“Allah Resûlü, etraflarında sahâbîleri, ince bir değnekle kum üzerine derince ve dümdüz bir çizgi çektiler ve sonra bu çizginin iki yanına kırkayağa benzer birtakım kısa hatlar ekleyerek buyurdular:
–‘Şu dosdoğru çizgi kurtuluş yoludur; ondan kopma küçük hatlarsa felâket yönleri...’”

Üstad Necib Fazıl, Allah Resûlü’nün bu Hadis-i Şerif’inde çizdiği kısa hatlar ile bunlara dahi zıt Allahsızlık hatlarının dünya çapında adeta otobana döndürüldüğü; fakat işaret ettiği dosdoğru çizginin ise üzerinden geçen az sayıdaki Allah dostunun ayak izlerinden başka bir iz, nişan dışında kaybedildiği 15. İslâm asrının eşiğinde, bu yolu yeniden keşfetmek ve ardından Müslümanları içinde bulunduğumuz zaman şartlarında bu yolda yolculuk edecek keyfiyete ve kemâle erdirecek anlayışı yenilemek gibi müşküller müşkülü bir misyonla, Anadolu’daki küfrün en azgın olduğu dönemde zuhur etti.

1934 senesinde, Manzur-u nazar-ı piran-ı kiram -Keremli pirlerin nazarlarına görünen- lâkablı, “Altun Silsile”nin imame ile tekrar kavuştuğu son halkası Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ile karşılaşana dek illet addettiği büyük metafizik ıstırablar çeken Necib Fazıl, nihayet bu karşılaşma ile beraber mecrasını bulup, ruhçuluğun hakiki mihrakı Allahçılık davasını iliklerine kadar sindirdi ve hayatı bahasına evvelâ üzeri çalı çırpı ve sarmaşıklarla kaplanmış yolu yeniden açmak ve bayrağın düştüğü yerde kendi vaziyetine bile akıl sır erdiremez hâle getirilmiş bir milleti, bu yolda yürümeye namzet olacak şekilde yeniden fikir ve aksiyon planında teçhizatlandırmak gibi bir misyon üstlendi.

Düşmanının Ciğerini Biliyordu
Büyükbabasının konağında Osmanlı Beyefendileri içinde geçirdiği çocukluk hayatı, ardından Batılılığın en sefil şekilde taklid edildiği müesseselerinden biri olan Bahriye Mektebi ve akabinde Batı’nın bizzatihî kendisiyle yüzleştiği Sorbonne’da eğitim aldığı dönem ve memlekete dönüşü ile beraber içine girdiği dönemin fikir (!), sanat (!) sosyetesiyle beraber ömrü hayatının bir döneminde adeta Firavun’un sarayında yetişti.

Kendisini bizzat tanıdığı batı ve onun mukabili olmak iddiasındaki Batıcı karikatürlerini öylesine iyi tanıyordu ki, hem kendisine karşı konulamıyor ve hem de ciğerini bildiği hasmına vurduğu zaman son derece tesirli ve yıkıcı oluyordu.

Batı’nın, Doğu’nun ve Türk’ün Muhasebesi, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’den aldığı ışık ile hayatının bu dönemde biriktirdiklerini yeniden aydınlatmasının eseridir ki, Müslüman Anadolu’nun hafızasının yeniden geri kazanılmasına vesile teşkil etmiştir.

Büyük Doğu
Üstad bütün bu şartlar içinde, önce Büyük Doğu ile meş’aleyi tutuşturdu ve fikirsizlikten, aksiyonsuzluktan kurumuş cemiyet ormanını kollamaya başladı.

Bu dönemde az evvel bahsettiğimiz Doğu, Batı ve Türkün Muhasebesi, yâni bir milletin hafızası, şuuru Büyük Doğularda şekillenmeye başladı. Yine Büyük Doğu dergisinde yaptığı yayınlar ile İslâmî hayatın ufku olan Asr-ı Saadet devrinde yaşanan ideal insan ve toplum modelini dedikodu seviyesinden çıkartarak, bunun ferdî ve içtimâî bir mesele olduğunu, yâni konuşmanın ve tartışmanın ötesinde yaşanması gereken bir hayat olduğunu, hayat tarzı olduğunu, imanın amelle, fikrin aksiyonla bütün olduğunu hem ortaya koydu hem de ihtar etti.

