabulünde hatta onların da sadece bir kısmında mevcuttur.

Ahirete iman konusunda da Ehl-i Sünnet’e muvafık olmayan kabulleri ve çıkarımları sunmaya devam etmektedir. Ona göre; “-İlme’l-yakîn bilseniz, kasem ederim ki, Cehennemi muhakkak görürdünüz-(7) meâlindeki âyet-i kerime bize Cehennemin bu hayatta da ayan beyan görülebileceğini apaçık anlatmaktadır. Çünkü Cehennem hayatı, insanın işlediği kötülükler yüzünden yaşadığı çirkin ve iğrenç hayatın tepkileridir.”(8) Azâb yurdu olarak anılan Cehennemi bu şekilde anlayan bir Ehl-i Sünnet mütekellim bilmiyoruz. Yani dünya hayatı ile ahiret hayatının aynı olduğunu kabul eden bir âlimin varlığından haberdar değiliz. Lakin Doğrul’a göre; “Dünya hayatı ile ahiret hayatı birbirinden ayrı değildir.”(9) Ayrıca mizan gibi ahiret ve hesap hayatından nakledilen kavramlar hakiki olmaktan ziyade ona göre “mecazî” kavramlardır. Ahirete imanın uzantısında temas ettiği haşrın mahiyeti bahsinde haşrın cismanî mi yoksa ruhanî mi olacağının çok da mühim bir mevzu olmadığını beyan eder. Ona göre haşrın hangi şekilde gerçekleşeceği konusunda muhkem bir beyan yoktur. Dolayısıyla “asıl mesele” değildir. Halbuki haşr-ı cismanî meselesi itikad imamlarının üzerinde en fazla titizlendiği konu başlıkları arasında yer almaktadır. Malum olunduğu üzere İmam Gazâlî’nin filozofların itikadî kabullerine müsamaha göstermediği üç başlıktan bir tanesi cismanî haşr bahsidir.(10)

Cehennemin fenâsı konusunda Selefîlerle tekrar aynı çizgide buluşan Doğrul’a göre bir kısım âyetler azabın ebedî olmadığını göstermektedir.(11) O bütün itikad bahislerini ele alırken sadece âyet-i kerimeleri dikkate aldığı halde bu konuda hadis-i şeriflere ve bilhassa aynı kabulün kadim savunucusu İbn Teymiyye’nin kullandığı hadislere atıf yapmaktadır. Netice-i kelâm olarak şöyle özetleyebiliriz ki tefsirinin mukaddimesinde akideye tahsis ettiği bölümde Doğrul’un Ehl-i Sünnet itikadında mevcut haliyle şefaat, mucize, cehennem, haşr, âdetullah gibi esaslara muvafık olmadığı ortaya çıkmaktadır. Tabi mukaddimede aşikâr olan bu itikadî vaziyet âyetler üzerinde de bizzat hatalı izahlarla müşahhaslaşmıştır.

Tefsir kısmında itikadî kabullerinin en çarpıcı ve açık tezahürünü görebildiğimiz kısımlardan bir tanesi İsrâ ve Mi’rac mucizesinin naklî delili olan; “Kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için kulu (Muhammed’i) geceleyin Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Zat-ı Kibriyanın şanı yücedir. Her şeyi duyan, her şeyi gören O’dur.”(12) meâlindeki âyettir. Doğrul bu âyetin izahı olarak paylaştığı satırların son bölümünde bu mucize seyahatin “bedenî” değil “ruhanî” bir şekilde gerçekleştiğini ifade etmektedir: “Tabiatın maddi kanunları dairesinde müşkül görünen bu hadise, ‘ruhanî’ mümkün olur.”(13) Halbuki mümkün olsaydı Doğrul’un şu suale de bir cevap vermesini isterdik; kime müşkül? Daire-i imkânda olan bir şeyin Kadir-i Mutlak’a müşkül olması gibi bir abesten bahsedilebilir mi? Burada Doğrul’un hatası daha evvel işaret ettiğimiz “mutlak determinist” kabulünden kaynaklanmış görünmektedir.

