İmân, olmuş bitmiş bir şey değil, her an oluş ve yenileniştir. Kesintisiz oluş, buldukça aramak ve böylece sürekli yenilenen eşya ve hadiseler zemininde imânımızı sürekli diri ve taze tutmak. Aksi takdirde şuurda yıkılış ve pörsümek söz konusudur ki, hareketsizliği tekerleme iman takip eder ve onu da şirk takip edebilir. “İmansız İslâmcılık” dediğimiz illet.
Hak davaya olduğu gibi batıl davaya da imân olur, çünkü “inkâr” da bir imandır, yaratıcının olmadığına imân gibi. Maddeci de maddeciliğini ruhî çaba ile kuruyor hakikatine binaen samimi Marksistler de imân sahibidirler, “inkâr” kutbuna imân. Hatta inandıkları davaları için can verebiliyorlar.   Günümüzde ise daha ziyade hiçbir şeye inanmamak, inanmaya da inanmamak, statüko tarafından empoze edilmektedir. “İdeolojiler bitti” diyerek kendi ideolojisinden başkasına şans tanımak istemeyen günümüz hâkim ideolojisi, ülküsüz ülkücü, sosyalist olmayan solcu ve şeriatsız İslamcı istemektedir.
Kalb değişime açık olduğu için her an imânın tazelenmesi gerekiyor ve bunun için “Allah, son nefeste imândan-Kur’an’dan ayırmasın!” diye dua ediliyor. Üstadın namaz için söylediğini imân bahsine de tatbik edebiliriz; “Eski şekilde yeni hal.” Demek ki imân, hâl demek.
İmân etmenin ve onu sürdürmenin ne demek olduğunu, İmân ve Kurtuluş yolu davasının eseri İBDA Diyalektiğinde şöyle sorguluyor Salih Mirzabeyoğlu:
“…İmânı babadan kalma âdet gibi kabullenen değil de, imân zaruretine eren ve İslâm içindeki yollardan hangisinin doğru olduğunu arayan… Hiç kimse “ben yanlış yoldayım!” demeyeceğine, herkese kendi hakikatinden daha aziz bir şey olmayacağına göre, hakikatin hakikati nerede?..”
Bu çetin sual ve imân arayışı Salih Mirzabeyoğlu’na “İBDA Diyalektiği-Kurtuluş Yolu” isimli eseri yazdırır zannımızca. “İmân ettim” demeyle kurtulacağını düşünmeyen ve imânı babadan kalma bir âdet gibi görmeyen idrak ve irfan ehli olduğunu müşahade ediyoruz Salih Mirzabeyoğlu’nun birkaç eserini okuyunca. İslâm, baştanbaşa samimiyettir ve İBDA külliyatında ilk görülen hususiyet budur. Ve sistemli bir fikirle İBDA Külliyatıyla karşımıza çıkıyor, imân davasını bütünlüyor, diyalektiklerin çelmesine takılma riskinden koruyor. Ve imân derdi İBDA hareketini doğuruyor. Çünkü “küfrün kaynağını bilmeyen gerçek imânda olamaz” veli kelamına tabî oluyor İBDA. Salih Mirzabeyoğlu’nun Batı felsefesini ve yeni akımları da irdelemesi ve kendi süzgecinden geçirmesi imanının, dilinin ve diyalektiğinin gereğidir.
***
İmânın kuru kuruya olamayacağını, dervişçilik oynamakla imanın yenilenemeyeceğini, fikir ve aksiyonla, cihad ve cephe faaliyeti ile tazeleneceğini belirtelim. İmân derdi ve tasasından uzak çilesiz ve rizikosuz bir hayat imâna misal olmaz. Sınanmayan iman, iman değildir. İBDA Mimarı Yeşilırmak şiirinde şöyle cevaplandırıyor hakiki imanı:
“İmân, sahici imân ateş hattında koşu
Bir günü bir gününe eş olmama buluşu”      
 “İnan da istersen bir odun parçasına inan!” diyor Abdülhakîm Arvasî Hazretleri. İmân zevki ve coşkusunu kaybeden insan günübirlik zevklerle yaşar, günlük eğlenceler peşinde koşar, ulvî neşeden habersizdir.
