34 yaşında derviş mizaçlı, geniş omuzlu, hafif öne doğru eğik, geniş alınlı, çökük yanaklı ve uzun çehreliydi. İnce ve kavisli kaşları, insanın yüreğine kadar dokunan cevval gözleri, vakarlı ve heybetli duruşu, gür ve kalın sesli, uzun, ince ve kavisli burnu var. Yaşıtları yanında dururken daha büyük ve kuvvetli görünüyor. Bahsettiğim şahıs Abdülhamid Han. Geçtiğimiz günlerde yani 31 Ağustos 1876’da tahta çıktı.

Yaşanan kılıç kuşanma merasimini kısaca anlatayım.

30 Ağustos günü Topkapı Sarayı’nda Vükela Heyeti istişare yaptı ve perşembe günü de şehzade Abdülhamid, padişah ilan edildi. Birkaç gün içinde de Eyüp Sultan Camii’nin hemen arkasındaki Cülus Yolu’nda Sultan Abdülhamid Han kılıç kuşanıp ata bindi.

Törenin ardından tahta çıktı ve biat töreni başladı. Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi'nde sadrazam ve şeyhülislam padişahı tahta davet etti. Ardından görevliler sırayla biat etti. Biat törenin bir kısmı da Dolmabahçe Sarayı’nda yapıldı. Törenler salavatlar eşliğinde ve tekbirlerle sürdü. Sokaklarda da üç gün boyunca çeşitli şenlikler tertip edildi. Toplar atıldı, sokaklar süslendi, cirit atıldı, güreşler yapıldı, fener alayları düzenlendi.

Kanuni’den beri durgunlaşan ve çok fazla da hareket imkânı olmayıp bilakis gerileme evresine giren Osmanlı devleti, belki bu genç padişah tarafından bir nebze olsun tekrar ayağa kaldırılabilir. Devlet erkânının ve halkın gözünde bu umut dipdiri duruyor.

Sultan Abdülhamid Han, şehzadeliğinde de çok sevilen, sessiz sakin biriydi. Üstad Necip Fazıl’ın tabiriyle o devirlerde şehzade demek, gırtlağına kadar borca batmış bir sefih demekti. Fakat Abdülhamid Han’ın şehzadeliği bu şekilde geçmedi. Diğer şehzadeler başkalarının ellerinde oynatılırken, Abdülhamid Han şahsiyetine zeval getirmemiş, lükse ve şatafata kaçmamış, parasını savurmamış, nefsine hâkim olmuş, özellikle kadın tuzağına düşmemiştir. Hatta Galata bankerleri avucuna alamadıkları ve borç batağına sokamadıkları Abdülhamid Han için pinti yaftasını da yapıştırmaktan imtina etmemişlerdir.

Silah talimi, at biniciliği ve çeşitli spor dallarını iyi icra ediyor. Tıp ilmine dair bilgisi ve merakı da var. Tarım işiyle ilgilenmiş, ticaret yapmış ve genel olarak da marangozluk mesleğiyle iştigal ediyor. Bu sebepten tahta çıktığı zaman dağıttığı cülus bahşişi de yine kendi cebinden verdi. Zekâsı ve kuvvetli sezgisiyle de bilinen biri. Şenlikte ve cülusta bazı önemli kişilerden Sultan Abdülhamid Han hakkında dinlediklerim ve izlenimlerim bu şekilde.

Biz gelelim, Osmanlı devletinin Abdülhamid Han’a teslim edilişine kadarki son yarım asırlık ahvaline.

Şenliklerin olduğu gün, saray erkanından biriyle görüştüm. Ahmet Efendi isimli zat, bana 19. yüzyılın durumunu kabaca anlattı. Sanayi Devrimi ile beraber bu yüzyılda Avrupa’nın iktisadî sahada büyüdüğünü, Osmanlı’da iç karışıklıkların hâkim olduğunu, iktisadî üretimin gelişemediğini, kamu harcamalarının, altın ve gümüşün sürekli dışarı taşınmasının, dışarıya karşı yapılan savaşların (Sırbistan ayaklanmaları, Rusya savaşı, Moldova-Eflak ayaklanması, Balkan ülkelerinin isyanları, Karadağ savaşları, Girit ayaklanması ve Bulgar isyanı) Osmanlı’nın belini büktüğünü dile getirdi.

Ahmet Efendi, ekonomik durumu şöyle izah etti:

Yerli ürünlerin yerini yabancı ürünler almaya başlamıştı. Osmanlı Batılı devletlerin ekonomisine uymak zorunda kaldı, tarım ve toprak üzerinden alınan vergilerden sağladığı gelir yetmez olunca artık borç almaya başladı.

Tanzimat Fermanı ile Batılılaşmaya hız verdik ve içeride yeniliklere gittik. Bundan da bir verim alamadık, ancak çöküşümüzü hızlandırdık. Bu fermanla Batılı zihinler, Batı’nın ekmeğine yağ sürdü. Batı’yı olduğu gibi taklit etti ve fikri sahada kendimizi yetiştiremedik, sadece Avrupa’nın palazlanmasına seyirci kaldık.

