Bütün göstergeler açıkça gösteriyor ki, insanlığın bugün birinci dereceden muhtaç olduğu şey beslenme, barınma ve giyimden bile hayatî olan “Mutlak Fikir” ve “Mutlak Fikir”in tatbik fikri olan “İslam’a Muhatab Anlayış”tır.

Yolumuzu arıyoruz… İçinde bulunduğumuz dünyanın bize biçtiği “kültür” anlayışımıza, fikrimize, ahlâkımıza, dilimize, sanatımıza ve edebiyatımıza dar geliyor. Farkında olsak da, olmasak da vaziyet bu… Toplumumuzda bu ihtiyaç direkt olarak hissediliyor mu, tartışılır; fakat neticeleri bakımından ele alacak olursak, toplumumuzun nasıl bir buhran içerisinde olduğunu menfi fışkırışlardan okumak mümkün.

İçinde bulunduğumuz vaziyetten kurtulmak için yolumuzu arıyoruz.  Hâliyle, “denenmemiş tek nizâm, İslâm”da karar kılıyoruz. Başta, inançlıyız; inancımızdan ötürü anlayışımız da, fikrimiz de başka muhatab kabul etmez. Ayrıca, diğer bütün “muhatab”ların kapısını çalacak olsak, fâni olanlar tek başına bize ne sunabilir ki? İmam-ı Gazâlî’ye göre erişebildiği nihai noktada, kendisiyle kendisini iptal eden akıl, mihraksız olduğu takdirde bize ne verebilir ki? Yahut bir kesimin kendi çıkarları nisbetindeki zaman ve mekân anlayışından doğan irfan, tek başına sonsuzluk kapısını kırıp, insanı nihaî gayesine eriştirebilir mi?

İBDA Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, dünya irfan yemişlerini, şeriattan kıl kadar taviz vermeyen süzgeçten geçirerek istifademize sunduğuna göre, bizim de al atmamız, üzerinde çalışmamız ve dolayısıyla üretmemiz gereken kaynak, İBDA Külliyatıdır. Biz de bu anlayışla yola çıkıyor ve başta kendimiz adına bir irfan kıvamı tutturmaya çalışıyoruz. Bunu da kitabları okuyup okuyup sanki duvarı-zihnimizi sathından boyamak gibi değil de, iş içinde işleyerek duvarı-zihnimizi yeniden inşa etmek şeklinde yapmak niyetindeyiz. 

Geniş bir ufuktan, fert ve toplumun sahib olduğu sonsuz adet meselenin hâllinden bahsediyoruz. Dolayısıyla hareket edeceğimiz zeminin de ezelî bir derinlikte ve ebedî bir genişlikte olması gerekiyor ki, üzerinde sağlıklı bir şekilde çalışabilelim.

Dediğimiz gibi, yolumuzu arıyoruz. İçinde bulunduğumuz bu garabetten bir çıkış yolu arıyoruz ve bizi sırat-ı müstakime götürmek üzere hazırlanmış olan “Mutlak Fikir”in “Tatbik Fikri” olan “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı örgüleştiren Büyük Doğu - İBDA’ya nisbetle hareket etmeye çalışıyoruz. Pusula şaşmaz da göz şaşar, harita şaşmaz da anlayış şaşar, haddi aşar… Hatası bize, doğruluğunun şerefi Büyük Doğu İBDA’ya diyelim ve başlayalım.

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Kültür Dâvâmız” adlı, alt başlığı “Temel Meseleler” olan eserinin “Yolumuzu Ararken” bölümünü “Şuur Süzgeci”, “Temel Meseleler”, “Fert ve Şahsiyet”, “İki Yol ve Süzme” başlıkları altında değerlendirmiştir. Biz bu sayımızda “Temel Meseleler” başlığı üzerinde duracağız. “Kültür Dâvâmız” adlı eserin alt başlığı da olan “Temel Meseleler”in tamamını geniş bir şekilde ele alamayacağız elbet. Fert ve toplumun sahib olduğu sonsuz adet dinamik meselenin çözüme kavuşturulması adına bir şablondan bahsetmek mümkün değil. Biz burada üzerinde bahsedeceğimiz husus, ferdî ve içtimaî bakımdan temel meselelere çözüm getirecek olan ölçülendirme ölçüsü olan “Mutlak Fikir” ve “Mutlak Fikre Muhatab Anlayış” yani “vasıta sistem” olan Büyük Doğu İBDA’nın getirdiği “dünya görüşü”-ideolocya manzumesi olacaktır.