Kesiksiz imânın zevki hiçbir şeyde yoktur. İman neşesi ve coşkusu hayat için gereklidir. Öyle ki hayata tutunma arzusunun kaybı hâlinde kişi intihara gidiyor. “İmansız hayat olmaz” diyebiliriz.
İmân, gönülde yanma (coşku ve neşe) ve etrafını yakma (gül bahçesine çevirme) mücadelesidir. Zahiren zafer olmasa da ne gâm! İnkılâp mânâsını nabzında duyuyorsan zaferi yaşıyorsun demektir. İman coşkusunu yaşadıktan sonra da dünya cehennem olsa bile sana vız gelir. İmân, böyle bir şey. Şu hususu da vurgulayalım ki, gün gelecek imân, ateşten bir kor haline gelecek ve tutmak istenmeyecek. O günlerdeyiz ve bundan kurtulmanın çaresine de sahibiz.
İmân kardeşliği, dünyadaki bütün tatlardan üstün, çünkü iman kardeşliği zaman üstündedir ve ruhî kenetlenmenin yoludur. Üstadın bir mısraında geçtiği gibi: “Ne sevgili ne kardeş, yalnız imân ve fikir”. Fikir etrafındaki iman kardeşliği gerçek imana denk gelir. Gerekirse kanun dışının zor yolların da ve her türlü işkence ve baskı altında korunan gönüldaşlık, Allah için birbirini sevmenin ve iman kardeşliğinin zevkine ermenin ismidir.
Frenklerin nihaî vecd, sajes dedikleri, Üstadın “gerçek ve derin Müslüman” tanımlamasındaki vasıflar, tahkikî imâna misaldir. Kumandan ise, “ İdeolocya ve İhtilal” adlı eserinde işlemiş bu tanımlamayı, buna da dikkat etmeli.
Her ne kadar dünya hegomanyası küfrün ellerinde olsa bile çağımızda yükselen değer İslâm; ama hayatî sual şudur: Hangi İslâm? Ve kavga burada kopmaktadır. Bu gerçeği gören küfür cephesi ise, İslâm içinde kendinin kurduğu veya kendine benzettiği sapık kollara oynamaktadır; liberal-demokrat-Ilıman İslâm vs. anlayışlarını desteklemektedir. BD-İBDA İslama muhatap anlayışının ve onun diyalektiğinin ehemmiyeti burada ortaya çıkıyor ve küfür ve işbirlikçilerinin düşmanlığını bundan dolayı çekiyor.
İmânın zıddı olan küfrün, hakikati örtmek mânâsına geldiğini düşünürsek, İslâma muhatap anlayışın yokluğunun küfre çıktığını anlarız. Hakikati bilmezsek, küfür onun yerine geçer. Emperyalizmin kontrolündeki medya ve yayın propagandası ile günümüzde gündüz imanı olan sabaha imânsız çıkmaktadır.
***
Materyalist-modern çağın hastalığı, imânsızlık hastalığıdır. İnsanın bedenî hayatı esas alınmış, ruhî hayatı inkâr edilmiştir. Çünkü onların dünyayı algılayış tarzında ruhî ve uhrevî değerlere yer yok. Batıcı hayatta imân ancak sığıntı gibi veya folklorik bir unsur gibidir. Onun için laik rejimde “teoride Müslüman, pratikte kâfir” bir hayat tarzı doğuyor. Gündüz, Allahsız-imânsız hayat içinde ve ona uyarak yaşa, gece ise ibadetini yap, vicdanını rahatlat şeklinde bir imânsız hayat içinde yuvarlanıp gitmek İslâmın istediği bir hayat tarzı değil.
İslâm ve imân, şuurlaştırılacak ve bayraklaştırılacak bir dâvâdır, vicdanlarda hapsedilecek bir dâvâ değildir. Demek ki bizim imânımız, Karl Marks’ın eleştirdiği halkın afyonu olarak gördüğü böyle bir dinî inanışa, bir miskinliğe tekabül etmez. Her şeyden önce imân bizde bir aksiyon davasıdır ve tezahür etmek zorundadır. Zaten imân, “dil ile ikrar, kalb ile tasdik” demektir. İmân; tasdik, ikrar, edâ ve aksiyon demek.