Ve tabiî ferd ile cemiyeti alâkadar eden hiçbir mesele karşısında devlet müessesesinin kayıtsız kalması mümkün olmayacağına göre, Başyücelik Devleti’ni, İslâm’daki idare ruhuna sımsıkı bağlı olarak teşkilâtı ve idare şekliyle beraber alternatif bir nizâm modeli olarak cemiyet meydanına indirdi.

Kısa Bir Yakın Tarih Muhasebesi
Üstad’ın zuhur ettiği yıllar aynı zamanda dünya çapında bir paylaşım hadisesine şahitlik etmekteydi. İkinci Dünya Savaşı sona ermiş, Nazizma ve Faşizma yenilmiş, demokrasyalar ile komünizma arasında dünyanın geri kalanının paylaşımı kavgası verilmekteydi. Türkiye ise 1700’lü yıllardan beri vahşi yüzünü yakından bildiği “baş düşmanı” Moskof tehdidine karşı kendisini demokrasyalar safında konumlandırmaya çalışıyordu.

İşte böyle bir ahvâlde, Amerikan merkezli düşünce kuruluşlarının çarkları işlemeye başladı. Türkiye’deki Kemalist psikolojinin Komünizm karşısında tutunma şansı olmadığı kendisini açıkça belli ediyor ve Batılı istihbarat servisleri çaresizlik içinde İslâm’a sarılmak zorunda kalıyordu. Bu sebeble Kemalizm yerine Komünizm’e karşı bu ülke insanının “uysallaştırılmış” bir İslâm’a sarılması fikri yine muhtemelen Amerika’da şekillendirildi ve 1960 sonrasında Türkiye’de uygulamaya kondu.

27 yıldır açıktan İslâm’a düşmanlık eden İsmet İnönü’nün giderayak istedikleri gibi “uysallaştırılmış ve entegre edilmiş” Müslüman tipinin yetişmesi için İlâhiyât Fakülteleri’ni kurmasıyla başlayan süreç, hemen sonrasında, 1950 yılındaki ilk seçimlerle beraber Adnan Menderes’in iktidara gelmesi ve Türkçe Ezan başta olmak üzere Müslümanların maruz bırakıldığı birçok maddî ve ruhî zulmü nihayete erdirmesi boşuna değildi. 

Dikkat ediyorsanız, Türkiye’deki 28 Şubat süreci sonrasında Ak Parti’nin önünün açılması neticesinde iktidara gelmesi ile başlayan ve nihayetinde CIA’in servislerinden biri olan FETÖ’nün 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunmasıyla kırılma yaşayan sürece ne kadar da çok benziyor değil mi?

Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinden gelen yakıcı ruhu görmekten yana aciz, herkesi kendi sefil idrak aynasındaki akisten ibaret gören pörsümüş ruhlarca dünya paylaşımında Türkiye’nin Batı paktında yer alması adına Komünizmle mücadele noktasında onlar Üstad Necib Fazıl’ı kullanabileceklerini zannettiler. Buna karşılık Üstad Necib Fazıl, büyük bir dövüş sanatları ustası gibi karşıdan gelen tazyiki ve içeride devletin imkânlarını kendi gücüne, davasına, kavgasına katık etmesini bildi. 

Bu açıdan bakınca 1960’tan itibaren Türkiye’de gerçekleşen darbe ve postmodern darbe girişimlerinin de Üstad ve onun yolundan giden Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Anadolu’da gerçekleşmesi artık mukadder olan İslâm İhtilâli ve İnkılâbına karşı adeta bir check-balance/denge mekanizması şeklinde işletildiğini iddia edecek olursak, pek haksız sayılmayız sanıyoruz. Ona Amerikancı falan diyenler de artık bıraksınlar palavrayı, tarih kimin Amerikancı olduğunu açık ve net bir şekilde ortaya koymuştur. En son gerçekleşen 1980 askerî darbesinin bile Üstad’ın tam Milliyetçi Hareket Partisi’ne el atışının akabinde gerçekleşmiş olması tesadüf olamaz. Türkiye’de senelerdir sol tandanslı görüş mensubları bu darbelerin kendilerine karşı gerçekleştiğini iddia etmişlerse de işin aslı hadisenin bütününe bakan bir gözün hemen göreceği, kavrayabileceği üzere hiç de öyle değildir.