*

İnsanlığın berzah âlemindeki serüveninde, yâni Âdem Aleyhisselâm’dan bugüne kadar, Allah, peygamberleri vasıtasıyla insanlığa bir çok defalar “doğru yolu”, “kurtuluş yolu”nu göstermiş, rahmet etmiştir. Davet edilen yola sarılanlar kurtulmuş, geri kalanların bir kısmı bu âlemde, diğer kısmıysa öte âlemde helâk olmuştur.

İnsanlık tarihine bakacak olursak, Peygamber Efendimize kadar geçen zaman zarfında birçok peygamberin insanlığa rahmet olarak “mutlak hakikatler”i buyurmak üzere gönderildiğini, kurtuluş yolunu gösterdiğini, ne var ki, bir süre sonra insanların “mutlak hakikatleri” kendi anlayışlarına irca ettiklerini, hakikatleri tahrif ederek yollarından sapıttıklarını görüyoruz.

Peygamber Efendimize kadar dedik, çünkü, âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Peygamber Efendimizin getirdiği İslâm dini, tüm zamana ve mekâna şamil olan dindir ve tahrif edilmekten münezzehtir. Yâni, geçmiş zamanlardaki gibi anlayışın tahrif olmasıyla beraber İslâm dini tahrif olmamıştır. İslâm dini tahrif olmamış, “solmaz pörsümez yeni” eskimemiştir de, son 500 yıllık zaman zarfında, Müslümanlar İslâm’dan uzaklaşmıştır. Bu durum da eşya ve hadiselerin dinamizmine nisbetle, anlayışın geri kalmasına neden olmuş ve birçok muhakeme hatasını da peşinden getirmiştir. Bu sebebledir ki, eşref-i mahlûkat olan insan toplumun anlayışı nezdinde problem hâline gelmiş, insanın öz meseleleri çözüme kavuşturulamayarak ferdî ve içtimaî bakımdan birçok probleme zemin hazırlanmıştır.

Temel Meseleler

“Kurtuluş yolu” yerli yerinde durmaktadır. İnsanlığı kurtuluş yoluna sevk edecek, ilâhî rahmetin hadlerini tesis ederek dünyayı insanca yaşanmaya değer bir yer kılacak olan vasıta sisteme, anlayışların yenilenmesine ihtiyaç vardır. Peki ama bu nasıl olacak? İşte asıl soru budur.

Büyük Doğu-İBDA, anlayışın yenilemek dâvâsı güden ideolocya manzumesi, dünya görüşüdür. Anlayışların bataklık hâline geldiği, bu bataklıktan da insan ve hadise adedince problemin, sivrisineğin türediği ve aydın geçinenlerin de bataklığın kurutulması çilesine talib olmadan, sivrisinekler peşinde ömür tükettiği şu demde, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, bataklığın ıslâh edilmesi, anlayışın yenilenmesi dâvâsıyla Üstad Necib Fazıl’ın Büyük Doğu Külliyatı ve hâliyle “nasıl”ını koyduğu “İslâm’a Muhatab Anlayış” davasının İBDA Küliiyatı ve hâliyle “niçin”ini ortaya koyarak örgüleştirdi. Başta da söyledik, bugün insanlığın muhtaç olduğu şey yeni bir peygamber, yeni bir kılavuz değildir. Bugün insanlığın muhtaç olduğu şey; solmaz, pörsümez yeninin, şeriattan kıl kadar taviz verilmeksizin doğru bir şekilde anlaşılması ve tatbik edilmesidir. Yine anlaşılması şart olan bir husus olarak da, her şeyin akış hâlinde bir dinamizm ifâde ettiğini göz önünde bulunduracak olursak, Büyük Doğu-İBDA bir çözüm şablonu değil, çözüm üretecek ferd ve toplumu meydana getirecek “İslâm’a Muhatab Anlayış”ın dünya görüşü olarak karşımıza çıkar.

