Bizim zihin dünyamız, bir gecede toplumun hafızasının sıfırlandığı bir ortamda ve modernist bir zeminde şekillendi. Ne var ki bu zemin, “aslıyla” alâkası olmayan, sadece gibisi olmaya özenen Batı dışı modernleşme anlayışının ürettiği, yapay bir zemindi. “Döküldüğümüz kalıp” ne Batı’ya uydu ne de Doğu bu kalıba sığdı. Dolayısıyla sanat, edebiyat ve düşünce dünyasıyla kurduğumuz ilişki de, bayağılığı yine bayağılığın kefesinde tartan, yeknesak ve iptidaî bir ilişki oldu.

Bizim zihin dünyamız, bir gecede toplumun hafızasının sıfırlandığı bir ortamda ve modernist bir zeminde şekillendi. Ne var ki bu zemin, “aslıyla” alâkası olmayan, sadece gibisi olmaya özenen Batı dışı modernleşme anlayışının ürettiği, yapay bir zemindi. “Döküldüğümüz kalıp” ne Batı’ya uydu ne de Doğu bu kalıba sığdı. Dolayısıyla sanat, edebiyat ve düşünce dünyasıyla kurduğumuz ilişki de, bayağılığı yine bayağılığın kefesinde tartan, yeknesak ve iptidaî bir ilişki oldu. Kendimize ait bir estetik üretemedik. Estetik anlayışımız taklidin ötesine geçemedi. Böylesine iptidaî bir anlayışın oluşmasında, Batılılaşma süreciyle birlikte edindiğimiz devşirme kültür geleneğinin de büyük etkisi oldu. Tabiatı olduğu gibi taklid etmeyi, hiçbir orijinalitesi olmayan, vıcık vıcık melodram yüklü eserler üretmeyi sanat olarak algıladık. Bu sebeple de iç âlem düzenimizde hiçbir şey yerli yerine oturmadı. Temel ahlâkî ve estetik değer yargılarımızın büyük bir titizlikle, yüzlerce yıl üzerinde taşındığı; insanımızı hem ahlâk hem kişilik hem de sanat ve dünya görüşü olarak şekillendiren şeyh-mürid, hoca-talebe, usta-çırak, metin-yazar ilişkisi, sanki basit bir pedagojik yöntemmiş gibi keyfî bir biçimde terk edilerek, eğitim sistemimiz; ferdî, kaba ve ortaklaşa bir tipe ircâ eden toptancı bir anlayışa teslim edildi. Bu anlayışa hizmet eden her türlü manipülasyon da topluma muasır medeniyet seviyesine erişmek, medenî dünyaya ayak uydurmak olarak lanse edildi. Oysa şifahî kültürümüz, hat sanatı, meşk usulü, mimarî, minyatür; bunların tüm referansları ve ifade biçimleri, İslâm’ın tevhid, insan ve kâinat tasavvurunu yansıtan temel değerlerdi. Ve her biri eşsiz bir zevkin numûneleriydi. Fakat kendimize yabancılaştıkça farkındalık duygumuz da zayıfladı. Artık bu güzelliklerin hiçbiri, bizde zihnî bir heyecan uyandırmıyor. Dahası, insanımızın ekseriyeti bu zihnî heyecanı yaşayabilmenin asgari şartlarına bile mâlik değil! Dolayısıyla, mü’min gözlerde yuvalanması gereken nuru temin edecek İslâm’a muhatap anlayışı kuşanmadan, İslâmî zevki yansıtan eserler üretmemiz de çok zor, hatta imkânsız!

İslâmî bir kültürde bilgi edinme ve bilgi edinmenin metodları, birer basit pedagojik araç değildir, önemli bir fonksiyon icrâ ederler; bilginin hem muhtevasında hem de elde ediliş biçiminde belirleyicidirler. Özellikle şifahî aktarımın manevî ve ruhî eğitim açısından önemi büyüktür. Zira yazılı metinlerin tekraren ve naklen aktarımında, nakledenin esasa dair hiçbir dahli söz konusu değilken ve bu durum bir norm teşkil ederken, şifahî aktarım sürecinde icrâ ile ibda iç içedir. Yani, şifahî aktarımların her tekrarında bir ibdaîlik ve her icrâında bir orijinalite unsuru vardır. Ve bu hâl eşyanın tabiatına daha uygundur. Çünkü “Allah her an bir şe’ndedir” ölçüsünden mülhem bir anlayışın tedâi ettirdikleri sadedinde söylersek: Hakk’ın suretlerde hâlden hâle girmesiyle asıl başkalaşmakta, yorumda tecelli eden mânâ da aslı yansıtabildiği nisbette eşyanın hakikatine yakın düşebilmektedir.

