Fikret Başkaya’nın AYLIK dergisine gönderdiği ve Aralık 2006 tarihli nüshasında yayınlanan “Misak-ı Millî: Bir Efsaneyi Sorgulamak” yazısı, fikir ve ilim hüviyetiyle ve bizim tezlerimizi destek­ler mahiyetiyle üzerinde durulmaya değerdir.
Yazının girişinde “Bir tarihsel olayı, kimin hikâye ettiği, nereye değil nereden bakıldığı büyük öneme sahiptir.” Denilerek, “tek adam-put adam”a endeksli resmî söylemlere dikkat çekiliyor, önemli bir usûle vurgu yapılıyor.
İBDA Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Büyük Muztaribler adlı eserinin 4. cildinde geçen, “bir tarih eserini ele alınca, ilk ilgileneceğimiz, içindeki olgu­lar değil, onu ele alan tarihçi olmalıdır.” usûl tespitini de burada hatırlatalım.
Düzenin borazanlığını yapmayan ve “Paradigmanın İflası” ile bunu ilan eden Fikret Başkaya, bu yazısında yakın tarihimize gidiyor. Ve adeta o dönemin şartlarında yaşar gibi olayları gözlemliyor. O dönemi ve insanlarını tanıtmaya çalışıyor. Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun eser­lerinde vurguladığı gibi, onların varoluşlarıyla yakınlık kurarak, hayatı yaşayanlarla yaşayarak...
Şişirilen Kurtuluş Savaşı ve Lozan Balonu bir yazıda söndürülebiliyor. Çünkü yalanlar her taraftan dökülmekte. Ve bir parçacık zekâ, düzmece tarihi yerden yere vurmakta. Yeter ki biraz hakikat kaygısı, fikir namusu olsun!
Evet!.. Hadiseler 1919’da değil, 1914 Birinci Cihan Harbi’nde başlar. Oradan bakmalı son gelişmelere... Emperyalistler arası savaş o tarihte başlar ve onların savaş sonrası şekillendirdiği haritaların kaynağı o tarihlerdir. Buna TC sınırları da dahildir. Neden emperyalistler Ermenistan ve Kürdistan’dan vazgeçer ve neden TC kuru­lur? O kadar değer verdiğimiz Misak-ı Millî sınırlarıyla TC sınırları arasında neden uçurum vardır. 1914 yılında impara­torluğun nüfuz alanındaki topraklar yaklaşık 5 milyon kilo­metre kare iken, neden Lozan Barış Antlaşması’nda 770 bin kilometre kareye düştü? Ve neden bu korkunç düşüş büyük başarı sayıldı?
Fikret Başkaya haklı olarak soruyor:
“İmparatorluk topraklarının ve nüfuz alanlarının neredeyse % 85’i kaybedilmişti. Sahip olduğunun % 85’ini kaybeden birinin % 15’ini koruduğu için aşın övünç duy­ması tuhaf değil midir?”
I. Dünya Savaşını kazanan emperyalistlerin Ortadoğu’yu şekillendirirken cetvelle çizdikleri devletçik­lerden bir tanesidir TC... Bu bakımdan TC, Osmanlı’nın ne maddede, ne mânâda devamıdır. TC, devlet geleneğimizin bir devamı da değildir; sömürgedir çünkü. Bu şundan açık­tır ki, TC’nin bağımsız bir dış politikası olmadığı gibi, içte de tam bağımsız değildir. Meselâ rejim Batı’nın kefaleti altındadır. Batı’nın ileri karakolu mesabesindedir. Bunu keskinlik olsun diye söylemiyoruz “maalesef!” kaydıyla diyoruz: Acı bir gerçek: Türkiye Türklerin değildir. Durumu bilip ona göre yaşamalı, öz evlatları olarak ülkemize sahip çıkmalı, bu şuur ve iradeyi her dem taze tutmalı. Hakiki bir kurtuluş savaşı vermeli ve bağımsızlığımıza kavuşmalı.
Maddede ve mânâda kurtuluş savaşımızı temellendiren Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl bunun için “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” tesbitinde bulunmuştu. Önce beyinlerde, idraklerde kurtuluşu sağlamalıyız ki, ona paralel kurtulmuş olalım! Kurtulduğumuz yalanına teslim olursak, ebediyen hüsran! Batı’nın ve içimizdeki batıcıların istediği budur!..