Temel meseleler, ferdî ve içtimaî bakımdan sürdürdüğümüz hayatın keyfiyetini ve etkileşim sahası içerisindeki aksiyonumuzu şekillendiren hususlardır. Öyleyse öncelikle bu meselelerin neler olduklarına bir bakalım:

- “İnsan’ın etkilendiği, ‘kendini insana empoze eden meseleler”, birinci derecen “öz”, ikinci dereceden “özle ilgili” meselelerdir: İnsanlar için ruh, madde, zaman, mekân, hayat, ölüm ve ölümsüzlük gibi mevzular, izahına yanaşılmasa da, duygumuz, düşüncemiz ve iradî faaliyetlerimizde hâkim olan ve tüten mânâlardır. Bununla ilişkili ve tepkilerin oluşturduğu etkilendiğimiz –karşılıklı etkileşim sahasını belirten- içtimaî alan ise, etki ve tepkiler boyu değişendir.” [1]

Yukarıda verdiğimiz birinci dereceden öz meselelerin yanı sıra, ikinci dereceden özle ilgili olarak kendisini ruha empoze eden eşya ve hadiseleri gösterebiliriz. Birinci dereceden öz olan meseleler bakıldığında statik görünüyorlarsa da, her şuur seviyesinde farklı anlamlar kazanarak dinamik hâle gelirler. İkinci dereceden özle ilgili olan meselelerse insan, eşya ve hadiseler adedince çeşitlilik arz etmesinden ötürü izahtan vareste bir şekilde dinamiktir. Bu kadar geniş ve derin bir dinamizmin çerçeveli şablonlar marifetiyle çözüme kavuşturulmasından bahsedilemez. Öyleyse bizim her an yeniden çözüme kavuşturulması gereken temel meseleler için bilmekten ziyâde bilmeyi bilmemiz gerekmektedir.

Öz Meseleler

Birinci dereceden öz meseleler ruh, madde, zaman, mekân, hayat, ölüm ve ölümsüzlüktür. Bu meselelerin “-dır”, “-tır” şeklinde kesinlik içeren ifâdelerle izaha kavuşturulması mümkün değildir. Meselâ, diğerlerine nisbetle daha bir müşahhas görünen maddeyi ele alalım. Bugün fiziğin vardığı nihaî nokta olan kuvantum fiziğinde görüyoruz ki, aslında madde hakkında bildiğimiz şeyler hep dış yüzle alâkalı. Bilimlerin birbirlerinden tecrit edilerek determine edilmesi neticesinde maddenin iç yüzüne, derinliğine nüfuz edilemediğini görüyoruz.

İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin ortaya koyduğu, Batıdaysa meşhur Bergson’un da hocası olan Emile Boutroux’un mevcut akademik usule göre sistemleştirdiği “Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu”, “Zorunsuzluk Doktrini” tek başına akıl ve beş idrak unsurunun gözlemleri vasıtasıyla, maddeye derinliğine nüfuz edilemeyeceğini çok kesin bir şekilde ortaya koyuyor. Söz konusu olan elle tutulan ve gözle görülen madde de bile böyleyken, ruh, zaman, hayat, ölüm, ölümsüzlük gibi diğer öz olan meselelerin çözüme kavuşturulmasında da aklın tek başına kâfi gelmediğini anlıyoruz.

İmam-ı Gazâlî diyor ki: "Aklı gerdim, gerdim, kopacak kadar gerdim, gördüm ki, o, sınırlıdır ve kendi kendisine varabileceği hiçbir nihayet noktası yoktur.” Ve anlayışın zirve noktası; Hazreti Ebubekir: “idrâkin aczini idrâk, idrâkin ta kendisidir.”

Tek başına akılla olmuyorsa, o zaman ne gerekiyor? “Hakikate mutlak mânâda zıt söz söylenemez” düsturunu da hesaba katacak olursak, hakikatin hakikati nerede?