Söz de yazı da ruhta olanı yansıtır. Ancak, “Her şeyden önce kelâm vardı” fehvasınca öncelik sözdedir. Yazı sözden sonra gelir. Dolayısıyla İslâm ümmetinin ortak hafızasını, aynı zamanda ortak kültürünü oluşturan mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim de bidayetinde şifahî bir kültürdü. Nazar ve aklın dahlinin askıya alındığı bir süreçte âyetler nazil oldukça vahiy kâtipleri tarafından yazıldı, Hz. Ebubekir’in halifeliği döneminde de derlendi. Ümmet de sahabenin elinden çıkan bu orijinal Kur’an yazmalarına bakarak, bunların ait olduğu mânâ ve kültür âlemini “özge temaşa” ile geçerek, ruhî hayatlarının vizüel (görsel) alanını oluşturdular. Dolayısıyla, sanatın ilkelerine aşina her göz, İslâmî sanatların tüm dallarında, sanatçıların tüm performanslarında hat sanatının izlerini sürebilir. Hatta Batı tarzı sanatın tüm kurallarını benimsemiş sanatçılarımız da bile bu özelliği görmek mümkündür.

İslâmî bir kültürde, bilginin çekirdeğini temsil eden ana yapı şeriattır. Ve “bilgi tek, çokluk bilinendedir” esprisi bağlamında söylersek: “Şeriatın dışında hakikat yoktur.” Dinî, ahlâkî, hukukî, iktisadî ve siyasî alan; hem ferd hem toplum hem de kurum bazında şer’i metinler üzerinden düzenlenir. “İslâm orta yoldur”. Ve bize belletilenin aksine, şer’i metinler Batı’nın hayatı kuşatmaktan aciz ve acizliği nisbetinde buyurgan “formlarından (sözleşmeler-anayasalar-yasalar)” çok daha açık uçludur. Zira İslâmî bir kültürde insan, makineler gibi bir mühendislik projesi değildir. Ancak İslâm medeniyetinin taşıyıcısı olan Osmanlı İmparatorluğu dağılıp, İslâm dünyasında ulus-devletlerin inşa süreci başlayınca, yeni bir ulusal kimlik oluşturma amacıyla, kimi ülkelerde şeriat tamamen ilga edilirken, kimilerinde de ihtiyaç duyulan şer’i kavramlar, dinî metinlerin içinden cımbızla çekilerek, yeni ulus devletin çıkarları istikametinde kullanıldı. Yeri geldiğinde de pragmatik bir bakışla Batılı formlar üzerine monte edildi. Osmanlı-İslâm kültürüne ait temel ahlâkî ve estetik değerler, siyasî ve ideolojik saiklerle, ne olduğunu Müslüman halkın bilmediği, bilmek de istemediği bir çağdaşlık adına, sırtını iktidara ve resmî ideolojiye dayayan radikal-laikçi azınlık tarafından ya yok sayıldı ya da yok edildi. Her türlü rezillik, çağdaşlık üzerinden pazarlandı. Yönetici kadrolar lağvedilirken, toplumun idaresi de, kifayetsiz ve muhteris küçük-taşra memurlarına bırakıldı. Dolayısıyla, Batı’nın Osmanlı’nın üzerine çullanmasının sebebi; sadece iktisadî, siyasî ve askerî değildi. Aynı zamanda dinî, fikrî ve ahlâkîydi. Nitekim arkasında “rol modelleri”ne hayran milyonlarca “kurban” bıraktı. Batı Uygarlığı’nın adını “aydınlanma” koyduğu meşale, güya insanlığı aydınlatacaktı. Ama dünyayı ateşe verdi… Hâlâ yanıyor!