Aslında Osmanlı’nın yıkılıp Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi (TC Tipi bir yapılanmanın kurulması dahil) birinci Cihan Harbi öncesi, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın gizli bir plânı gereği idi. İttihat ve Terakki maceraperest­lerinin, Rusların tabiriyle “Hasta Adam”ı Harb-i Umumiye sokması İngiltere ve İtilaf devletlerinin “Şark Sorunu” dedikleri bölgede “çözümü kolaylaştırıcı” olmuştur. Zaten Almanya ile harb ederken, evvelden beri plânları olan “Osmanlı’yı tasfiye”nin yolu açılmış oldu.
Yalan tarihi şu sorularla sorgulamaya devam ediyoruz:
Birinci Cihan Harbi’nden galip çıkan “Düvel-i Muazzama”, Ankara’ya sıkışmış olan M. Kemal’e mi yenik düştü? İngiltere, Fransa, İtalya ve Amerika ile savaşıldı mı ki, yedi düvele karşı verilmiş bir “Kurtuluş Savaşı”ndan bahsediliyor?
Anadolu’daki savaşta sadece Yunan’a karşı savaşılmış ye hatta İngilizler çizmeyi aşan Yunanlılara yardımı kesmiş ve Yunanistan’da da iç karışıklık baş göstermişti. Şu da enteresan: Yunanlıları yendik, hilafet ve saltanat kaldırıldı ve buna “devrimler” dendi. Sanki Yunanlılar, hilafet ve saltanatı korumak için Anadolu topraklarına gelmiş gibi, onları yenince hilafet ve saltanat kapı dışarı ediliyor ve Yunanlıların istemediği (!) “devrimler” de gerçekleşiyor böylece.
Bir parçacık zekâ sahibi bile resmi tarihin yalancılığını anlar: Cihan Harbi’ni kazanan o zamanın süper güçleri M. Kemal’in büyük askeri dehası (!) ve büyük ordusu karşısın­da ricat ediyorlar(!) ve Lozan’da boynu bükük ve yenilmiş olarak masaya oturuyorlar!!! Bütün bunları anlamak için tarihçi olmaya gerek yok.
“Misak-ı Millî” andını çok güzel irdeleyen Fikret I Başkaya, söz konusu millî yeminin hilafet ve saltanat makamının korunması ile ilgili 4. maddesi ile ilgili şunu soruyor:
“Hilafet ve saltanat makamı kurtarılmak bir yana, bizzat bu beyannameyi hazırlayanlar tarafından tasfiye ediliyor! O halde hilafet ve saltanatı kurtarma yemini edenlerin söz konusu makamı bizzat tasfiye etmelerinin sebeb-i hikmeti I nedir?”
Aslında I. Meclis bu yemine bağlı kalmak istedi ve bunu gören M. Kemal yine I. Meclis’i tasfiye etti. Sonra hilafet ve saltanatı kaldırdı, peşinden batıcı ve batırıcı devrimler ve darağaçları geldi. Kurtuluşa bak! Anadolu’yu bir tırpan gibi biçen, Yunanlılara karşı verilen zayiatın onlarca katını verdiren, maddede ve mânâda yabancıların yapamadıklarını yapan Kurtarıcı (!). Evet, tarih böyle kurtarıcı görmedi!
Misak-ı Millî, altı maddeden ibaret fakat hiçbirine uyul­muyor. Çünkü “birlikte savaştıklarımız birlik oldu düş­manla ve giydiler emperyalistlerin çıkardıkları çizmeleri” ve düşmandan beter, kılıçtan geçirdiler ahaliyi. Eğer İngilizler yerli işbirlikçi kullanmasaydı Anadolu’da kalıp şapka için ve diğer devrimler için 500.000 müslümanı asabilir miydi? Anadolu topraklarında İngilizlerin batıcı devrimleri gerçekleştirmeleri zordu ve bunu ancak adı “Mustafa, İsmet, Fevzi vs.” olanlarla gerçekleştirebilirlerdi. Akıllı İngiliz siyaseti bunu göremeyecek kadar kör değildi.
Sorgulayan bir aydın gözüyle yakın tarihe bakan Fikret Başkaya, Misak-ı Millî’nin 6. maddesine de uyulmadığını tesbit ediyor. Birinci maddede bahsi geçen Arabistan için halk oylaması hiçbir zaman yapılmıyor, ateşkes sınırları içinde kalan Musul İngilizlerce işgal edilerek Lozan’da onlara bırakılıyor. “Dinen, ırken ve emelen bir olan Osmanlı İslâm çoğunluğu ayrılamaz” deniyor ama batıda-doğuda, güneyde-kuzeyde ailelere varıncaya kadar bir bölünme yaşanıyor... Misak-ı Millî’nin ikinci maddesinde Kars, Ardahan, Batum için halk oylaması deniyor, fakat Batum Gürcistan’a bırakılıyor.