İslâm’a Muhatab Anlayış

Eşya, uzakta olduğu vakit küçülür. Bu nedenledir ki, biz, uzaktaki bir eve bakıp onun ölçülerini kestirmek için etrafındaki ağaçları yahut diğer tanıdık gelen nesneleri kendimize nisbet eder ve bu nisbet noktalarından hareketle evin büyüklüğünü tahmin ederiz. Uzakta olan müşahhasın idrak edilmesi noktasında bile muhatablara nisbet kurmaya muhtaç olan insan, hele ki mücerretleri muhatabsız ve nisbetsiz şekilde idrak edebilir mi?

Hakikatin hakikati, “mutlak hakikat”. Şimdi bu bölümde biraz uzun da olsa ölçülere ölçü veren kaynağın ne olduğunu gösterelim:

- “Resûller Resûlünün mukaddes zâtında sakin ve durgun bir nur vardı. Bu nur O’ndan hiçbir zaman ayrılmazdı. Zira Allah, Sevgilisini zâtî nuriyle halkalamıştı. Güneşin nuru güneşten ayrılmadığı gibi, İlâhî nur da mübarek zâtında perçinlenmişti. Bu hususiyeti O’nda tâbiî bir hâldi. Bazen bundan üstün bir hâl Resûlü kuşatırdı. Bu kuşatıştan hususî bir müşahade doğar ve bu müşahede her zamanki görüşlerini aşardı. Bu nur ile kaplı olduğu zaman Hakkın kelâmını işitir yahut vahy meleği inerek O’na Hakkın kelâmını getirirdi.

İşte O’nun bu halinde nâzil olan ve dilinden dökülen kelimeler Kur’ân’dır. Aynı hâlde Haktan işittikleri ve melek nâzil olmaksızın söyledikleri de, kutsî hadis… Eğer her zamanki tâbiî halleriyle konuşuyorlarsa, sözleri sadece hadis.” [2]

Hakikatin hakikatinin kaynağını göstermiş oluyoruz, bu “Mutlak Fikir”. “Mutlak Fikir” ve onun “Tatbik Fikri” olan “İslâm’a Muhatab Anlayış”. Yazımızın girişinde İslâm dininin diğer dinler gibi tahrif edilmekten münezzeh olduğunu söylemiştik. Tahrif olan anlayışlar olunca, anlayışların yenilenmesi, gören gözün yenilenmesi gerekiyor. Kur’ân ve sünnet ölçüleri yerli yerinde durduğuna göre, bu ölçüleri doğru anlamak için ölçülendirme ölçüleri gerekiyor. İşte “İslâm’a Muhatab Anlayış” dâvâsı” budur. Bu dâvâ güdülerek ortak bir anlayış, dünya görüşü, birlik, kültür elde edilir. Müslümanlar arasındaki anlayış birliğini sağlamak için Üstad Necib Fazıl, Büyük Doğu ideolocyasını ortaya koydu, Salih Mirzabeyoğlu bu davayı İBDA ile yürüttü. Büyük Doğu-İBDA, biri “nasıl”, diğeri “niçin” buudu olarak “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı örgüleştirdi. Çağın yenileyici anlayışı.

Anlayış zâfiyetinden doğan, fakat çokluğu ve dahşeti münasebetiyle kaynağını gizleyen üç kuruşluk günlük meseleler peşinde insanoğlu savrulurken, asl olan “Anlayışı Yenilemek Dâvâsı”dır.

Öz meseleler, “pörsümez yeni”nin, yeni bir anlayış tarafından irfan kıvamı hâlindeki dünya görüşü vasıtasıyla her şuur seviyesinde ayrı ayrı çözüme kavuşturulabilir. Bugün özle ilgili olan ikinci dereceden meselelerle o kadar meşgul vaziyetteyiz ki, öz meseleler neredeyse hiç kimsenin hatırına gelmiyor. Bu sebebden ötürü yazımızın buraya kadar olan kısmı belki biraz zor, biraz da yabancı geldi. Öz’le ilgili ikinci dereceden meselelerle devam ederken, öz meselelerin çözüme kavuşturulmasının ehemmiyeti örnekler üzerinden daha net bir şekilde anlaşılacaktır sanıyoruz…

Özle İlgili Meseleler

Bugün, dünya çapında çeşitli anlayışlar hâkim. Özellikle 500 sene boyunca mütefekkir yetiştirememiş İslâm âlemi, Batı’nın sathî kültürüyle, İslâm kültürü arasında sıkışıp kalmış vaziyette. Özle ilgili meseleleri çeşitli örnekler üzerinden işleyerek nasıl anlaşılması gerektiğini daha net bir şekilde açıklığa kavuşturabileceğimizi ümid ediyoruz.