Aklıma Üstad Necip Fazıl’ın Tanzimat Fermanı ile ilgili şu sözü geldi: Tanzimat’la hız alan ve asıl çehresine kavuşan ucuzculuk, artık cevherine ve hakikatine dönülmesi muhal kabul edilen İslamiyet’e ahmak bir tahkir ve Hıristiyanlık dünyasına kör bir tazim gözüyle bakmış ve taraflardan birine her şeyi o yüzden kabul şeklinde muamele ederek ve asla içyüzlerini aramayarak ve aratmayarak bugünkü haline vasıl olmuştur.

İktisadî sıkıntıların sebeplerini saymayı sürdüren Ahmet Efendi, Sultan Abdülhamid Han’ın padişahlığının kutlandığı şenliğe bir süre göz gezdirerek şöyle devam etti:

Ahiliğin bozuluş sebebiyle loncalığın bozuluş sebebi ne ise gedik sisteminin de bozuluş sebebi o. Gedik usulü, bir tarafıyla ahlaklı bir sistem olmakla birlikte katılığından dolayı üretim sahasında gelişmeyi de engelliyordu. Gedik usulüne katılmayıp sınai alanda üreticiler de mevcuttu fakat esnaf loncaları tarafından sürekli şikâyet ediliyor ve üretimleri engelleniyordu. 1853 yılında Gedik’in kuralları hafifletildi ve daha sonra terk edildi. 1864 yılında ise sınai gelişmeleri sağlayan bir komisyon kuruldu. Islahı Sanayi Komisyonu ile çeşitli meslek dallarında şirketler kuruldu. Geçmiş yüzyılda ekonomiye can veren dokumacılık da çöküşe geçmişti. Çünkü Avrupa dokuma konusunda da ileri gitmişti. Sanayi Devrimi’nden dolayı kendisine yeni pazarlar bulmuştu.

Yine bunun yanında çeşitli dallarda üretim yapan Osmanlı, kendini yenileyemediği için Avrupa’ya karşı olan rekabette gerilere düştü. 19. yy’ın ilk çeyreğinde kurulan fabrikalar genel olarak orduya hizmet etmek üzere kurulmuştu. İktisadi sahadaki eksiklik fazlasıyla hissedilmeye başlandı ve arayışlara geçildi. 19. yüzyılın yarısına kadar borçsuz yaşadık, fakat dış ticaret açığından dolayı artık borç alır hale geldik. Aldığımız borçlarla da bütçe açığını kapamaya çalıştık. Batılı devletler de çeşitli anlaşmalarla Osmanlı’yı daha da zora soktu. Gümrük kapıları yabancılara açıldı, ticaret yapmaları kolaylaştırıldı, yabancılara tanınan haklardan Osmanlı’nın eli kolu iyice bağlandı.

Üretim zayıflarken Osmanlı halkı da vergilerini ödemekte zorlanmaya başladı, işsizlik de artmaya başladı. Bununla birlikte göçler de oluşmaya başladı. Bursa, Edirne ve İstanbul’a yapılan göçler de yine her açıdan dengesizlikle sonuçlandı.

Birçok noktada güç odağı olan, devletle yeri geldiğinde çatışabilen, dilediklerini yaptırabilen Ayanlar- derebeylik rejimi de resmiyet kazandı ve iktisadi sıkıntılardan fırsat bularak çevrelere yayılmış, adeta devlet içinde bir devlet haline gelmişti. Bir kısım halktan da destek bulmuşlardı. Bu büyük toprak sahipleri Osmanlı devleti için büyük sıkıntılar oluşturdu.

Bu devrin neredeyse sonlarına doğru geldiğimiz halde bizde sanayileşme henüz başlamadı, vergi sistemine çözüm bulunamadı, ekonomiye tam manasıyla bir çözüm getirilemedi. Bu boşluktan da tefeciler faydalandı. Mesela devlet 1854’ten beri iç piyasadan borç alır hale geldi. Bu sebepten devlet Galata bankerlerine yüklü miktarda borçlandı. Neredeyse her sene dışarıdan borç alınarak bu seneye kadar geldik. Ve şu an dış borçlar 300 milyonu aşmış vaziyette. Öyle ümit ediyorum ki yeni padişahımız Abdülhamid Han, iktisadi sıkıntılara karşı ciddi bir tavır alır, dış borçları bitirmeye çalışır. Ki şehzadeliğinde tasarruflu ve akıllı biri olduğunu gösterdi.