Misak-ı Millî’nin üçüncü maddesinde, Batı Trakya’nın geleceği Wilson Prensipleri (self-determinasyon) gereği halk oylaması sonucu belirleneceğinden bahsediliyor ama tam tersi oluyor. Batı Trakya Yunanistan’a bırakılıyor.
Dördüncü maddede, “Hilafet ve saltanat her türlü halelden masum olmalıdır” deniyor, fakat Avrupalıların asırlardır bilinen en büyük emelini Ankara Hükümeti gerçekleştiriyor. Bunun üzerine soğukkanlı İngilizlerin, “Viva M. Kemal, Türk tarihinin en büyük kahramanı sensin!” dediklerini varsaymak tarihi gerçeklere uygun bir yakıştırma olur. Fikret Başkaya şöyle diyor: “Böyle bir tas­fiye (hilafet ve saltanatı tasfiyeyi kast ediyor) başta İngi­lizler ve Fransızlar olmak üzere emperyalistlerin istediği bir şeydi ve bu işi yapmak da Kuvay-ı Milliyeci Kemalistlere düşmüştü...”
Beşinci madde, azınlıklar hukukuna karşılıklılık esasları dahilinde uyulacağı ile ilgili. Altıncı madde, ikti­sadi bağımsızlıkla ilgili. Bu maddeyle ilgili Fikret Başkaya’nın Lozan’a ışık tutan değerlendirmesini aynen vermek istiyorum:
“Lozan’da sadece sınırlar konusunda değil, malî ve ekonomik konularla ilgili de Misak-ı Millî’nin ruhuna ve lafzına aykırı tavizler verildi. Misak-ı Millî o alanda da bay­pas edilmişti. Resmi tarihin sansür ettiği Lozan Barış Antlaşması’nın asıl adı Yakın Doğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı’dır ve bilinen anlamda bir antlaşmadan çok tam bir emperyalist dayatmadır. Lozan’da emperyalistler iste­dikleri her şeyi dikte ettirmişlerdi. Eğer diplomatik dile de “nezakete” itibar edilmese, konferansın adı “Ortadoğu’yu Bölüp Parçalama Konferansı” da olabilirdi. İşte TC o parçalardan biri olarak var olmuştur dolayısıyla, tüm alan­larda olduğu gibi iktisadî, malî, siyasî konularda da dayat­malar içeriyordu.”
Evet, BD-İBDA’nın tarih tezinin tahlilen gösterilmesi, tahkim edilmesi... Yedi düvelin bize dikte ettirdiği Lozan Konferansından (onlar konferans verdi, biz de aldık!) bazı maddeler:
-Mısır, Sudan ve Libya’da tüm haklarımızdan vazgeçildi.
-Suriye, Irak, Lübnan, Filistin üzerindeki tüm hak­larımızdan vazgeçildi.
-12 ada İtalya’ya verildi.
-İskenderun Suriye’ye yani Fransa’ya bırakıldı.
-Batı Trakya Yunanistan’a bırakıldı.
-Musul İngilizlere bırakıldı.
-Batum Gürcistan’a bırakıldı.
-İstanbul ve Çanakkale Boğazlarına donanmamızın gi­rişi yasaklandı.
-Osmanlı’nın bütün mirası reddedilirken borçları kabul edildi.
-Adlî idare ıslah edilene kadar 5 yıl Türkiye’de yabancı müşavirler heyetinin görev yapması kabul edildi (Dikkat edin, hukuk devrimlerini kimin yaptığı veya yaptırdığı çok açık. Böyle bağımsızlık mı olurmuş?)
-Gümrükler 5 yıl süreyle düzeyini koruyacaktı.
24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Esaret Belgesi’nden bazı maddeleri verdik. Tabii iş bununla bitmiyor. Bundan daha ağır gizli maddeleri var Lozan’ın.
Lozan’da verilen çok ağır tavizleri I. Meclis’in kabul etmesi mümkün değildi. Lozan’da verilen tavizlere en şiddetli eleştirileri yönelten şahsiyetlerden biri olan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey hunharca katledildi. M. Kemal bu kadarıyla yetinmeyerek meclisi feshetti ve birkaç kişi dışında muhaliflerin yeniden seçilmesini engelledi. Ve Lozan’da batılılara vaadedilen hukuki ve siyasi devrimler gerçekleştirildi, Anadolu adeta Ortaçağın batıdaki karanlık dönemlerine döndürüldü. Harf devrimiyle bir gecede millet cahil bırakıldı. Tarihi, kültürü, ahlakı, örfi yok edildi. Hile ile ve cebren ele geçirilen iktidar sayesinde maymunvâri batı devrimleri dayatıldı; bunun adı “aydınlanma” değil, “karan­lık ve aşağılık bir dönemdir” ancak! Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi, “Bahset tarih balığın tırmandığı kavaktan” devri...