Gerek öz, gerekse özle ilgili meselelerin çözüme kavuşturulması noktasında ihtiyaç duyduğumuz şey ideolocya, dünya görüşüdür demiştik. Bu sebeble ideolocyanın tarifini yapalım:

- “Fert ve toplum arası inanılan ve bağlanılan fikirler manzumesi…  Ferdin ve toplumun inşâındaki bütün esasları veren fikirler manzumesi”… [3]

İdeolocya, ferd ve toplum meselelerine çözüm getiren irfan kıvamı. Bu kıvam eğer ki inanılan ve bağlanılan fikirler manzumesinden koparsa, o toplum içerisinde ferdî ve içtimaî buhranın doğmasına neden olur. Bugün, İslâm âlemi özelinden meseleyi ele alacak olursak, İslâm kültürü ile Batı kültürü arasında sıkışıp kalmışlık, ferd ve toplumun bütün istihsal sahalarında buhrana neden olmaktadır. İnandığı gibi yaşamayan toplumlarda, inanış yaşamı değil, yaşam inancı şekillendirir. Batı âleminin madde üzerinde kurduğu tahakküm, gelişen teknoloji ve değişen kıymet ölçüleri Müslümanların yaşamlarıyla beraber inançlarını da iğdiş etmiştir. Mevzuyu açalım, özle ilgili ikinci derece meselelerden örneklerle devam edelim.

Batı’nın kendi anlayışı nisbetinde öz ve özle ilgili meselelere getirdiği çözümler, ferd ve toplum meselelerine çözüm olmak bir yana, başlı başına problem kaynağı hâline gelmiştir. Bu bakımdan, Batı anlayışıyla şekillenen ekonomi, teknik ve hayat tarzı örneklerinden yola çıkarak meseleyi müşahaslaştırmak ve bugünün manzarasında meydana gelen büyük yıkımı, buhranı işaretleyerek meselenin ehemmiyetine dikkat çekmek niyetindeyiz.

Bahsedeceğimiz bölüme girmeden evvel şu notu da ilâve edelim ki üzerinde bahsedeceğimiz hususlar havada kalmasın:

- “İster iktisadî, ister siyasî, ister sosyal olarak nitelensin, bütün insan meseleleri, ancak ait oldukları “bütün” içinde derinliğine ve genişliğine bağlantılariyle ele alınabildiği zamandır ki, hakiki yerine, değerine, izahına kavuşur; insan zihninin mahiyetini bile sosyal ilişkilerle açıklayan yaklaşımın tersine, öncelik kurum ve kuruluşlarda değil insanda…[4]

İktisad: Fert ve toplumun özle ilgili ikinci dereceden temel meselelerinden birisi olan iktisad ile başlayalım. “İktisad, insan ihtiyaçlarının (ki, bugün zarurî ihtiyaç kavramının yeme, içme, barınma ve giyimden ibaret olmadığını ve bir kültür meselesi olduğunu söylemek, oldukça sıradan ve ruhçuluğa bir hüccet.) temini ve giderilmesi yolunda, şuur, emek, teknik unsur, sosyal ve fizikî çevre şartlarının etkisiyle beliren şube; kendi esas, usul ve kuralları içinde, ahlâkî bütüne bağlı alt sistem.”[5]

  İktisadın tarifine baktığımızda, insanın temel gereksinimlerin haricinde, ait olduğu kültür ve benimsenen ahlâkla beraber farklı ihtiyaçlarının da ortaya çıktığını görüyoruz. Demek ki kültür ve ahlâk, iktisadî ihtiyaçların şekillenmesinde önemli bir müessir rolünde. Kültür ve ahlâkın özle ilgili mesele olan iktisad üzerinde oynadığı rolü örnekler üzerinden incelersek, karşımızda öz meseleleri bulabileceğimizi düşünüyoruz. Buradan sonra örneklerle devam edelim.

