Bunu biz söylemiyoruz… Amerikan Time dergisi, Cannes film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan haberinde, Türk sinema izleyicisi kitlesinin popüler kültürün ürünü olan filmlere ilgi göstermesini, 1980 ihtilali sonrası bir kültür erozyonuna bağlayarak şu analizi yapıyor:
“Türkiye bugün Avrupa’nın en genç ve en hızlı gelişen tüketim pazarlarının bulunduğu ülke. Her yıl ülkede 60’tan fazla alışveriş merkezi açılıyor. Bu durum tabiî ki Türkiye’de sanatta zevksizliğe varan bir etki de yaratıyor.”
Kültür erozyonu ile kültür emperyalizmin yakın ilişkisi… 1980 ihtilali sonrası kültür erozyonunu ve depolitize ile ilgili şu hususu belirtelim:
Popüler kültürü pohpohlayan medyada da 68 kuşağı tabir edilen eski solcuların etkisini düşünürsek, iş sadece 1980 ihtilalinde bitmiyor.
1980’den önceki ve sonraki süreçte,-zamanın solcuları gibi 5. sınıf Batı tercümeleriyle değil-, yüzdeyüz yerli ve Anadolucu hareket olarak Türk fikir, ilim, sanat hayatına katkısı olan BD-İBDA’yı görmezden gelenler, kültür erozyonuna katkıları olanlardır.
Bu saptamayı hakikati teslim etme vazifesi olarak yaptıktan sonra gelelim pazar mevzuuna.
Genç nüfus elektronik sevdalısı ve Avrupa için Türkiye iyi bir pazar.
Avrupa ve ABD bir yandan bizi pazar haline getirirken bir yandan ödül vererek işin karşı kutbunu da kendi temsil ediyor. Tabiî, her şeyden önce bizim pazar olmaya teşne hâlimiz eleştiri mevzuu olmalı.
Aylık dergisinin AB sürecini ele alan Haziran 2008 tarihli sayısındaki röportajı okuyorum.
Röportaj veren araştırmacı gazeteci Yılmaz Dikbaş, bizdeki ulusalcı-küreselci AB’cileri ve ABD’nin buyruğundan çıkamayan, “Avrupa birliğine karşıyız!” diyemeyen orduyu eleştiriyor. Genelkurmay Başkanı’nın zaman zaman AB-D’ye karşı sözler söylemesini de şu gerekçe ile değerlendirir Yılmaz Dikbaş:
“Avrupa Birliği’ne karşıyız!” demediği sürece bizim Genelkurmay Başkanı bize karşı inandırıcı olamaz. Zaman zaman böyle bizi rahatlatıcı sözler söylemesi bence hiç de iyi değil. Bizim uyarılmamız lâzım.
Bizim sinirlerimizin, milli duygularımızın uyarılması lâzım. Yatıştırılması değil. Yatıştırılırsak zaten uyuruz. O zaman “uyu yavrum, uyu!” olur. Öyle değil mi?”
Büyükanıt, “bavulumu topluyorum!” diye kaçma hazırlıklarına şimdiden başlayadursun, Amerikan yanlısı İlker Başbuğ hazırlanadursun, ülkemizin gençleri ve yaşlıları terörist fikirlerden uzak, tüketim pazarlarında kendilerini ve ülkeyi tüketmeye devam ededursun, “onlar ortak, biz pazar” olmaya devam edelim.
Peki çözüm ne? Hangi lider, bayrak, örgüt, hareket etrafında toplanılmalı?
İşte kritik sual budur!
Biz bu suali cevaplamış ve her an eşya ve hadiseler içinde doğrulamak aksiyonu içersindeyiz, en azından bu gayret içindeyiz.
BD-İBDA çizgisi, dünü bugünü yarını ile, 1919’da başlayan tarihi ile, kurtuluşumuzun ideolojisi, tarih ve hal muhasebesi estetik ve diyalektiği ile ve yarım oluşlara ve yarım kurtuluşlara karşı oluşu ile, tam kurtuluşçu, tm bağımsızlıkçı hareket mihrakı olarak karşımızda durmaktadır.
Temsilden doğan eksiklikler bize, bizim cephemize aittir; zaten temsil iddiasında hiçbir cephe bulunamaz.
Arayan, araştıran, hakikat ve kurtuluş kaygısı çeken samimi her insan ve Müslüman, İBDA diyalektiğinin kendine hitap eden bir yanını bulacaktır.
Son bir not: “Batılı hayat tarzı kanseri artırıyor!..” Bunu da biz söylemiyoruz… Milliyet gazetesinden alınmış bir haber… Amerikan Kanser derneğinin raporu…   


Baran Dergisi 75. Sayı