Ancak, iki yüz yıldır resmini, nesrini öğrenebilmek için kapısını aşındırdığımız; demokrasi oyununda ne kadar hünerli olduğumuzu sergilemek için huzurunda amuda kalktığımız, hatta ters takla bile attığımız Avrupa, artık yaşlı ve hasta. Dünyayı kavrayamadığı ve dönüştüremediği çok net bir biçimde görüldü. Birkaç büyük istisna dışında, düşünce dünyasında ortaya konulanların neredeyse tamamı ruh ve yaratıcılıktan mahrum. Kanonik-Klâsik metinleri keyfî bir biçimde kategorize etmekten, yeniden üretmekten başka bir gücü kalmadı. Kendi iç düzeninde de sorgulanır hâle geldi. Modern bireyi artık olup bitenin ruhu değil; tahkiyesi, sunuluş biçimi ilgilendiriyor. Yeni yollar yeni metodlar arayışı içinde olsa da sanat, edebiyat, bilim ve düşünce dünyasının şirazesi çoktan kaydı. Artık, Dehanın hür ibdaları yerine ölçüp biçme çılgınlığı, karmaşa ve devşirme bir üslûp, modern kültür ürünlerinin ortak özelliği. 11 Eylül sonrası yaşadığı paranoya, sığınma ihtiyacı, korku, mimariden resme kadar, postmodern dönemin tüm kültür ürünlerine sinmiş durumda. Çağdaş sanatın buyurgan yapısı, çağdaş sanatçıların vurdumduymazlığı, ben yaptım oldu mantığı, insanları hızla sanattan uzaklaştırdı. İnsanlarda güzellik duygusu sanki dumura uğramış gibi, kendini gösterse de muhatap bulamıyor!

Aslında, kapitalist-modernist kültür “şeyleri o şey yapan” değerleri bayağılaştırmanın, sıradanlaştırmanın kültürüydü. Zira kötüyü yüzlerce kez teksir ederek ve kendi yok oluşunun bakterilerini yine kendi bünyesinde üreterek ancak ayakta kalabiliyordu. Nitekim bu sakat düşünce, hep kendini haklı kılarak, kendini haklı kılacak delilleri arayıp bularak ve kendi yanlışlarını yine kendi içinde üreterek, kaosa ilerledi. Laik-materyalist bakış, vara vara nihayetinde hiçliğe vardı. Nihaî krizini yaşayan kapitalist sistem, tüm devlet gücü ve sermaye birikimiyle birlikte çökmenin eşiğine geldi. Sistemin “görünmez el”i konumundaki “üst akıl”, yeni sistemin yeni yapılarını kurmanın arayışı içinde olsa da, kapitalist sistem için “mevsim artık sonbahar”! Zira emperyalist zihniyet, sadece yönetici sınıfın siyasî ihtiraslarını emperyalizme bağlayarak ayakta kalmadı. Şuurlu bir biçimde, sıradan vatandaşın iktisadî çıkarları, can ve mal güvenliği de emperyalizme endeksliydi. Ve toplum nezdinde de popüler bir temel oluşturulmuştu. Böylelikle, hem oto kontrol sağlanmış hem de sistemin ömrü uzatılmış oluyordu. Ancak katlanarak gelen ekonomik krizler, dünya malî ve siyasî güçleri arasındaki anlaşmazlıklar ve diğer sosyolojik dinamikler tepki silsileleri halkası oluşturdu. Bu gelişmeler de toplumun alt katmanını farklı bir biçimde hareketlendirdi. Sanki Batı Vandalizm’inden, kanla yazılmış bir tarihten büyük kaçış başlamış gibi! Lâkin neye doğru… Ve kimin için ilerleme sorusunun cevabını henüz verememiş olsalar da, bizdeki vurgun yemiş “garbzede”lere göre; Batı’nın elinden çıkan ve onun hoşuna gitmeyen hemen her şey, hâlâ Tanrı’nın kanunu hükmünde. Batı ilerlemesi denilen şeyin sadece egoizme, katliama, yozlaşmaya, soysuzlaşmaya yol açtığını göremeyecek kadar körler. Eğer, sahtekâra sahtekâr demekten çekinen sahtekârlardan değilseniz, bunun adı “aydınlanma” falan değil, ateşte yanmadır!

Aylık Dergisi 147. Sayı, Aralık 2016