Batıda ve Batının ahlâk ve kültürünün hâkimiyetinde olan Türkiye gibi ülkelerde geçerli olan piyasa ilkeleriyle başlayalım. Avrupa'da yaşanan Reform Hareketleri'nin en önemli neticelerinden birisi de kapitalizmdir. Kapitalizm, bir ekonomik modelden ziyâde, dünyada mevcut bulunan piyasalarda ilkeleri düzenleyici rolüyle ön plana çıkan ekonomik anlayıştır. Ayrıca kapitalizm, bugün içinde bulunduğumuz dünyada hâkim olan Yahudi-İngiliz terkibi zihniyetin ekonomi anlayışıdır.

Kapitalist anlayışa göre her şeyin bir maddî değeri vardır ve satın alınabilir. Emek, ustalık ve dolayısıyla “insan” da bu piyasada metadır; bir değeri vardır, kiralanır ve zorlanmaksızın çalıştırılır. Bir başka bakımdan kapitalizm, gerçekte karşılığı olmayan değerler üzerinden sunî bir ekonomi inşa edebilir; faiz, risk sigortaları ve borsalarda hisseler üzerinden dünyadaki bütün maddî değerlerin toplamından büyük bir ekonomi meydana getirebilir. Ayrıca sermayenin urlaşmasına vesile olarak paylaşım dengesini altüst edebilir, siyasî iktidarları elinde oyuncağa çevirebilir. Bu durumların hepsini tek tek uzun uzun anlatmayacağız elbet. Meselenin künhüne gelecek olursak, başta insanın metalaşması, bizim kendi kültürümüzle hiçbir şekilde bağdaşmaz. Bizim dünya görüşümüzün aynasında, insan, eşref-i mahlûkattır. Birinci dereceden temel meselelerden “hayat” bahsi, en başta insanı eşref-i mahlûkat olarak niteler. İnsan böyle bir kıymetken, onun metalaşması kabul edilebilir mi? Geçtiğimiz günlerde Soma’da meydana gelen maden faciasında, insanın metalaşmasının neticesini yakînen gördük. Kâr gibi temel meseleler arasında yapılacak bir sıralamada kendisine yer bulamayacak olan bir unsurun, insandan daha kıymetli oluşunun 301 insanın canına nasıl mâl olduğunu hep beraber izledik. Yalnız “hayat”a nisbetle değil. Ölüm ve ölümsüzlük gibi meselelere “İslâm’a Muhatab Anlayış”ın getirdiği çözümlere bakacak olursak da, bu dünyanın ahiretin tarlası oluşu ve bu dünyada elde edilen dünyevî kârların ahirette kıymet hükmü olmadığını göz önünde bulunduracak olursak, böyle bir kâr hırsının zaten bizim dünya görüşümüz çerçevesinde barınamayacağını görmek gerekir. Batı kültürü ve ahlâkının iktisaddaki tecessümünün nelere mâl olduğu ortadayken, hâlâ bu durumun müsebbibi olan Batıcı dünya görüşünü sorgulamamak mümkün mü? İktisat tarifimizde kültür ve ahlâkın iktisadı şekillendirdiğini söylemiştir. Bugün kapitalizmin geldiği noktada, ne yazık ki kapitalist ekonominin kültür ve ahlâkı şekillendirdiğini görüyoruz. Mevcud piyasa ilkeleri “İslâm’a Muhatab Anlayış” önünde hesaba çekilebilirse eğer, Batı kültürü ve ahlâkının, ferd ve toplum bakımından meydana getirdiği buhran daha net bir şekilde anlaşılabilir, daha da önemlisi hissedilebilir.

Teknik: “Teknik”le alâkalı olarak, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu; “kendini insana empoze eden varlık, varlığın ruha mukavemet edişidir ve bu karşılıklı tesir içinde insan, ruha mukavemet eden varlığı kavramak için, yapma varlığı, yani tekniği meydana getiriyor (...)” [6] demektedir.

