Geçen hafta 22 Temmuz 2014 Salı günü, gün dönüp Kadir Gecesi'ne doğru akarken Türkiye'deki bütün gündem bir anda durdu ve tüm ajanslar şu haberi geçti: ''Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkışmak" suçundan aldığı idam cezası, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilen Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, avukatlarının yeniden yargılama talebinin İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edilmesi üzerine 16 yıl sonra cezaevinden çıktı.

Tıpkı 16 sene evvel yine ajansların adeta "bangır bangır" diye niteleyebileceğimiz bir heveskârlıkla kamuoyuna duyurduğu habere benziyordu bu haberler ki, tek farkı, o gün "terörist, yasa dışı, gerici" diye nitelen Salih Mirzabeyoğlu bugün herkes tarafından bir kahraman gibi -ki öyledir- karşılandı.

Peki değişen neydi? Salih Mirzabeyoğlu'na baktığımızda, değil 16 yıl evvel, bundan neredeyse 40 küsur yıl önce savunduğu fikirleri -Büyük Doğu'yu ve ondan mütevellit doğacak İBDA'yı- savunduğunu görüyoruz. Sadece belirli fikirleri savunmaktan da öte, İslâm davası'nın, onun Muhatab Anlayışı'nın temel kaidelerini bir bir örmüş ve demet demet örgüleştirmiş bir biçimde bir gergef işler gibi işleyerek fikrinin her biçimde tahkiyesini de yapmıştır. Yani, onun Tilki Günlüğü isimli eserinde geçen bir başlıkla "Hiç değişme böyle kal" sırrının peşinde gibi her gün kendini yenileyip dile kolay 30 küsur senede aynı nokta üzerinde durmak, ve o noktadan- İslâm davası'ndan- zerre taviz vermeden bu günlere gelmek...

Misyonu, fikirleri, memlekete kattığı değerler, yetiştirdiği gençler, şiir'e getirdiği yeni "ürperti", fikrin maalesef  "para" etmediği bir devir ve memlekette bütün gayretini fikre vermek, fikrinden mülhem ortaya çıkan kitap, dergi vesâir yayınlar, durduğu yerin siyasi arenadaki pazarlıkları alttan alta etkilemesi gibi bir çok husustan bahsedilebilir. Bunlar tafsilatı ayrı ayrı ele alınması gerekenlerden sadece bir kaç anekdot; asıl söylemek istediğim, bir adamın, her ne olursa olsun Allah'tan gayrı ne varsa gözünü yumup hedefine raptolunmuşluğu... Demek ki, insan ne ile zaptolunursa ona dâir bir rabıta-bağlanmak, bağlılık gösteriyor. Yahut ta tam zıt ifadesiyle, neye rabıta ediyorsa o tarafından zaptolunuyor...

Onun, tahliyesinin ardından söylediği "16 yılı heba olmuş görmüyorum" sözünün öylesine söylenen yahut medyatik bir ifade biçimi olmadığı üzerindeyim; kaldı ki, bir şey söylemese bile bütün yapıp-ettikleri bize bunu hâlinin ifadesiyle yine aktarıyor...

Bu hususa dâir eklemek istediğim bir şey daha var; biraz evvel onun hakkında söylediklerimizi bir an söylenmemiş sayalım. Cezâevi'nden çıkışının ardından geriye doğru dönüp baktığımızda ne 16 yıl zarfında -bu yıllardan geriye doğru bir çizgi çekerek gençliğine kadar gidersek toplamda 40 yıl- ne de başka bir zaman bir kere bile şahsı adına şikâyet etmemiş, tabiri câizse gıkını çıkartmamış ve önündeki her zorluğu davasının aşması istediği bir mania olarak gören ve onlarla mücadele etmekten başka bir şey yapmamış bir insan çıkıyor karşımıza. Bu açıdan bakıldığında Salih Mirzabeyoğlu hedefine doğru giderken hiç sesini çıkartmamasıyla pasif direnişin, meydan yerine dikilmesiyle de aksiyonerliğin sembolü olmayı başarabilmiştir. 2000 senesinden bu yana geçen 14 sene itibariyle de pasif direnişten aksiyonerliğe, siyasi hamle kaabiliyetine kadar bir çok usûlü de bizzat yaşayarak göstermiştir. Elbette bu tesbitlerin ihtivâ ettiği hususlar daha açılabilir, daraltılabilir yahut bambaşka bir biçimde de ifade edilebilir...

Salih Mirzabeyoğlu'nun durduğu nokta itibariyle değişmediğini, Büyük Doğu -İBDA fikriyatının mimarı olarak gerek şahsı ve gerekse eserleriyle aynı olduğunu biliyoruz. Peki değişen neydi? Değişen şey, fikrin yakıcı tesirinin her ne olursa olsun bir gün galip geleceği hakikatinin tezahürleriydi; zamanın, bugünkü teknolojik aletler vesilesiyle de kapılıp gittiğimiz rüzgârından mütevellit hız ve alışkanlıklar, bizi "değişim"i gözden kaçırmaya itebilir. Gözden kaçırmamamız gereken, doğrusu, "unutulmaması gereken" şey Mirzabeyoğlu'nun da bir levha'da- rüyada- ifade ettiği gibi şöyledir: "Sonra Üstadım’ı görüyorum… Bana, “unutulmaması gereken şey, GÜNEŞ’in doğuşu ve BATIŞI arasında eksilmeyen ve eskimeyendir!” diyor… Ben de ona, “Büyük Doğu ve Tasavvuf Bahçeleri!” diye cevab veriyorum!" (Ölüm Odası B/Yedi, 62. Bölüm, Baran Dergisi)

"Unutulmaması gereken" e atıfla, yazının girişinde "16 yıl evvel 'mürteci' denilen" diye aktardığımız Mirzabeyoğlu'na dâir yine Ölüm Odası'ndaki şu bahisleri bir şey bulup üzerine atlamak tarzıyla değil de, görüp heyecanlanılanı okuyucuyla paylaşma zevkine dâir aktaralım:

Unutulmaması gereken şey, Güneş’in doğuşu ve batışı arasında eksilmeyen ve eskimeyendir”: 4650= 1653.

Mürteca. (Reca’dan): Ümit ve rica olunan şey: 653.

Zahme: Üzengi kayışı. (Rikab: Üzengi. Büyük bir kimsenin huzuru, makamı.): 653.

Mürteci: Geri dönen: 653.

Türban: Topraklar: 653.

Mirzabeyoğlu'nun bir nevî geri dönüşü- ki her dâim fikriyle meydandaydı- Napolyon'un Elbe'den dönüşüne benziyor. Tarihçi Mişle'nin bu hâdiseyi nasıl aktardığını Üstad Necip Fazıl'dan okuyanlar bilir. Tafsilatı ayrı bahis, Mirzabeyoğlu'nun cezâevi'nden çıkması ile herşey bitmedi, herşey, her ne olacaksa ona doğru yeni bir safhaya girdi. Bu açıdan Mütefekkir Mirzabeyoğlu'nun, zamanında maalesef ademe mahkum edilip en ağır ithamlar altında adi suçlulara bile yapmadıkları muameleye tâbi tutulmasının ardından, tüm bunların ardından Bolu F Tipi Cezâevi'nden 16 yıl sonra çıkışı Türkiye için, Anadolu için yeni bir milat'tır; "Bütün Fikrin Gerekliliği'nin, gerekli olanın, zamanı gelmiş olanın milâdı...

 

Baran Dergisi 394. Sayı