Tüm bunların yanında kültürel olarak değişim nasıldı diye sordum. 18. yüzyıldan başlayan Batılılaşma serüveninin bu devirde daha da hızlandığını aktardı ve şöyle dedi: Geçmiş yüzyıllardan başlayan Batılılaşma serüveni Tanzimat’la birlikte Batı budalalığına kadar vardı. Giyim, eşya, eğlence, sanat tamamen Avrupai tarzda oldu. Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın nereden beslendiğinin apaçık göstergesidir. Nusretiye Camii de bizim nereden beslendiğimizin göstergesi. Bir yerin mimarisinde değişim varsa, orada kültürel manada da ciddi değişimler oluyor demektir. 18. yüzyılda etkisinde kaldığımız Batı mimarisi, 19. yüzyılda ayyuka çıktı. Modernleşme iddiasıyla Batılılaşma sürecinde Tanzimat’la birlikte barok ve ampir üslubu yoğunlaştı ve klasik üslup tamamen terk edildi. Artık eserler hem madde hem de mâna olarak Batı’nın birer kopyası oldu. Aslında kopyası oldu demek de yanlış. Fransız ve Ermeni mimarlar burada yaptıklarıyla tam mânasıyla Batılı da olamayan ama Osmanlı hiç olmayan bir şey çıkardılar. Kendi mimarimizi geliştirmek yerine, Batı’dan aldığımız barok, rokoko, ampir üsluplarını kabaca kullandık ve bünyeleştirmeden giyindik. Mesela Nusretiye Camii onlardan biri. Ermeni mimar Kirkor Balyan, 1826 yılında ampir ve barok üslubunda dikdörtgen planlı ve kare bir alana oturtulan tek kubbeli bir planda inşa etti. Kubbe dört büyük kemer üzerine oturtulmuş ve pandantiflerle geçişi sağlanmış. Sebil, muvakkithane ve şadırvan da yine bu formlara uygun olarak yapılmış. Bu caminin yerinde 1823 yılında yanan “Arabacılar Kışlası Camii” vardı. Yandıktan sonra II. Mahmud, aralanan Batı kapısının tamamen açıldığının göstergesi olarak bu camiyi inşa ettirdi. Çünkü her cephesiyle Batı’ya dönülen yüzün mimari sahada da tesiri çoktu.

Nusretiye başta olmak üzere 1855’te yapılan Dolmabahçe Camii ve Ortaköy Camii, 1871’de yapılan Pertevniyal Valide Sultan Camii de, geleneksel üsluptan tamamen kopuşun ve barok, ampir üsluba geçişin resmi oldu. Geçmiş yüzyılda geleneksel formlara bağlı kalarak inşa ediyorduk fakat bu devirde geleneksel formları da kenara bıraktık. Yeni formlar bize özgü değil ve öğütülmemiş. Öğütmek dediğimiz şey, klasik Osmanlı mimarisidir ki, erken dönem mimarisini öğüterek yeni bir üslup ortaya koymuştur. Şimdi ise geleneksel yapı detaylarından vazgeçildi, ana form yok edildi ve ampir, barok gömleği giydirildi. Elbette bu yeni Süleymaniyeler yapamamak değil, kilise formatındaki bir yapıyı daha güzel görmenin getirdiği zihinsel problemle de alakalı bir durum. Budalaca bir hayranlık, kendi hazinesinden duyulan utanç, kendimizi yenileyemememiz ve Avrupa’nın gelişimi karşısındaki donukluğumuz bizi bu duruma getirdi. Hemen ayak uydurmaya çalıştık ama ayakkabıyı da gömleği de tersinden giydik. Genel mânada iç mekanlarda barok ve rokoko, dış mekanlarda ise neoklasik biçimleri kullandık. Kısacası Fransa, İngiltere ve İtalya’dan Melling, W. J. Smith, Gaspare Fossati ve Balyan ailesi; askeri ve resmi yapıları, çeşitli kuruluş ve tesisleri kendi kültür ve dünya görüşlerine göre inşa ettiler. İşin açıkçası Osmanlı devleti bu değişimi desteklerken bir taraftan da “güzellikle” zorlanıyordu bu değişime. Önce bu şehirden başladılar ve yavaş yavaş diğer şehirlere de yayıldı bu değişim. Medeniyetimizin mimarisiyle toplumumuzun hali pür melali başabaş gidiyor ve anlaşılan o ki, daha kötüye doğru gidiyoruz.

Hava kararmış ve şenlik de bitmişti. Tek tük seslerin geldiği İstanbul sokakları yavaş yavaş sessizliğe bürünüyordu. Meselelerin ağırlığından olacak üzülen Ahmet Efendi, Abdülhamid Han’ı tekrar hatırlatarak yaparsa bu adam yapar diyerek son noktayı koydu.

Gelecek yazımda Abdülhamid Han’ın Osmanlı Devleti için neler yaptığına bakmak üzere oradan ayrıldım.

Kaynaklar

-Ulu Hakan Abdülhamid Han, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları.

-19. yy’da Osmanlı Devleti’nde Dış Borçlanma ve Düyunu Umumiye İdaresi, Serkan Geyik, 2013

-Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii, Mehmet Seyitdanlıoğlu

-19. Yüzyıl Batılılaşma Hareketlerinin Osmanlı Mimari Biçimlenişine Etkisi: Vallaury Yapıları Örneği, Serhat Anıktar, II. Türkiye Lisanüstü Çalışmaları Kongresi - Bildiriler Kitabı-V

Aylık Baran Dergisi 10. Sayı