O hâlde, teknoloji kelimesini, eşya ve hâdiseleri teshir etmek üzere yaratılmış insanın, eşya ve hâdiseleri teshir etmek için kullandığı ilmi ve marifeti şeklinde de ifâde edebiliriz.

Teknoloji kelimesiyle "eşya ve hâdiseleri teshir etmek" bahsine dâhil olduğumuza göre, birinci önceliği taşıması gereken mefhum "ahlâk" olmalıdır; Teknoloji ve Ahlâk...

Batı, teknik meselelerde son birkaç yüzyıldır âdeta çılgınca bir gelişim içine girmiş vaziyette. Ne var ki bu teknik gelişimin insanın hizmetine sunulması gerektiği yerde, (iktisad bahsinde söylemiştik, kültür ve ahlâk iktisadı şekillendirmesi gerektiği yerde, kapitalist anlayışla beraber iktisad kültür ve ahlâkı şekillendiren amil hâline geldi diye…) insan, teknik ve teknolojinin tahakkümü altına girdi. İnsanlığın vardığı nihai nokta, tekniğin vardığı son nokta olarak empoze edildi. Oysa ki: 

- “İnsan başını fare kafasından ayıran tek haslet ve haysiyet, fikir... Mücerret fikir... Arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı, çatlayıcı fikirdir. İşte bu türlü arayışın yolda bulduklarıdır ki, bugünkü teknolojiyi doğurdu. Fakat durak ve gaye onlar değil; öteler, öteler, ötelerin ötesi ve sonsuzluk... Eğer mücerret fikir olmasa ve herşey hayvanî bir insiyaka bırakılsaydı, arz cazibe kanunu bulunur muydu?.. Siz; 21. asra doğru sarkan teknik küfür, insan saadetini ruhu hadım etmekte arar ve onu bağırsak yoluna doğru iterken, atom bombanızın bile eşiti olamayacağı patlamaya belki 21. asırda şahit olacaksınız!..” [7]

Bir toplam hâlinde teknik bahsini değerlendirecek olursak, “insan, eşya ve hadiselere teshir etmek üzere yaradıldı.” Ne var ki Batı’nın had bilmez kültürü münasbetiyle teknik bakımdan meydana gelen gelişmeler insan elinde esir olacağı yerde, insanı esir etti. Gerek teknolojideki hızlı gelişmelerin kapitalist ekonomiden türeyen tüketim çılgınlığına hizmet edici oluşu, gerekse elde edilen teknik imkânların kullanım şekillerinin ahlâktan nasibini almamış olmasından doğan buhran, insanlığı büyük bir infialin eşiğine getirdi. “İslâm’a Muhatab Anlayış” tarafından hesaba çekilmesi şart olan, özle ilgili olan ikinci dereceden meselelerden birisi de budur.

Yine teknikle alâkalı olarak Batı’da kilisenin, İslâm âlemindeyse “ham softa kaba yobaz” takımının bir muhakeme hatası olarak yoktan yere var ettikleri “din mi, bilim mi” tartışmasının da ortadan kaldırılması şarttır.

Hayat Tarzı: Belki de iktisad ve teknikten daha öncelikli, hatta onların da üstünde yer alan bir şubedir hayat tarzı. Batı’nın kendi inançlarından türeyen hayat tarzının Türkiye’de İstiklâl Mahkemeleri tarafından nasıl dayatıldığı tarihî bir vak’a olarak orta yerde duruyor ve hâlen hesaba çekilerek çözüme kavuşturulmuş değil.

Batılı gibi giyinen, Batılı gibi yiyen, Batılı gibi içen, Batılı gibi münasebetler kuran ve uzatmamak için Batılı gibi yaşayan, fakat Müslüman gibi gömülen bir toplum hâline geldik. Batı’da hâkim olan hayat tarzının kendi fert ve toplumunda meydana getirdiği buhran, hesaba çekilmeksizin ithâl edilerek “muasır medeniyet” seviyesi diyerekten toplumumuza dikte edildi.