Sözde cumhuriyet kuruldu, “cumhur”dan habersiz ve bir oldubittiyle. Öyle ki, “İstiklâl Savaşı” denilen fakat istik­lâlimizi sağlayamayan Anadolu’daki mücadelenin Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Paşa bile Cumhuriyetin ilanını Trabzon’daki top atışlarından öğreniyor. Yangından mal kaçırırcasına ilân edilen bir Cumhuriyet sözkonusu.
Anadolu’daki savaşın (Kurtuluş Savaşı demiyorum) Şark Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa anılarında M. Kemal’in ve resmi tarihin yalan ve sahtekârlıklarını anlatır. Öyle ki, M. Kemal, Kazım Karabekir’i susturmak ister, evini basar, kitap ve belgelerine el koyar, basılacak olan kitabının nüshasını yakar. Aşağılık bir dönemin aşağılık propagandasına ayarlı tarihe karşı çıkanlardandır Kazım Karabekir. “Kazım Karabekir Anlatıyor” kitabın­da ve diğer eserlerinde hatıralarını anlatır.
M. Kemal’in ölüm döşeğinde İngiliz Büyükelçisine yazdığı ve “Milliyet Gazetesi”nde de yayınlanan mektubun­da “Beraber kurduğumuz Cumhuriyeti beraber yaşata­cağız” dediği malûm. “Önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız!” diyen M. Kemal, bir milleti kültüründen soyutladı. Necip Fazıl’ın deyimiyle “gardırop devrimleri” ile güya çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırdı. Bugün Cumhuriyet’in 80 küsur yılda geldiği seviye meydanda. Batı karşısında gerilememizin sebebini İslâm’da gören bu ahmaklar, batı karşısında ilerlememizin. (Viyana’ya kadar) sebebini neyle izah ediyorlar acaba? Bir yanda koskoca imparatorluk, diğer yanda Anadolu’da bir sömürge pozisyonu. Dönmelerin, masonların, batıcıların cirit attığı, Oğuz Soyunun elinden çıkan Anadolu. Dünyaya ferman okuyan Osmanlı nerede, dünyadan parya muamelesi gören (AB kapılarındaki içler acısı halimiz buna misal) TC nerede?
Lozan’da Kemalistler, iktidar karşılığı ülkenin toprak­larını, tarihini, kültürünü, dilini, dinini, iktisadını, alın teri­ni, şehitlerini, gazilerini sattılar! Tarihte bu kadar ters şey görülmemiştir. Savaştaki gayenin tam tersi bir durum, Misak-ı Millî’nin tam tersi bir durum. Üstelik “savaşı kazandık, ülkemizi kurtardık!” yalanı söylenerek. Aslında bir mağlubiyet, bir esaret belgesi Lozan. Onun için M. Kemal’in Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle diyordu: “Hukuk sistemiyle, kanunlarıyla, mahkemeleriyle yepyeni bir adalet organı yaratmayı da üzerimize almış bulunuyorduk. Lozan muahedesiyle yüklendiğimiz işi elden geldiği kadar çabuk başarmak lazımdı.”
“Sömürge, efendisine hiç direnmez mi? sömürgeciye rağmen sömürgede bazı şeyler olmaz mı?” diye sorulabilir. Tabii ki olur, oldu da! Bunun en belli başlıları Kıbrıs Savaşı’dır, 1 Mart 2003 tezkeresidir ve bunun gibi bazı tavırlardır. Her sömürgede böyle kıpırdanışlar olur fakat asıl olan Batı ve Amerika güdümünde olup olmamamızdır. Siyasi, idari, askeri ve iktisadi vs. anlaşmalarımız Batı ve ABD güdümündedir, yani sömürgeyiz. Sömürgeden kurtu­labiliriz fakat bunu gerçekten istemeliyiz.
Bedelsiz ne var ki? BD-İBDA Hareketi bunun için var, başta kurtuluş hareketidir. Onun bağlıları da Aydınlık Savaşçıları’dır. Karanlık ve kirli bir dönemi yıkmak Hakkın ve hakikatin iktidarını kurmak için.
Aylık Dergisi 28. Sayı 1 Ocak 2007