Halkına karşı zinde; aslında her fırsatta "izindeyiz" diye tekrarladıkları gibi hep izinde olan güçlerin dayattığı 28 Şubat sürecini, doğrusu şöyle karşılamak gerek: BD-İBDA Fikriyatı'nın, Erbakan ve partisi için bugüne kadar söylediklerinin haklılığı bir kere daha tescil edilmiştir. Şöyle ki; sırf iktidar olmak, iktidarda kalmak hırsıyla, kendisine bel bağlayan kitlenin umutlarını boşa çıkardığı gibi, İslâmî hareketin motive edici gücü olan eylemleri de sabote etti. Eline, sistemin dibe vurmuşluğunu gösterecek, hazırlanan tuzakları boşa çıkartacak, rahatsız kitlenin desteğini arkasına alacak "SUSURLUK" gibi bir fırsat çıkmışken; "fasa fiso" diyerek, resmî ideolojinin yanında saf tuttu. Sivil-askerî bürokrasiye vermediği taviz kalmamasına rağmen, her yaptığı takiyye addedildi; kimseye yaranamadığı ile kaldı. Sonunda, benzi gibi beyni de donuk birine, birileriyle birlikte yapacakları zulmün zeminini hazırlayarak çekip gitti. İnşaallah bir daha geri dönmez. Hükmümüz: Yanındakinin yıkılmasına müsaade ediyorsan, senin yıkılmaman mümkün değil. Veya; bir zâlime yardımcı olanın sonu, o zâlimin elinden olur!

28 Şubat sürecinin mantığını ve bu süreçte CHP'nin fonksiyonunu göstermesi açısından mânidar bulduğum, yaklaşık otuz yıl önce yazılmış, rahmetli İdris Küçükömer'e ait, "NİÇİN BU FERYAT VE KÜFÜR" başlıklı yazıdan bazı bölümleri aynen alıyoruz:

***

"Bu nasıl bir partidir?

5 Mayıs tarihli Milliyet Gazetesi'nde, İsmet Paşa'nın ağzından çıktığı açıkça belli olan bir yazı yayınlandı. Yazıdaki imza "Metin Toker"di. Merhum İ. Öktem'in cenazesi olaylarının yoğunluğu sebebiyle, bu yazı çok kimsenin gözünden kaçmış olabilir. Oysa cenaze olayı, İnönü'nün ifadelerini taşıyan yazı içinde rahatça yerine konabilirdi. Yazıyı okuyalım:

"Türkiye'de "kudret" mânâsındaki "iktidar"ın gerçek sahibi, tartışma konusu sayılsa yeridir.

Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana, belki 1948-1952 yılları hariç -bu tarihlerin seçim yılları olmadığına dikkatinizi çekerim- Türkiye'yi idare eden sağlam kuvvetler, hep CHP tarafından temsil edilmiştir."

Demek ki Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana (belki 1948-1952 yılları hariç deniliyor), Türkiye'yi İDARE EDEN SAĞLAM KUVVETLER'i hep CHP temsil ediyordu. Konuya girmeden hemen soralım. O halde 27 Mayıs'ı yapıp, Adnan Menderes'i de CHP mi astırdı?

Demek, muhalefet, yöneten sağlam kuvvetleri temsil eden "CHP'nin istemediği olmuyor ve zorlayanlar yeniliyor", yâni CHP'ye rağmen Türkiye yönetilemez; CHP'nin istemediği kanunlar çıkarılamaz! Bu, CHP'nin temsil ettiği "sağlam kuvvetler" marifetiyle sağlanır. Ve bu sağlam kuvvetlerin istemediği şeyler Türkiye'de olamayacağına göre, rahatça (cenaze olayında sık sık duyduğumuz gibi) "memleketin sahiplerinden" söz edilecektir.

Kimmiş bu memleketin sahipleri, batıcı-laik CHP'nin temsil ettiği sağlam güçler? Tarihî Osmanlı-Cumhuriyet bürokrasisi yöneticileridir, sivil-asker-aydın denen grubun önemli bir bölü- müdür bu. Ve CHP bunların asıl temsilcisi olarak, aldığı reyler gittikçe azalsa dahi, devlet katlarında iktidardırlar. M. Toker'in Türkiye'de CHP yönetiminin hâkim olduğunu söylemesi, bizim önce söylediklerimizin bir tekrarından ibarettir.