Batı hayat tarzının, Batıda meydana getirdiği buhranı bir kenara koyarak, İslâm Âlemi özelinde meseleye yaklaşacak olursak; Evvelâ itikatta Müslüman amelde Batılı bir toplum, son zamanlardaysa yaşadığı gibi inanmaya başlayarak, itikatta da amelde de Batılı olmuş fakat bir taraftan da hâlen Müslüman kalabilmiş bir toplum olduğumuzu görebiliriz. Dikkat ediyorsanız son kurduğumuz cümlenin yapısı bile başlı başına garabet. Burada artık karar verilmesi gereken, bütün refahıyla Müslüman mı olunacak, yoksa bütün buhranıyla Batılı mı olunacak sorusuna hâl ve kaal ile cevab verilmesidir.

Sonuç Olarak

Birinci dereceden öz ve ikinci dereden özle ilgili meselelerin çözümsüzlüğünden doğan buhran, hayatın bütün şubelerinde, genelde bütün dünyayı, özeldeyse aynı şekilde İslâm Âlemini kuşatmış vaziyettedir. Bütün göstergeler açıkça gösteriyor ki, insanlığın bugün birinci dereceden muhtaç olduğu şey beslenme, barınma ve giyimden bile hayatî olan “Mutlak Fikir” ve “Mutlak Fikir”in tatbik fikri olan “İslam’a Muhatab Anlayış”tır. Bu anlayışı yenileyen dünya görüşü de Büyük Doğu-İBDA’dır.

Son olarak sözü “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı örgüleştiren Büyük Doğu ve İBDA Mimarlarına bırakalım:

Büyük Doğu Mimarı Necib Fazıl: - “Evet, dünya bir inkılâb bekliyor! Nerede kalmış Türkiye?.. Dünya bir inkılâb bekliyor! Bütün beşeriyet… Çünkü, beşeriyet o noktaya geldi ki, ne kadar müessesesi varsa bitti, eridi, pörsüdü, tükendi, bir tek eksiği kaldı; başında ve sonunda eksiğin ismini tesbit edebiliriz: Bütün hakikatiyle İslâm…

Dünya’nın beklediği inkılâp, üç daire hâlinde… Dış daire dünya, içindeki daire İslâm Âlemi, onun da içinde Türkiye… Asıl Türkiye… Merkez Türkiye…”[8]

İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu: -“İnsana varlığını empoze eden her şey, “Mutlak Fikir” içinde izahını bulur; yeter ki ‘İslâm’a muhatap anlayış”ın kavranmasıyla aşk ahlâkı hâlinde işin çetinliği yaşanabilsin. Varlık, hayat ve oluş kavramlarının genişliğince geniş meseleler, mavzuuna göre, dereceleri, belirişleri, değişimleri, davranışları ve gelişimleriyle, becerebilecek liyâkate erilebilsin. Dikkat ediliyorsa, insan ve toplum meselelerini izâha kavuşturabilmenin bu anlayışla mümkün olabileceğini belirtme davası üzerindeyiz; yoksa Büyük Doğu, eşya ve hadiselerin her ân yeniliği içinde karşımıza çıkabilecek meselelerin çözüm şablonu değildir.” [9]

Kaynaklar

[1] Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız -Temel Meseleler-, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 38.

[2] Salih Mirzabeyoğlu, İslâm’a Muhatab Anlayış –Teorik Dil Alanı-, İBDA Yayınları, İstanbul 1987, s. 40.

[3]Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl`la Başbaşa -İntıbâ ve İlham-, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 94.

[4] Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk –İktisada Giriş-, İBDA Yayınları, İstanbul 2005, s. 18.

[5] Salih Mirzabeyoğlu, İktisat ve Ahlâk –İktisada Giriş-, İBDA Yayınları, İstanbul 2005, s. 20.

[6]Salih Mirzabeyoğlu, Necib Fazıl`la Başbaşa -İntıbâ ve İlham-, İBDA Yayınları, İstanbul 1989, s. 95.

[7] Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler - Düşünce Tarihine Bakış, Cild 1, İBDA Yayınları, İstanbul 1998, s. 11.

[8] Necib Fazıl, Dünya Bir İnkılâp Bekliyor, Cild 1, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2011, s. 10.

[9] Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız -Temel Meseleler-, İBDA Yayınları, İstanbul 1993, s. 40.

 

 

Aylık Dergisi 117. Sayı Haziran 2014