Batıcı hayat tarzı, düşünce ve fikir özgürlüğümüze vurulan bir pranga olarak bizden dinimizi vicdanlara hapsetmemizi ve onların çizdiği sınırlarda kalmamızı istemektedir. Kendi imansız hayatlarını da bize dayatmaktadır veya onların sistemi içerisinde bir yerde tatmin olmamızı istemektedir.
Hâlbuki asil davaya mensup olanlara mahkum tavır yakışmaz ve imânsızlar, imânlılara yer gösteremez.
“Kötülüklere karşı önce el ile buna güç yetmezse dil ile buna da güç yetmezse kalb ile buğz edin. Kalb ile buğz imanın en zayıfıdır” hadisi malum. İmanın en zayıfı olan kötülüklere buğz tavrını da bırakıp küfre ve onun hayat tarzına hoşgörüyle bakmak, imanın da yitirilmesine yol açar. Günümüzde küfür ve şırk anlayışları hoşgörü altında meşrulaştırılmak istenmektedir.
“Herşeyin aslı hayâldir” tesbitini külliyattan biliyoruz. İmân ile hayâl ilişkisini düşünürsek, imân, her şeyden önce hayâlde güzelliktir, güzel düşünmektir. Ve imân, kötülükleri hor görmek ve küfrü aşağılamaktır; bunun temeli ve olmazsa olmazı da kötülüklere kalb ile buğzdur. Demek ki, demokrasi-liberalizm gibi Batı rejimlerini hoş görmek, dinler arası diyaloglar yapmak ve Yahudi ve hristiyanlara hoşgörü göstermek, imânın en zayıfı olan “kalb ile buğz”u da kaybetmeyle neticelenir. “İmânsız İslâmcılık” tehlikesi budur. ABD projesi olan ve Fetullah Gülen’in öncülüğünü yaptığı “ılıman İslâm” projesinden maksad da budur.
İmân, istikamet üzere olmak demektir. İnandığın yolda eğilmemek bükülmemek ve sebat etmektir; çizgini muhafaza etmek her türlü zorluğa karşı, ikbal ve makamlara karşı iman çizgisini korumak demektir. İmânın en zayıfı olan kötülüklere buğz tavrını yitirmek ise en tehlikeli durumdur.  Mesela Yahudi ve hristiyanları da cennete sokarak hoşgörü göstermek imânsızlık alametidir.
Yeryüzünü maddi olarak sömüren ve manevî olarak kurutan son asırların materyalist anlayışı artık sonuna geldi. Yeni bir imân çağı açılacak fakat bu mevcut dinî anlayışlar şeklinde olmayacak. “Yeni nizam ve yeni insan” davasıyla gerçekleşecek. Yoksa statükonun desteklediği reformist ve uzlaşmacı İslâm anlayışlarıyla bu iş olmaz.
Bilakis yeni imân çağı, ılıman İslâmcılık gibi imansız İslâmcılığı en büyük düşman görecektir. Seküler-dünyevi anlayışta ve bu yaşayıştaki sözde Müslümanlar ise, gerçek imân davasından nefret edecektir. Her türlü sapık anlayışa hoşgörüyle bakacak fakat cihad eden Müslümanlardan “terörist” diye bahsedecektir, İBDA diyalektiğini anlaşılmaz bulacaktr.
Birbirine zıt bu iki anlayıştan biri statükodan, düzenden yana ve ıslahatçı iken, diğeri dinamik, yenilikçi ve inkılâpçı–devrimcidir. Tekerleme imana düşen ve dinamik fikir sistemini kuşanamayanlar ise istemeden de olsa düzenin onlara empoze ettiği bâtıl fikirleri benimserler. Karşı olurken bile düzenin şuur süzgeci ile düşünürler.
***
Hayatın mânâsı yoksa yaşamak niye? İster hak, ister batıl bir dava etrafında hayatı mânâlandıramıyor ve hayatın üstünde bir şeye inanmıyorsak yaşamak niye?
Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadoluda” filmini izledim. Bir cinayet keşfi vesilesiyle yitik hayatları dramatize etmiş. Bir cesedi arayan görevlilerin hayatlarını, sıkıntılarını ve birbirlerinden kopukluklarını bize göstermiş ve bizi hayatın üstüne çıkarmak istercesine, sinema ve sanat diliyle hayatı derinden sorgulamak istemiş. Modernizmin sevgisizlik çağında insanların yalnızlaşması, Anomi denilen ruhî hastalık…
Doğusuyla Batısıyla bütün dünyada söz konusu olan mânâsız, gayesiz ve idealsiz hayatı Anadoludan bir kesit olarak ve ruhî sıkıntılarıyla vermeye çalışmış N.Bilge Ceylan. Hayatı manalandıramayan ve hayat tarafından ezilmiş insanlar. Katil ve maktülün kötü hayatının yer yer diğerlerinde de görülüşü. Ne görev sevgisi, ne meslek sevgisi, ne yurt sevgisi ne de başka bir sevgi var. İç Anadolunun çorak arazileri gibi gönüller de kurumuş.
Ortak bir görev amacıyla yola çıkan insanlar (savcı, doktor, komiser ve diğer görevliler) arasında bile ortak hiçbir gaye yok, hepsi birbirinden kopuk ve sevgisiz ve idealsiz böyle bir hayat söz konusu. Bu filmdeki hayat sorgulamasını ve iç sıkıntıları tüm Anadoluya ve belki de dünyaya şâmil kılabiliriz.
Hayatları yitmiş ve bir ulvî amacı olmamış insanların hayat girdabında sürüklenişi. Filimde bütün görevliler bir cesed peşinde ama kendilerinin cesetten farkları yok. Öyle ki katilin hayatıyla görevlilerin hayatı ruhî olarak aynı seviyede, sadece fizikî farklılıkları var.    
Eğer solucan gibi imânsızlık bataklığında kıvranmak ve kalbimizi sahra çöllerinde susuz bırakmak istemiyorsak, İslâma muhatap anlayışı kavrayıp ona göre üretken ve aksiyona katılımcı olmalıyız. Ve ancak böylece imânımızın zevkine ve mutluluğuna ereriz. İBDA Külliyatından bir tesbit: “İman, zevken idraktir.” Hem eşya ve hadiselerin imânla üstüne çıkarız hem üretmenin zevkine ereriz. İman ve aksiyonu birbiriyle bitişik anlamalıyız. Çünkü imân olsa tezahürü olur. Tezahürü yoksa imân da yoktur.
Eşya ve hadiselere nakşedileceğine inandığımız ideolocyamızı kuşanarak materyalist toplum yapısıyla mücadeledir ki asıl imândır. İmânın tezahürü için mücadele edeceğimizi olumsuzluklar olacaktır ki ruhî tekâmül ve her an oluş ve yenileniş olan imân olsun. Küfür, imânın sıçrama taşıdır. Demek ki iman ve aksiyon birbirinden ayrılmaz ikizlerdir: Kendinden zuhur ve İslâma muhatap anlayış gibi.
***
İman, içselleştirmek, bünyeleştirmek demektir.
İman ve sanat… İmân, her an yeni oluştur; tekrar yok, aynen sanat gibi, orijinal bir iç oluştur… Hep yeni deneyim yaşamaktır, içten duyulan bir coşku ve heyecandır, tıpkı sanatın ibda edici hüviyeti gibi…
İmân, kalbde deveran eden bir heyecandır, aşk ve vecddir. İman, kalbteki bir sanat hamlesi gibi her ân yeni oluştur, benzersiz oluş; İbda’nın kelime mânâlarında bu görülür. Zaten İslâm, imân ve teslimdir. Teslimden kasıd İslâm ateşiyle yanmaktır.