İşte bu memleketin sahibi sağlam güçler dışında kalanlar ise, Türkiye'de yönetilenlerden ibaret olmuyor mu, mantık buraya götürmüyor mu? Aynı mantık izlendiğinde, bu yönetici sağlam güçler dışında kalan halk kitleleri, sağlam değil de yâni "çürük güç" mü oluyor? Sağlam yahut çürük olmanın ölçüsü; iyi veya kötü, oyla gelenlere rağmen memleketi idare etmek midir?

Emperyalizmin tesiri altında, yöneticilerin durumuna iyi teşhis koyamazsak, devlette kimin büyük ölçüde egemen olduğunu anlayamayız ve devrimin kimlerle kime karşı geliştirileceğini de anlayamayız ve ters cephe kurarız. Sormak lazım: Türkiye'ye emperyalist tesir, çürük güçler yahut yönetmeyenler tarafından mı getirilmiştir? Emperyalizmin gelmesine kapıyı açanlar kimlerdir? Yönetici bürokratların durumunu bu açıdan iyi teşhis etmek gerekir. Cephenin kiminle kurulacağı, bu sorunun cevabı verildikten sonra saptanmalıdır." (1)

Hiçbir izaha yer bırakmayacak kadar yeterince mânidar değil mi?.. Hem de nasıl!..

Bu süreçle birlikte gündeme gelen meseleler- den bir tanesi de, "İslâmî sermaye" mevzuu. Ne kadar İslâmîdir, değildir; sermayenin yeşili, kırmızısı olur mu olmaz mı konusu bir yana, olan bitene doğru teşhis koyabilmek için, mevcut rejimin bazı bariz niteliklerinin bilinmesi elzem.

Yapılmak istenen, "cambaza bak cambaza" hinliği ile, İslâmî kesimin elindeki birikimi hortumlayıp, yandaşlarına dağıtmak. Zira, bariz vasfı gereği; bu sistem, rant dağıtmadığı zaman ayakta kalamaz. Tanzimatla birlikte, Batı Emperyalizmi, kapitalizm içinden neşet edeceği bir burjuva sınıfı bulamadığı için, yerli işbirlikçilerini sivil-askerî bürokrasinin içinden aradı, buldu; ve onlar vasıtasıyla gelişti, serpildi. Cumhuriyet'e gelindiğinde ise; talan, elinden tutulup zorla zengin yapılmış adamlar eliyle sürdü. Çok partili sisteme geçildiğinde de, sömürü oya tahvil edildi. Şimdilerde ise, emperyalizm yeni çehresini gösterdi: Özelleştirme, Küreselleşme, Globalleşme, Postmodernizm versiyonlarıyla; YENİ DÜNYA DÜZENİ vizyona sokuldu. Sömürgeleştirme ve rant dağıtımı, bu minval üzere devam ediyor... Rant dağıtamadığı zaman ayakta kalamayacak olan bu sistemin bir diğer temel niteliği de, kişiliksiz insan yetiştirmesi veya toplumu kişiliksizleştirmesi. Varlığını, geçmişini inkâr ve ona küfür üzerine kurmuş (ki, aslını inkâr eden çingenedir!) Altı Ok'tan mülhem bir zihniyetin yetiştirdiği insan tipini, toplumun bütün katmanlarında ve bu zihniyeti temsilin bugün kimlerin eline kaldığına bakarak kolayca görebilirsiniz. İyi, doğru, güzel adına hiçbir şeyin yeşermesine müsaade edilmeyen, dört tarafı duvarla çevrili çorak bir zemin: Ne işe yararsa!..