Bir diğer taraftan, Türkiye’de önce Büyük Doğu ve ardından İbda’ya doğru karşı konulmaz akışın darbelerle falan kesilemediğini gördüklerini ve metot değiştirdiklerini de kaçırmamak gerek. Akışı yönlendirmek için piyasada ne kadar İslâm soslu sahte, sapkın ve yobaz varsa bunları tahliye kanalı olarak kullanmak üzere önlerini açmayı adet edindi ve tedbir olarak kel keleş, yeni ve İslâmî bir nizâm teklifinden bihaber ne kadar hareket varsa hepsini besleyip büyüttüler; fakat inkâr edilemez bir gerçekliktir ki, Türkiye’nin son 70 senelik siyasî tarihine tersinden veyahut düzünden muhatablarıyla Üstad Necib Fazıl ve Büyük Doğu damgasını vurmuştur.

Altun Kaideler ve Muazzam Mimarî
Tekrar Üstad’a dönecek olursak… O, Altun Kaideleri bir bir yerine yerleştirdi; ölsün diye gömülmeye çalışılan tüm zamana ve mekâna şâmil taptaze, dipdiri ölçüleri yeniden cemiyet planında abideleştirdi ve üzerine inşâ edilecek binanın mükemmel mimarisini estetik süslemelerine kadar büyük bir incelik ve maharetle tasarladı.

En Büyük Eseri: Kumandan
Fikirde, aksiyonda, şiirde, edebiyatta her biri telif yüzlerce eser bırakmış olan Üstad Necib Fazıl’ın en büyük eseri ise Kumandan Salih Mirzabeyoğlu oldu. Üstad Necib Fazıl, Abdülhakîm Arvasî’den aldığı ruhu kendi bünyesinde eser ve aksiyonuyla keyfiyet hâline getirdi ve ardından bu davanın mihrak şahsiyeti, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu yetiştirdi. Mirzabeyoğlu, onun ortaya koyduğu hüküm ve ölçüleri peşin kabul olarak aldı ve telkinle alınanı, bilinen ve bulunan aranır ölçüsü mucibince tahkike getirerek İslâm İhtilâli ve İnkılâbı’nın Kumandanı olarak misyonunu tamamladı. Biz, bu vesile ile Üstad Necib Fazıl’ı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsiyet aynasında tanıdık.

1400’ün Kemâlinde Üstad Necib Fazıl
İçinde bulunduğumuz şartlar ilk bakışta her ne kadar korku tünelini andırıyor gibi görünüyorsa da, Üstad Necib Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun bizler için yeniden inşâ ettikleri hafıza, şuur, anlayış, dünya görüşü, fikir sistemi, aksiyon ve ufuktur ki, karanlık tünelin sonundaki ışığı görmemizin başlıca vesilesini teşkil etmektedir.

Süt ve mayanın diğer birçok faktörle bir araya getirilmesi neticesinde doğru kıvamın tesis edilmesiyle yoğurtlaşması gibi, bir milletin kültürle (maya) buluşup kıvam kazanması da medeniyetleşmeyi peşinden getiriyor. Vıcık vıcık olmayan bir millet ve üzerinde o milletin kaymağı diyebileceğimiz aydın tabakası ve kıvam bulmuş, yaşanmaya değer bir hayat... Üstad, Nasrettin Hoca’nın her biri hikmet deryası fıkralarından birinde geçtiği gibi göle maya çaldı; fakat insanımızın ve milletimizin kimyasına son derece hâkim bir simyacı gibi yaptı bu işi; müjdeler olsun ki göl maya tuttu ve nihayet o kutlu medeniyet ufukta şekillenmeye başladı.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun 1400’ün kemâli diye işaretlediği, esasında insan ve toplumumuzun kemâl devresinin çığırına işaret ettiği 1440 ve 1444 seneleri arasında gerçekleşen mucize çapındaki hadisleri hep beraber idrak etmekteyiz.
***
İslâmî hayatın ufku olan Asr-ı Saadet devrinde yaşanan ideal insan ve toplum modelini dedikodu seviyesinden çıkartarak bunun ferdî ve içtimâî bir mesele olduğunu, yâni tüm dünyaya yönelik alternatif bir hayat modeli olduğunu, imanın amelle, fikrin aksiyonla bütün olduğunu ondan öğrendiğimiz gibi, böyle yaşamanın ve yaşatmanın namzedi, memuru olduğumuzun şuuruna ermemiz gerek. Şartların bütünü bugün bize göstermektedir ki, gerçekleşmesi mukadder olan İslâm ihtilâli ve inkılabı ile aramızda bunu gerçekleştirmekten, yâni VAROLMAK’tan başka bir müşkül kalmamıştır! 


Baran Dergisi 697.Sayı