İmân ve taklid mevzuu… İmân asliyettir, şahsiyettir dedik. Demek ki imân ile taklid bağdaşmaz. Fakat kitlelerin de imânı olabilir ve buna taklidî imân deniyor. Aslolan ise tahkikî imândır, en azından bu yol üzerinde olmaktır, beşikten mezara kadar bu şuurlulukta olmaktır. İmân , her an oluş ve yenileniş olduğu için, sürekli bir deneyim demektir ve sürekli bir zevken idrak demektir. Tabiî ki bu taklitle bağdaşmaz.
Bir arkadaşım vardı, ne dersem katılırdı, verdiğim kitapları okurdu ama hiçbirini içselleştirmezdi ve taklid olarak yapardı, yani kısaca görüntüde yaşardı. Aslında “kendi” de hiç olmamıştı. Demek ki imân, kendin olmaktır, kendinden zuhurunu yaşamaktır.
“İnandık demekle kurtulacak mısınız?” İlahî ihtarında olduğu gibi, içselleştirmezsek, bünyemizde kana çevirmezsek ve bunun cehd ve gayretini göstermezsek imân olmaz. Bu da cihad ve aksiyon zarureti demek.
Müslümanım veya İbdacıyım demekle de bu iş bitmiyor, İslâmcılığımızı âdeta dışımızda bir marka olarak tutmakla olmuyor, bünyeleştirmek ve aksiyona geçmekle olur ancak. Ateşi dışından seyretmek değil, içine girip yanmak gerekiyor, suya bakmak değil içine girip yüzmek gerekiyor. İBDA’ya iman ve mensubiyeti, her an yenilenen ve üretilen bir hal olarak algılamazsak Kurtarıcı Fikre bağlı olduğumuzu iddia ederken kurtulamayız. Fikir kurtarıcı fikir ama biz onu içselleştirmezsek ve sadece dilimizle söylersek kurtulamayız. İslâm ve iman davası öyle bir şey ki, ateşe girip içinde yanmak gerek, marka Müslümanlığı veya marka İbdacılığı kabul görmüyor. İmansız Müslümanlık veya imansız İBDA’cılık kabul görmüyor bu yolda. Yangını kartpostaldan seyreden onu yaşamış ve onun eserini kazanmış olmaz. İmân davasında ilmel yakın, aynel yakın değil, hakkel yakın gerek. Birebir yaşamak, duymak gerek. Çünkü imân deneyimdir, tecrübedir, kendinden zuhurdur. İman, başkasının tadına bakacağı bir şey değildir, bizzat bizim bünyemizde, damarlarımızda olmalıdır
İmân bir aksiyondur. Suretler olmasaydı manalar ebediyen tecelliyle gelmezdi ve bundan dolayı imân ancak aksiyonla tezahür eder. Bunun aksi, sahte sofuluk ve nefsinde kemal dikizlemek olur ve bu da sahtekârlıktır.
“Hürriyetin aslı, İMAN’dadır” diyor “Ölüm odası B-Yedi”nin Baranda tefrika edilen 67. bölümünde Salih Mirzabeyoğlu.
İmanda zorlama yok ve hürriyet içinde ister doğruyu ister yanlışı tercih eder. Selim akıl ise şunu söyler: “Hürriyet, hakikate esarettir!”
İmân ile hürriyet ve imân ile bilgilenme arasında yakın ilişki var. Çünkü hürriyet, bilgilenme süreciyle eştir. Bizi her an sıçratan ve geliştiren, eşya ve hadiselere aksiyonumuz için gereken çözümleri, dil ve diyalektik veren bilgilenmeyi sağlayan ise ideolojimizdir. Çünkü dışarıdan gelen fikirlerle imansızlığa da düşülebilir.
 Bunun için Yüzyıl İslâm Diyalektiğini kuran İBDA’nın şu ilkesi çok ehemmiyetli: “İmân, diyalektiklerin çelmesine takılmama davasıdır.” İslam inkılâbı için dünya görüşü hem gaye hem vasıta oluyor; İslama Muhatap Anlayış’ın imânımızı koruyucu bir vasıta rolünde olduğu ve imân kavgasında da gayenin ideolojiye inanmak olduğu aşikar.
Aylık Dergisi 86. Sayı
Kasım 2011