Mevzuumuzla alakalı olarak bahsedebileceğimiz bir başka temel nitelik de şu: Bu rejim kendisine düşman ihdas etmeden yapamadığı gibi, iki cephede birden de savaşamaz. Düşman İslâmcılar ise, "sol" yanındadır; sol düşman seçilmişse, "ülkücüler" yedeğindedir. Son örneğini 12 EYLÜL darbesinde gördük. Başlarda ülkücülere dokunmadı; baktı ki, soldan bir hareket yok, o vakit onlara da bindirmeye başladı. Gelelim "İslâmî sermaye" konusuna: Doğrusu, Batılı bir mantık ile bu kesime karşı çıkarıların tutarlı bir tarafı yok. Bakmayın siz, ilerici, modern, çağdaş vb. içi doldurulmamış kavramları uluorta gevelemelerine. "Batı uygarlığı"nın medenîlik ölçüsü belli: Ne kadar çok tüketirsen, o kadar çok medenîsin. Bu kesim de ("İslâmî sermaye"), yaptığı yatırımlarla hem üretime, hem tüketime hatırı sayılır bir katkıda bulunuyor. Üstelik yanında şu kadar işçiyi istihdam etmekle, yine aynı mantık gereği, bunları köylülükten işçiliğe terfi ettiriyor. Yani bunlara sınıf atlatıyor. Bunların da, büyük kentlerin kozmopolit ortamında tam sistemin istediği gibi, İslâmî değerlerden kopuk, lumpen tipler olarak yetişmeleri gerekiyorsa da, böyle olmuyor. O zaman oyun bozuluyor; ve Batıcı-laik koro "Onuncu Yıl" marşıyla feryada başlıyor: "Türkiye laiktir, laik kalacak!" Hani ne denir? Züğürt tesellisi mi?..

Kendi açımızdan meseleye baktığımızda, görünen şu: Bu adamların, birilerinin tekerlerine çomak soktuğu bir gerçek; fakat kendilerine İslâmî atıfta bulunulmasına rağmen, İslâmî tahassüsü, estetiği yansıtan, İslâmî damgası taşıyan hiçbir iş ve eserlerine rastlayamıyoruz. Yaptıklarıyla devletin zengin ettiği adamları taklit mesâbesinde kalıyorlar. Çünkü:

"... "Mutlak Fikir"e muhatap "vasıta sistem" olmadan ve bu kuşanılmadan, "şuur"un kendisini belirleyen "nizam, akıl ve ahlâk" unsur- larını eleştirmesiyle, o şuurun bakış açısı dışına çıkılamaz. Kısacası; şuurun kendini eleştirmesi de eleştirdiği süzgeçten geçmektedir.

Anlaşılıyor ki, kuşanılması gereken "vasıta sistem" şuuru, toplumun verdiği "şuur süzgeci" ile bakış ilişkileri süreci sırasında, sıra dışı bir sıçramanın cehdi ile kazanılması gerekendir." (2)

İşte bu şuur olmadığı, bu ruh kuşanılmadığı ve bu cehd gösterilemediği içindir ki, "Artık ideolojiler çağı bitmiştir" diyerek, "yeni dünya düzeni" adı altında kendi ideolojisini empoze etmeye çalışan Emperyalizmin dümen suyuna is- ter istemez girecekleri gibi, İslâmî hareketin önünü kesici bir pozisyona da düşeceklerdir. Yâni, "ılımlı İslâm"ın hâkim olduğu, demokrasiyle karışık, üstelik diğer İslâm ülkelerine de örnek teşkil edecek, güya "İslâmî bir ülkede, İslâm'ı yaşıyoruz" şeytanî tesellisiyle, kazana kazana kaybedeceklerdir.

Epey zamandır dikkat nazarımız, "ifâde" ile "feda"nın alakası üzerinde... Onun için son sözümüz, "Canların canı uğruna can vermeyi cana minnet sayarak" (3) kendilerini ifadeye geçen can dostlarımıza:

Sırtı köpük köpük soylu savaş atları selâm size, Kulağı düşük dolap beygirleri cehenneminize.

Kaynak

1- İdris Küçükömer, “Sivil Toplum Yazıları”ndan...

2- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, s. 35-36

3- Necip Fazıl Kısakürek, Gençliğe Hitabe’den...

Akademya Dergisi 11. Sayı, Şubat 1999