İnşikâk-ı Kamer mucizesini bildiren: “Saat yaklaştı ve ay yarıldı.”(14) meâlindeki âyetin izahı da Ehl-i Sünnet’e uygun olmayan itikadî kabullerinin görüldüğü bir başka misaldir. O mezkûr âyetin izahında, aslında ay tutulması gerçekleşmiş ve bu hadise esnasında ayın ikiye yarılmış gibi görünmüş olduğunu ifade eder.(15) Bu ifadeleri de dönemin popüler bilimsel tefsir anlayışı yansıtan bir izahtan ibarettir. Bu durumda hakikatte yarılmamış olan ay âdeta sihir yahud büyülemiş gibi gayr-i hakiki bir surette böyle görünmüştür. Bu izahatı daha evvel gerçekleştiren Şah Veliyullah ed-Dihlevî’yi tenkid eden Muhammed Zahid el-Kevserî’nin satırlarındaki şu veciz ölçü Doğrul’un hatasını göstermek için de kâfi gelecektir: “Allah’ın salât ve selâmı o Resûlün üzerine olsun ki, insanların gözlerini büyülemek onun yaptığı işlerden değildir.”(16)

Tespit ettiğimiz noktaların tümünü paylaşmamız mümkün olmayacaktır fakat Tanrı Buyruğu ile alakalı son söz olarak şunu söyleyebiliriz; bu tefsirdeki itikadî beyanlar genel olarak Ehl-i Sünnet itikadıyla muvafık ve mutabık değildir.(17)

Dipnotlar

1)Bz.; Ömer Rıza Doğrul, Kur’ân Nedir?, İstanbul, 1927.

2)Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu Kur’ân-ı Kerim’in Tercüme ve Tefsiri, I, Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık, 3. Baskı, İstanbul, 1955, s. 68-70.

3)Ömer Rıza Doğrul, a.g.e., I, s. 69-71, 80.

4)Ömer Rıza Doğrul, a.g.e., I, s. 72.

5)Ömer Rıza Doğrul, a.g.e., I, s. 78.

6)Ömer Rıza Doğrul, a.g.e., I, s. 99-100.

7)Tekasür,

8)Ömer Rıza Doğrul, a.g.e., I, s. 120-121.

9)Ömer Rıza Doğrul, a.g.e., I, s. 122.

10)Ebû Hamid el-Gazâlî, el-Munkız, s. 44.

11)Ömer Rıza Doğrul, a.g.e., I, s. 141.

12)İsrâ, 17/1.

13)Ömer Rıza Doğrul, a.g.e., II, s. 460.

14)Kamer, 54/1.

15)Ömer Rıza Doğrul, a.g.e., II, s. 818.

16)Muhammed Zahid el-Kevserî, Hüsnü’t-Tekâdî, s. 96; Melikşah Sezen, Siyer ve İtikad, s. 90.

17)Ömer Rıza Doğrul’un tefsirindeki hata ve tahriflerin temel saiki noktasında pek çok iddiada bulunulabilirse de biz Hasan Basri Çantay’ın aktardığı malumatı mühim bularak burada nakletmek istiyoruz: “Ömer Rıza Doğrul Bey’in Tanrı Buyruğu adlı eseri -şekli, tertibi, tanzimi itibariyle- güzeldir. Fakat gerek âyetlerin meâllerinde gerek bu meâllerin notlarında sayılamayacak derecede hatalar, hatta bazı tahrifler vardır. O eserin Lahur’daki Ahmediyye/Kadiyânî mezhebi reisi Mevlânâ Mehmed Ali’nin İngiliz diliyle yazdığı ve o cemiyyetin İnşâa-i İslâm encümeninin bastırdığı tefsirli Kur’ân tercümesinin bir kopyası olduğuna dair merhum Ahmed Hamdi Akseki Bey’in vaktiyle bize gönderdiği mektup elimizde mahfuzdur.” Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim, (nşr. Mürşid Çantay), I-III, s. 7.

Aylık Dergisi 183. Sayı Aralık 2019